Miraç HadisesiŞiirin hikayesini görmek için tıklayın Sabah tasavvuf ile ilgili yazıları okurken çok ilgimi çekti ve sizlerle paylaşmak istedim. Ve şiirime kaynakça oldu bir Nevi.
Benim için en çok etkilendiğim ’’Mollâ-yı Rûm görmedi bundan Yaman Dede.’’dizesiydi. Aşkıyla cihânı tutuşturmuş, naatı dillerden dillere dolaşmış ama kendisi bu naatı yazan olduğu halde kelimelerin içine gizlenmiş bir insanlık numûnesi... 1877 yılında Kayseri’nin Talas ilçesinde dünyaya gelen Dyamandi daha çocukluk döneminde İslâm’a ait güzelliklere ilgi duyar. Bir gayrimüslim olmasına rağmen hocalarından rica eder, din derslerinde sınıftan çıkmayıp İslâmî güzellikleri gönül kulağıyla dinler ve kendi tabiriyle daha bu dönemlerinde “yanmaya” başlar. Bakalım nasıl anlatıyor o günleri Yanan Dede: “Farsça Hocamız, Şeyh Sadi’nin Gülistan’ını okuturdu. Arada sırada başka manzumeler de yazdırırdı. Bir gün siyah tahtaya yazdığı birkaç beyit kalbimi tutuşturmaya yetti. O beyitleri bugün gibi hatırlıyorum. Mesnevi’nin ilk beyitleri idi: Bişnev in çün şikâyet mî küned / Ez cüdâyîhâ hikayet mî küned Kez neyistân ta mera bübrideend / Ez nefirem merd ü zen nalideend ‘Dinle neyden ki hikâye etmede / Ayrılıklardan şikayet etmede’ Tahtaya yazılan şiir bana pek tatlı geldi. Okunan beyitler beni derinden sarstı. Son beyit ise içimi yaktı. O an içimde yanmaya başlayan aşk ateşini kelimelere dökmekte aciz kalıyorum.” İsminin Rumca manası da “elmas” olan Dyamandi, sanki bu manaya uygun hâle gelmenin yollarını arıyordu. Okumak için geldiği İstanbul’un manevî havası, tanıştığı muhterem şahsiyetler onun gönlündeki Muhammedî ateşin daha da artmasına vesile olur. İstanbul Hukuk Fakültesi’nden mezun olduktan sonra uzun süre avukatlık yapan Dyamandi, 1931’de edebiyat ve Farsça öğretmenliği yapmaya başlar (1961’e kadar 10’dan fazla okulda öğretmenlik yapar). Her şey iyidir, güzeldir de ama içindeki yangını imkân ve ortam bulup da çevresine açamaz. Gönlü çoktan Müslüman olmuş; fakat âlem bilmemekte, en yakınlarına bile inancını söyleyememekte, sırrını açıklayamamaktadır. Kızacaklarsa kızsınlar, ayıplayacaklarsa ayıplasınlar, küseceklerse küssünler, kim ne derse desin, sırrını açma düşüncesindedir. Namazını en kuytu semtlerin küçük mescitlerinde kılmakta, Ramazan’da gizli oruçlar tutmaktadır. “Tam kırk yıl bazen sahursuz bazen iftarsız oruçlar tuttum, ama ailem bunu hiç bilmedi!” der hatıratında. Avukatlıktan çok zamanını lise derslerine, gençliğin manevi aşkı tanımasına ayırmaktadır.15 Şubat 1942’de ismini değiştirir ve Mehmed Abdülkadir KEÇEOĞLU adını alarak nüfus idaresine ismini ve yeni dini İslâm’ı tescil ettirir. Bu sırada 55 yaşındadır. Kırk yıldır sakladığı yeni kimliğini kuşanmış, ama o saatten sonra da aile içi sancı başlamıştır. Üsküdar’daki evinde bir kış gecesi durumu kızı ve eşine açar. Karısı ve kızı o an feryadı basarlar. Haber patrikhaneye kadar ulaşır. Dönemin Hıristiyan din adamları, ya Hıristiyanlığa dönmesi ya da karısından boşanması konusunda baskı yaparlar. Karısı bu ikilem karşısında kararlı bir tutum sergileyemez. Yaman Dede, zor ama cesur bir karar alır. Evden ayrılacak, yalnız yaşayacaktır. Yerde dizlere kadar kar, havanın keskin ayaz olduğu bir Şubat gecesi ailesini toplar ve: “Aşkımın bedeli bu yaşananlar. Sizler sakın üzülmeyiniz. Aşk, ıstırapsız olmaz. Size acı vermeye hakkım yok. Bu ev ve içindekiler size kalsın. Elveda!” Ceketini alıp çıkmıştır artık. Üsküdar, Selamsız Yokuşu’ndan iskeleye iner. Sabah ezanına kadar o soğukta sokakları ve sahili arşınlar. Sabah karşıda, Karaköy’deki avukatlık bürosuna geçer. Birkaç gece burada yatıp kalkar. Dostlarının, öğrencilerinin evlerine misafir olur bazı geceler. Dostlarının teşvik ve tanıştırması ile ilkokul öğretmenliğinden emekli Hatice Hanım’la hayatını birleştiren Yaman Dede, eski karısı ve kızını zaman zaman telefonla arayarak hediye ve ikramlarda bulunmayı ömür boyu ihmal etmemiştir. Fakat onun