Cami avlusuna bırakılmış çocuklar kadar kimsesizdim artık...
Güzün’dü...
Ve Zerdaliler dökmüştü yapraklarını sokağımızın kaldırım taşlarına... Savurur du rüzgarlar, yüzümüze... Hüznümdü yüzün... Ve yüzsüzlükteydi yüzümüze çarpan hüzün. Bana dokunan en ağlamaklı güzdün. Hoşçakal derken o akşam üstü; Nede güzel içimde kendini öldürüverdin... Kaç zamandır gülemiyordum... Kıyısından köşesinden ufak ta olsa, tebessüm edeyim dedim. Yanaklarımda tutunamadı tebessüm... Taş’a düştü... Devrilerek, yerle bir oldu kırıldı... Anımsıyorum da... Onca yıl yaşarken ölmüşlüğümüz de var diyorum... Gidişini bile gözlerinin hatırı için, içimin en gizli yerinde, kırk kilit altında saklıyorum… Vurgun yediğim gözlerini koymuştun önce bavuluna, Sonra düşlerimizi, İtina ile... Ardından saçlarını, Ellerini, Kirpiklerini, Daha sonra tenini… Ve en son olarakta sana aldığım kırmızı karanfil’i... Aklına ve eline ne geliyorsa işte… Hepsini koymuştun.! Cebimdeki baba’dan kalma köstekli saatim ’’Yâr’’ geçiyordu... Ve sen gidişe kesilmiş tek kişilik biletinle içimden kalkan Tren’in son vagonunda gidiyordun... Giderken, Bir tek beni bırakıyordun bana... Bana da ne güzel bırakıyordun beni... Cami avlusuna bırakılmış çocuklar kadar kimsesizdim artık... O kimsesizlik içinde, En çok kimsesizliğimde kimsem olmanı istemiş, ve öylede sevmiştim belki de… Hep eksik, yarım sol yanım... Bir yanım hep Yâr(a)ım’dı... Sen hiç koca bir kentte, milyonlarca insan içinde, bir tek insan yüzünden kimsesiz kaldın mı...? |