KIŞ GELMEDİ
Öyle veya böyle filizlenmesi gerekiyordu bu aşkın
Kokusu avucuma geçmiş bozuk paralarla,leblebi tozu yerine çiçek tozu alıyordum artık sana Bakkalın veresiye defterinin arkasında “peşin sevdalara zararına satışlar” yazıyordu.. Boynuna karınca duası asmış bir ağustos böceğiydim yazın ortasında Dengesiz beslenme çantalarımız gizlice aralanırken okulun en ücra taraflarında Bir gün sana verilmek üzere katlı yerlerinden yırtık Natürmort çizilmiş bir yasak elma iç cebimde DNA şifremizin gururu kırıldı kolayca Zaten bizim gen havuzu problemlerinden anladığımız, musluk akıyorken doldurmaktı Kaldı ki arz-talep meselesiydi bu neticede Yaptığım bütün vicdan muhasebelerinin sonunda fazla geliyordun bana Anarşik Mustafa abilerin arka bahçesinde ki yıkıntıda, yanan teneke başında eksi 10 derecede öğrendik biz artı değer teorilerini O akşamlarda Mevlüt yine çok konuşmazdı, sevdiği kız Taziye’yle isimlerinin de anlamlarını yaşatmak adına tinerle siliyordu genzinde kalanları Yani bu yerel şartlarda bir taraftan da bilimsel bir temele oturtmaya çalışıyordum, ahşap evlerde çatırdamaya başlayan sevgimizi Kanım kaynıyor ve bütün fiziki birikimim olan Fahrenhait ibresi 212’yi gösteriyordu Bak Allah’ın adını andım, seni her gördüğümde maddenin en katı hali göğsümün hemen altına saplanıyor ama içim eriyordu Aksi gibi sözelciydim ben, bulunan bütün formüller toplasan bir gülüşün etmedi Zaten etrafımızda onca yük altında ezilene şahitken “eşit ağırlık” pek inandırıcı gelmedi Matematikçiyle Dinci de takmıştı bana, hesabım kitabım yok o günden beri Hızla değişmeye başlarken ilişkilerin kimyası Sana verdiğim değeri simgeleyecek bir harf aradım da günlerce bulamadım Kaldı ki alfabem de hala 40 yıllık kölelik eksikti Yani Bulgar göçmeni bir kızdan öğrendim ben “E” harfini Yoksa bugün bile isminin sessiz uyumu seslenirken ahengini kaybedecekti Fakat senin ağzından çıkan her manasız kelime bile kurul kararı gerektirmeden Çağdaş Türk Edebiyatına bağışlanabilirdi bence Tabi bana pek pas vermiyordun haklı olarak, senin gözün yükseklerde benim gözüm senden sonra Bakkal’ın kapısında asılı duran meşin yuvarlakta Karşıdan gelen babamın elinde Pazar filesi, o topun o ağlarla buluşması aylar alacak belli ki, Ayağıma kadar gelen son şansım Nuri Leflef sponsorluğunda kösele ayakkabı, o da başlı başına futbol katili Zaten böyle beraberliklere ilk adımı atan erkeklerin bir çoğu ofsayta yakalandı Zararı yoktu ama devamlı geriye dönüyorlar diye ben hep defans oyuncularını sevdim, benim için erkekliğin %90’ı boşa kaçmaksa %10’u Matthias Sammer’di Yani daha sonra kapladığım tek yer olan beton sahalardan 3 asist 1 golle takıma yaptığım katkı ve kanlı dizlerimden henüz ayıklayamadağım çakıl taşlarıyla, Kaldı ki yalnız müfettiş denetlemelerinde doldurulan sınıftaki ecza dolabı, hiçbir öğrencinin yürek yangınına dahi merhem olmadı Gençlik Bayramında sana uygun olmayan adımlarla uzaklaşırken bedensel eğitimden, Ruhuma sahip olabilirdin ama bende ki bu tiple bedenime asla Biliyorsun ki “aşkım çok hızlı gitmiyor muyuz sence de“ sorusuyla beraber, bazı zevkler problem yaratıyordu “A noktasından G noktasına” Mesela bir Zahide vardı sınıfın en arka sırasında, üç senede öğrenemediğimiz Sanat Tarihi’nde ki sütunları, bacak bacak üstüne atarak bir tenefüste öğretti sınıfın yarısına Özür dilerim o okulun koridoru hiç sonlanmayacak, ben seni hiç sevmiyeceğim sandım.. Ama hemen hemen her gece aynı