BİR GÜMÜŞ TESBİH TANESİNDE
Bir Gümüş Tesbih Tanesinde…
Ne vardı sanki Demeyin, Ne yoktu ki? ! Söze saygısızlığın Değil bir katresi Bir haram çiğ damlasının Düşmediği O miladi gecede… Kelimeleri hece hece seçen Okumayı yeni söken Uçma sırası kendine gelince Kanatları zangır zangır titreyen Ve yuvasından uçmaya hazır, Gagası sarılı İki yavru kuş gibiydik… O gece Adına EDEBİYAT! Ödüllerinin verildiği Adına bir musikili Cennet şiirlerinin düzenlendiği Okyanuslar üstünde İki yaşlı/iki kırçıl Albatros gibi Çakıldıkça denize Kazara! Bir güvercin yumurtası Düşmüştü tepemize.. Artık, Bir ağrılı sancı olmuştuk Aman kızım.. Can oğlum! Gitsin.. gitsin de Gelmesin! .. Dediğimiz yılların birindeydik belki de.. Ceviz yaprakları Buğday başakları arasında Hışır-hışır Salkım-söğüt Dallarına asıldığımız… (Biraz da yeşile bulanmış kızıl çalığı akrepler-çıyanlar vardı yekpare bedenimizde..) O gece, Dikmen vadisinde Islanan terimizi Papazın bağında kurutup Bir seğmen kuşağında Açarken içimizi, Üzengisiz bir at gibi Ankara kalesinin Üstüne-üstüne Sürmüştük dolu dizginimizi… Şakır şakır gülüşler içinde Hisar parka girince Susuz bir rakı gibi Şaha kalkan ellerimiz bir “MİSKET” türküsünde FİDAYDA’ya dönmüştü… FİDAYDA da ANKARALIM! FİDAYDA! . Öte yanda; Bilirdim, Üç canı kalmış Resimsiz bir odada Diz çökmüş Avurtları nur içinde Bir anneniz vardı Verdiğin gümüş tesbihin İmamesine Mırıl-mırıl yapışmış “Hamdolsun” “Buna da şükür” “Kadın-Kızım! ” deyip ağlardı.. N’olmuş sanki? ! Demeyin. Ne yoktu ki O gecede Sanki gökten lacivert bir mürekkep şişesi Kayıp da düşmüştü Üstümüze Sen Yine alıp başını Anzerbalı dağlarına Gitmiştin.. Bense, Kırkımdan sonra Boncuk-boncuk Puanlı-pastel Bir tuhaf pembeler içinde Göğe resimler çizmiştim.. Şimdi Niksar’ın yollarında Bilmem asılı mıdır? O, Şahmeran duruşlu resim? ! Şayet birgün Yolunuz düşerse Bu yana doğru Size karşıdan Öyle mahcup Öyle esrik Biraz da platonik Göz kırpışına Sakın aldanmayın.. Korkmayın! Biraz da siz sürün İçinizden geçen Tüm ebem kuşaklarını Üstüne-üstüne Biraz da siz salın Saka kuşlarını Üstüne-üstüne.. Her birimiz, Pandora’nın kutusundan Çıkmış gibiydik O gece.. Yüzümüzün bir yanı Yağmur yüklü bir bulut Bir yanı Hacer-ül Esvet taşı.. O’ndan biraz mahcup Biraz O’ndan ıslak Biraz ondan sıcak-kanlı Çırıl-çıplak gönül avlularına Tertemiz bir döşek gibi Seriliriz! . Çünkü, Yüz-yıllardır Elimizden asmışlar bizi Yüz-yıllardır Bir Amasya elması gibi Ha bire DİŞLENİRİZ! . (…Biraz da bunlar kalmıştı elimizde..) sen yine lacivert bir mürekkep şişesinin kılıfından çıkıp bir mavzer fişeği gibi anzer balı dağlarına düşmüştün belki de ondan vızıldayıp durmuştu peteğimize dolan peteğimize konan beni bir başıma parolasız! bırakan Şu içimden, bir türlü çıkmayan MÜREKKEP karası Bu İSYAN! (…Biraz da bunlar vardı o gece.) Artık sabaha vakit dardı.. Sen, ana kraliçe arı gibi yiğit, üretken Kovansız, Anzer balı tadında İmamesine asılı kaldığım! Gümüş taneli Bir tesbih.. Sen, Annem gibi efsunlu Çıkarsız, ağzı dualı Artık DESTUR ver.. Hala görmez misin? ! Senden el almak Senden yol almak İster “Oğul”a konmuş Binlerce ARI! .. Binler Bin Bin (..ler vardı biraz da biraz bir AZ lar vardı o gece..) (Ankara 6 Mayıs 2003, “Bir Hıdrellez Sabahı”) Alp Altundal |