Buğulu Cam
Yağmurlu bir sonbahar günüydü.
Günlerden cumartesi ve aylardan Eylül’dü. Aldım çayımı, geçtim camın önüne. Bir kitabın arasına seni koydum. İzlerken düşen yağmur damlalarını. Ne zaman bir sayfasını açsam kitabın, hep seninle karşılaşıyordum. Ne zaman düşsem bir kitabın derinliğine, içten içe hep seninle konuşuyordum. Ondandır kitaplara bunca düşkünlüğüm. Belki de ancak bu kadar güzel rast gelebilirdik birbirimize, yeryüzünde. Bir kitabın 2 sayfası arasında. İki sayfa arasında yaşanan bir aşktı bu. Süreklilik kavramını bile yitirmiştik seninle. Altını çizemezdim ben sevdiğim sözcüklerin, okuduğum kitapta sen varsın diye. Bir bir dokunuyordun okuduğum cümlelere. Bir bir değiyordun yine, yüreğime. Odamın içi seninle doluyordu ve ben yalnızca seninle okuduğum cümleleri aklıma bir bir işleyerek usulca uykuya dalıyordum. Sana dokunmadan, uzaktan, sessizce süzülüyordum gecene. Ve ben seni hep bekliyordum. Sen gelmesende olurdu benim için. Çünkü ben bu yazdıklarımı hep hayalimde yaşıyordum ve bu benim için büyük nimetti. Hayallerim genişti benim. Bendeki seni anlatamazdı yine de. Boynuna sarılıp kaçmaktı istediğim. Sana kaçmaktı bir türlü çabaladığım şey. Yalnızca sarılıp uyumak istiyordum orada. Ama sen hep sonbahar gibiydin. O kadar soğuktun ki, sanki sana dokunsam çatırdayan dallar bir bir düşecekti yere. Kırılacaktın sanki bu hengamenin içinde. Ve ben elbetteki dokunmadım soğukluğuna. Sarıldım sımsıkı yokluğuna. Sakladım seni içimdeki kitaplarda. Odamdaki raflarda. Bu mutluluğun resmini bile çizmiştim düşlerimde. Oysa.. |