çocuk, Kainat’ın camında Ay’ın yüzeyini düzeltiyordu tırnaklarının ucuyla, Cenin pozisyonunda uyuyup damarlarımız yaklaşık olarak üç kere dönerken Dünya’nın etrafını Sabahında bir atlıkarınca üstünde Güneş’in çevresinde ki dönüşümüz üç milyon liraya tamamlandı Uzaydan gelen prens Zeki Müren “Dünya yalansın” derken, daha yeni yeni anlıyorduk rakının neden bu coğrafyadan çıktığını Senden bi haberken ; Televizyonun üstünde annemin ördüğü dantellerle süsleniyordu Ana Haber Bültenlerin de ki ölüler Yine de TRT reklamları sayesinde, ısrarla esenlikler dileyecek bahaneler buluyorduk birbirimize Cumhuriyet gazetesiyle bezeli siyah beyaz dünyamız, Blue Jean dergisiyle emperyalist bir renklilik kazanıyordu En çok da şarkı sözlerine kanıyorduk doyasıya Bazı öğretmenler baba mesleğine göre sınıflara ayırırken çocukları, 5/C’ den Mory Kante Emre “Yeke Yeke” diye bağırarak Okulun kapılarını Afrika müziğine sınıf ayrımı gözetmeksizin sonuna kadar açtı Ve ev ahalisi olarak hiç hazır olmamamıza rağmen, ablam bir akşam alman malı kasetçalar yardımıyla bizi Bryan Adams’la tanıştırdı “All for love” şarkısı bize aşkımızı canlı tutmayı öğütlerken Hiçbir sayıya tam bölünemeyen 45’lik bir Cem Karaca plağı tam ortadan kırılarak can verdi Zaten zaman önce, üzerinde 1 Mayıs yazan Tamirci Çırağı vatandaşlıktan çıkarılmıştı Yüce milletimiz bu hadisenin üzerine de kararlılıkla gidemedi Referandum da halk ezici bir üstünlükle Deniz’in mavisini reddetti Oy pusulaları 17 yaşında Eren’lerin son bakışını gösterdi Kimse özgürlüğün tanımına sözlükten bile bakmazken Kenan Evren anayasası gökyüzünü susturdu Bir sağdan bir soldan asıldık da düzeltemedik bu diyarı Mahallede ki bisiklet tamircisi dahil, herkes kontra pedala basmış kışla düzenine geçmişti ki Kara kışla en toplumsal mesaj içeren mücadelemiz, babamın evde gizlediği yasaklı kitaplarıyla soba tutuşturmaktı Çiçekli muşambalarla kapatılırken mutfağın kurak tarafları Çıradan başka çıt sesi çıkmıyorken kimsede Neyse ki evde tek kamusal kimliğimizi sorgulatan diyalog “baca kurumu” ydu Bir spiker klişesi olarak, o geceden beri aralıksız devam eden kar yağışının tadını en çok çocuklar çıkardı Fakat bir kadının sırtında ki talaş çuvalı ve bir anne yüzünde ki utangaç gülümseme yine bir çocuğun aklından uzun bir süre çıkmadı Sonra aman dokunmayalım suya sabuna derken bakışlarımız bile kirlendi İğneyi en çok kendine batıran pikap, içinde ki “Hayat filmlere benzemez sevgilim” sözleriyle beraber Plastik kur üzerinden, çocukluğumuzun yıkanacağı ve inatçı lekelerimizin asılı duracağı mavi leğenle bir kaç mandal karşılığında eskiciye verildi Ne de olsa sinema kültürümüz genişti Ramazan ayında açık lokanta basan abiler, Bayramın birinci günü “üç erotik film birden” tabelasının altında sırıtarak sıraya girdi Zerrin Egeliler’in “Yüzme bilmiyorsan ne işin var ağaçta” afişi, bütün çıplaklığıyla seçim arabalarına slogan olacak nitelikteydi Nasıl olsa zamanında rol arkadaşı Öztürk Serengil aynı arabalardan “Komüniste kanma Zühtü” diye bağırmıştı Oysa Sadık Şendil’in bir tavsiyesiydi bize ; fabrikalar sahibi Saim beyden büyük olan Yaşar Usta’nın unutulmaz tiradı Ondan sonra da zaten böyle ustalar pek yaşamadı Dalları kuruyan Yeşilçam, Münir Özkul’un da vefatıyla kökünden üzerimize devrildi Mahkümlarla cezaevinde kendi sinemasını yapan Çirkin Kral güzel şeyler bırakmak istedi bence de geriye Birleştirdikleri beyaz çarşaflarla Dünya sinemasına