Bir keresinde çok güzel ölmüştümKorkuyorduk doğruları söylemekten en çok doğrular korkutuyordu bizi. Hepimiz sahte bir yüz takmıştık, gerçeği kendimizden bile saklayarak. Gülermiş, severmiş, anlarmış gibi yapardık; gülmeden, sevmeden anlamadan. Öyle çoktu ki öyle alışmıştık ki benimsemiştik ki bize ait olmayan kokuşmuş maskelere. Kendimizi anlamadan başkasını anlayabilir miydik? İyi ya da kötünün ortası olmaz ya; iyi olurdu ya da kötü. Bir İran masalında sevdiği kadını arayan bir adam anlatılır, aynı ruhla başka bedenlerde. Adam kadını hiç beklemediği bir yerde bulur. Elinde kazma ile tarlada elleri nasırlı kadını bulduğunda adam çok üzülmüş, sevdiği yüzyıllarca aradığı kadını bulmuştu. Bir sebep kalmamıştı, yollara düşmemesi anlamsız olurdu ama adam mutsuzdu aramayı seviyordu özlemeyi kim bilir belki de acı çekmeyi. Ne kadar tanıyorduk birbirimizi, en yakınımızdaki insana bile anlatamıyorduk. İçimizde sızlayan yaralarımızı… Biz hep ön bahçede oynuyorduk oyunları, ön bahçede otlar özenle kesilmiş, böceklerden arındırılmış tertemizdi. Aynı bizler gibi, aynada kanayan yüzlerimiz gibi. Ya arka bahçedeki otlar, uzun ağaçlarda böcekler bakımsız ama gerçek. Çünkü arka bahçeyi sahibinden başka kimse görmüyor. Arka bahçe bana sevdiğim bir sözü anımsatıyor. ‘İnsan söyledikleriyle değil sakladıklarıyla insandır’. Bizlerde ön ve arka bahçe gibiyiz. Ön bahçe bize ait olmayan bize aitmiş gibi gösterdiğimiz yüz arka bahçe iyi ya da kötü gerçeğin ta kendisi, insanın sakladığı korktuğu ne varsa sıkıştırılmış unutulmuş, zaman zaman utanılmış. Arka bahçe görülen değil saklanan yüzümüzdü. Bedenimiz kadar gerçekti. Tiksiniyordum, kusuyordum çoğu zaman yalan bir günün gecesinde. Ne kadar gerçeklerdi. Neden sevmiyordum ben onları, neden bu kadar çok soru soruyordum kendime bu düzmece dünyada kurulan bu düzene ben neden alışamıyordum neden benimseyemiyordum. Terler içinde uyandım kızgınlıkla. Ve yine bir sözü anımsadım: “Kimseye muhtaç kalma kimseyi muhtaç etme.” Yüzlerce iz bulabilirdik geçmişimizde, fotoğraflarımızda. Anımsadığımızda canımız çok yanardı. İnan bu insancıklar beni korkutmuyor, tiksiniyorum kusuyorum hepsi bu… Şimdi bu kadar bokun içinde iyi olan bir şey yok mu? Varda sayısı mı az, dillerini mi yuttular, kalemlerini mi kırdılar, ürküp kabuklarına mı çekildiler? Oyunlar oynamıyor artık sokaklarda. Hava karardığında annesinin sesiyle eve çağrılan üstünü kirlettiği için azarlanan çocuklar yok. Bu düzen bu dünya kirlendi omuzlarına kadar pisliğe girdi. Bodrum’da sakladığım oyuncaklarımı çıkardım. Telin ucuna makara takıp oynadığım araba, misketlerim, ağaçtan yapma silahlarım. Şanslı mıydık kendi uğraşlarımızla yaptığımız oyuncaklar bize birileri tarafından verilmediği için; çok değerliydi... Sanırım deliriyorum, önce mumlarımı yakıp eski bir şarkı dinleyip ağlıyorum. Hiç konuşmadan çok şeyi anlatarak ağlıyorum. Ne olur anla beni benim tarifsiz acılarım var. Anlayamadığım insanlar var. Bir keresinde çok güzel ölmüştüm, öyle güzel ölmüştüm ki; Orada insanlar gerçekten gülümsüyor seviyor ve anlıyordu. Yüzüm renk renk çiçekler açtı. Gül kokuyordu her yer. Bahçemde otlar uzun ve oyunlar oynayan çocuklar vardı. Gülücüklerle uyanıyordum aynaya bakmaya gerek duymadan penceremden dışarı bakıyordum, herkes her şey gerçekti. Rüzgâr sakin esiyordu ninni gibiydi huzurlu bir şarkı gibiydi. Bir keresinde çok güzel öldüm. Yine ölebilirim, yine ölebilirim… |