Şafaklar Tüllenirken
Hicrânla gezen ruhlar, hicrânla yanar-ağlar,
Birbir göçerken dostlar hiç arkaya bakmadan... Ölüm şarkılarıyla eser esince rüzgâr Ve söndürür geçer, tek meş’ale bırakmadan... Yoldaş yok, dost yok ve yapayalnızlar yollarda, Dünyâlarını kâbus üstüne kâbus sarmış; Hazanla dökülen yapraklar gibi ardarda, Düşenler uçup gitmiş, kalanlar da sararmış. Rikkatle bakınca hasreti sîneme doldu; Dalgındı durduğu yerde, bakışları ürkek... Bugünü-yarını andı, andı ve burkuldu... Yaşamak buysa, hayat, kabir azabına denk... Korkuyla döner-durur afal afal o gözler, Zihni allak-bullak, kalbi hüzünle burkulu; Doğduğuna bin pişman, ölüp gitmeyi özler, Dokunsan ağlayacak bahtsız, o kadar dolu. Uyandı dün onunla beraber uyuyanlar, Şimdi dünyâları cennetler gibi bambaşka.! Sînelerinde ezelî nağmeler duyanlar; Bir hamlede erdiler Hakk’a götüren aşka. Şimdi gel kanatlan, durma süzül enginlere! Sakın rûhuna dar gelen eb’âda takılma! Sendedir sığmayan sır göklere ve yerlere, Yaraşmaz sana; göğe, yere sıkışıp kalma! Şahlan daha coşkun, daha canlı, daha gergin, Bir hayat üfle etrafa rûhunun sesinden! Şimdi meydanlar senin, dem senin, devran senin, Kükre ve anlat mâzînin altın nefesinden... Pancurlar açılmışken zümrütten tepelere, Şafaklar pırıl pırıl ufukta tüllenirken; Kalk ömrün ikbâlini duyur, duyur her yere! En erken kalktığın gecelerden daha erken... |