açılamamak uğruna “The End” yerine onun kendi deyimiyle ”Burnundan öpmek istiyorum” yazılmalıydı sevgilim Çünkü koskoca İzzet Günay bile utanarak “bu sana hissettiğim hoşlanmaktan da beter mi ne” diyordu vesikalı yarine Kaldı ki uzaktan kumandasız dönemlerde, hem izleyenlerin yüzü kızarmasın hem Türkan Şoray kuralları devam etsin diye, bendim parmak uçlarımla son veren bütün senaryo gereği öpüşmelere Allah affetsin böyle benzetmelerimi ama Sende en azından kamera arkasında ağır bir dille eleştiri getir öpüşmelerimize Kusura bakma n’olur o beyaz perde hiç kirlenmeyecek, sen güzel olduğun kadar küstah olmayacaksın sandım… Sonra sana yakışan bütün renkleri aşırıp yatağımın süngerinin altına sakladım Arkasında “gülümse çekip gidiyorum” yazan, çok mutlu göründüğüm ama baktıkça istenmediğimi anladığım bir fotoğrafı da yanına bıraktım En çok güldüğüm tarafa denk geldi çürük dişlerim Neyse babam en son bodrum katta ki Gençlerbirliği lokalinde, sosyalist bıyığından bira köpüğünü baş parmağıyla sıyırdığından beri bütün ideolojiler birbirine girdi Ta o zamanlar yasalken bile, kapalı alanda sigara içip ülkeyi kurtaranlara en ağır cezayı Liboş’lar verdi Ulan senin dinin imanın yok mu? “Amaca giden her yol mübahtır” diyen Makyavelli En kötü Tanrı bile senden daha iyi Nihayetinde omurgasızlar kazandı sevgilim, dik duranlar eğildi Dava adamı solcu abilerin birçoğu yeşil parkalarını çıkartıp reklam şirketlerinin başına geçti Geride kalanlar da kahve köşelerinde kupa kızını bekledi Boğazı yırtarcasına atılan sloganlar Amerikan tütünüyle temizlendi Devlet organlarında ki duvar grisi, bütün renkleri kendi bünyesinde eritti Ama her şeye rağmen yıllar sonra Kızılay’ı Güneş’inden alıkoyan sarılmamız vardı hatırlarsın sabahın ayazında Bu olay kan tutulması olarak geçsin Uzay Araştırma Enstitüsü kayıtlarında Hala gözün kesiyordu ki bileklerime bakıyordun İliği kemiği kurumuş, sana göre iflasın eşiğindeydi bütün kan bankaları Tıp dünyası şaşkındı bana kalırsa, yüzde yüz uyumlu olmamana rağmen bu hayata Kanda çok az rastlanan i(yi)lik nakli için, erkenden sıraya girmiştin tanımadığın bütün çocukları hayatta tutmak uğruna N’olur yine bir hemşire edasıyla, şahadet parmağınla kapat dudağımı Keza Diyanet İşleri Başkanlığının resmi sayfasından yayımlansın, girilecekse eğer besmeleyle girilmeli kalbine Bilim ve Din bu tip ortak yürütülecek projeler için sık sık bir araya gelmeli bence Gözleri kaçırmaya bağlı rahatsızlıklara yol açan bakışlarının caiz olmadığı Oftalmoloji cephesince de doğrulanmalı Ne kıskanması benim adaletine güvenim sonsuz sevgilim, ben yanında ki kaderden şüpheliyim Sende takdir edersin ki ; beni Ya(ş)ama Yürütme konusundaki insafın Yargılama hususunda aynı ılımlılıkta tecelli etmedi Gerçi böyle ucu açık beklentiler zabıt da denilen sabit kalemle yazılmalı Ne de olsa herkese üç dilek-çe hakkı vermiş yaradan İç işlerin desen bulaşılacak bir yer değil, oldukça şeffaf olmalısın diyeceğim ama İçinin görünmesi bütün iç karışıklıkların aynı anda çıkmasına neden olabilirdi Milli Eğitimde de görev almalısın bence, Madonna’nın kürk mantosundan soğukta kalmış her öğrenciye dağıtırdın birer tane Kim bilir Sabahattin Ali görseydi gözleri dolardı belki de Bağışla beni n’olur… o rahatsızlık tedavi edilebilir, aranan taze kanı damar bir şarkının kollarında bulabiliriz sandım Sylvia Plath “Ölüm çok güzel görünüyor” derken, yaşamı affetmeye katlanabildi mi sence? Veya kaça