derinden duyduğu, ruhunu eriten Allah sevgisi, bütün sıkıntıları ve kederleri unutturur. Müslümanlığı “Bütün kâinatı kuşatan bir aşk” olarak gören bu ince insan; lâtif, nâmütenahi aşkın denizinin dalgalarında kaybeder kendini. Afurani’nin oğlu Dyamandi, Yaman Dede oluşunu şöyle anlatır: “Hidâyet nurunun alevden damlalar halinde gönlüme akması, şahlar güzelinin (Mevlana) tatlı ve mübarek ismini işittiğim andan itibaren başladı. Ondan sonraki merhaleler baş döndürücü bir hızla birbirini takip etti. Merhum ve mağfur Ahmet Remzi Dede’den Mesnevi okudum. Ufkum son derece genişledi. İmanım da o nispette kuvvetlendi. Koca Mevlana’nın büyüklüğü karşısında ürpermeye başladım. Koca Sultan, Mesnevi’de mikrobu ve serumu haber veriyor; hayata gözlerini kapayacağı yılı da (ebced hesabıyla) bildiriyordu. Mesnevi’nin görebildiğim derinlikleri karşısında gözüm kararıyor, korkuya benzer hisler bütün benliğimi kaplıyordu. Bütün derinliğini görmemin imkânı yoktu. Mesnevi’yi bitirdim, daha doğrusu Mesnevi beni bitirdi. Her zerremde aşkın alevleri çıkmaya başlamıştı. Hidayete doğru deyişim şunun için pek yerindedir. Hidayetin dereceleri vardır. Kelime-i Şehadet’in gönülden söylenmesiyle iman ve İslâm tahakkuk eder. Fakat bununla hidayetin son mertebesine, iman kuvvetinin pek yüksek derecelerine erişmiş olur muyuz? Elbette olamayız. Bunun içindir ki, ‘Nasıl Müslüman oldum?’ sorusunu şöylece tamamlamak lâzım: Nasıl Müslüman oldum ve olmaktayım?” Peygamber aşkı bu ince ruhu yaktıkça yakar, erittikçe eritir. Bunu Ahmet Kahraman şöyle anlatıyor: “Yaman Dede 1959–1960 döneminde Farsça dersimize geliyordu. Bir gün dersler bitti, okuldan çıktık. Taksim’e doğru gidiyorum. Alman Sefareti (elçiliği) civarında bir mescit var. İşte oradan yukarı doğru tek başıma gidiyorum. Bir baktım Yaman Dede, mescidin duvarına yaslanmış, son nefesini verir gibi bir hali var. Halsiz, mecalsiz, başı hafifçe sağ öne düşmüş, boynu bükülmüş, öyle duruyor. Hemen koşarak yanına gittim ve: ‘Hocam! Hayırdır, geçmiş olsun neyiniz var, hasta mısınız?’ dedim. Baktım Hoca ağlıyor. ‘Hocam niçin ağlıyorsunuz, başınıza bir şey mi geldi?’ dedim. Şöyle çok ince, çok tiz, çok gevrek, ipil ipil dökülen bir sesle: ‘Hayır yavrum hayır!’ dedi. ‘Rasûlullâh (s.a.s) aklıma geldiği zaman, kendimi kaybediyorum, ayakta duracak mecalim kalmıyor, ya bir yere dayanmam gerekiyor veya oturmam icap ediyor.’ Mevleviler arasında Konya; Âşıklar Kâbe’sidir. Yaman Dede de kırklı yıllarda sık sık Konya’ya sefer eder. Şeb-i Arus törenlerinin özel davetlilerindendir artık. Biri İstanbul’a gelse ve “Ben Konya’dan geliyorum” dese Yaman Dede “Demek Sultanımızın şehrindesiniz” der; alır, yedirir, içirir ikram eder! Rasûlullâh (s.a.s) aşkıyla böyle yanmayan, yana yana erimeyen bir gönlün; “Cemalinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallâh”; “Dahilek Yâ Rasûlallâh” gibi samimi şiirleri yazması ve hayatını bu şiirlerin inceliğiyle yaşaması elbette mümkün değildir. Yakın dostu Yahya Kemal, onu şu mısra ile övecektir: Yüz sürdü gerçi pâyine çok Müslüman Dede Mollâ-yı Rûm görmedi bundan Yaman Dede. “Gerçi Peygamberin ayağının izine çok Müslüman dede yüz sürdü Ama Anadolu mollaları, bundan daha yaman bir dede görmedi.” Yaman Dede, 3 Mayıs 1962 Perşembe günü Hakk’a kavuşur. Karacahmet mezarlığının Küçük Selimiye Camii karşısındaki kapısından girişte yatar Yaman Dede. İstanbul’da yaşama bahtiyarlığına erenler, ya da yolu bir gün düşeceklere sesleniyorum: Bu Hakk aşığını mutlaka ziyaret ediniz. Küçük Selimiye Camii kapısını arkanıza alıp Karacaahmet’e girdiğinizde 15 adım yürüyünüz. Durduğunuz zaman solunuzda asırlık bir servinin altında karısı Hatice Hanımla yan yana yatan Yaman Dede’yi göreceksiniz. Siyah, yosun kaplı mezar taşı üzerinde şunları okuyacaksınız: Huve’l-Bâkî Mevlana Âşıkı Yaman Dede Hakk’a kavuşmak için irci‘î emrine etti itaat. (1304-3.5.1962) Bütün Hakk âşıklarına binlerce Fâtiha... 0 Yorum
|