katlanabilir bir intihar mektubu? En fazla kaçıncı kattan atlanılabilir, boşlukta kaldıkça betona dönüşen yalnızlığa? Hangi din çok görür kürek ucu kadar sevabı, demek istediği birkaç şey daha toprakla kapatılan Nilgün Marmara’ya? Şu kıt kanaat Türkçemle kadınlığına doğru bir Furuğ Ferruhzad şiiri çevirebilecek eğitimim olsaydı keşke Olsun madem öyle sende Didem Madak’ı davet et bir akşam evine “Simli ojeler sür yalnızlıktan sıkıldığında, şimdi tırnakların müsveddesi gibi yıldızlı bir gecenin” Sonra kırmızı ipler al bir gelincik tarlası ör kendine Yüreğine ektiklerinin nadasında ilmek kaçır içinin en rüzgarlı yerinde Bölünmek kansere has bir özellik ya, “Giz Dökümcü” bir hırka birleştir parmaklarının ucuyla Hem o duayı tekrarladıkça bakarsın dilin döner bu defa Kim bilir “Z raporları” kadar uzun ve maliyetsiz hikayeleriniz olur belki de Bütün g’örgü kurallarını inkar et Zamanı değil mi artık, kendi kimliğinin ölüm namazını kılsın insan inleyerek Zaten zaman dediğin şey ; bir türlü sevgisinden emin olamadığın üvey anne O zaman tüm hayatını kaybetmiş kadın şairler adına, Ana dilinde yazdığın şiirde evlatlık edin bir kız çocuğunu Kimse saate baktığı kadar bakmıyor takvime Sen üşüdüğünde ceketimi vermem gereken günün en güzel saatlerini asgari ücrete sattım ben Ama son iş başvurumda Özdemir Asaf ve Lavinia yazdım özgeçmişimin referanslar bölümüne Her an’ı beceriksizce bağlarken diğerine, boğazımda ki düğümlere üflesen de geçmez daha Ne demişti Muhammed üçüncü mektubunda ; “Kalbinde ki hüdhüd kuşlarını benim için öp” Affet beni n’olur.. seni hep yazabileceğimi, ellerini aruz ölçüsüne göre uzatabileceğini sandım Bak yemin billah ederim, kafamda ekmek kırdıklarından beri aklımdan kuşlar çıkmıyor sevgilim Hatırlarsın kartal yuvasında bir tırtılın cenazesindeydik seninle Kurtlanmış yalanların bıraktığı tat hala dilimizde Gencecik boynun ipekten örtü, iklimini şaşırmış bir koza yara kabukların Kanatlı Chavrolet’in kelebek camından gördüm ben ilk kez denizi Sayılı nefesimiz kalmışken geriye, kıyısında bir Yeşilay çadırında tellendirdik ilk cigaramızı Hay dilim kurusaydı da sana sevdiğimi söylemeseydim derken Çöplü çaylarımız ince belli kum saatinde geldi Uçmayı bilmediğim gibi yüzmeyi de bilmiyordum ben, gözlerinin derinliğinde boğulmayalım diye aramızda idam sehpası Tabi gerçeklerle yüzleşmek benim de hakkım Gerekirse bardağından taşan son damla yıksın kumdan kalelerimi Bermuda Şeytan Üçgeninin tam ortasına demir atalım n’olur Bu manyetik alan, yine mahalle aralarında enlemine boylamına konuşulacak kadar bütün aşk teorileri dedikodularının içine çeksin bizi Henüz gün yüzeye çıkmadan, yine bir şafak söküğünü dikmeye çalışırken çaresizce elimizde çıpalarla Ekmek teknelerimiz vursun kıyıya Öyle ya Ruh’un Gemisinde bütün hayvanlıklara yer var nasıl olsa Karasularım hala bembeyaz açıklarını kapatabilir Hem belki bir deniz yıldızı kayar dilek tutarsın Etraf süt liman olur buna en çok kediler sevinir Bu kadarı da avutmaz seni biliyorum Ama sen bilmiyorsun hep yosun kokuyor kirpiklerinin ucu Kaç kurbağa daha öpülebilir ki prense dönüşecek diye Anla işte Orman Masallarından otoban peyzajlarına uzanan saçma sapan bir hikaye bu Kaldı ki çim kolonyasıyla meşhur bir şehirde umutlar bile ancak bu kadar yeşerebiliyordu Her sapağa sıcak asfalt dökmüşler bu yoldan dönüşümüz kolay olsun diye Yoksulluğumuza betonarme kolaylığı getirdik sonra Kolon yük analizleri apartman soğukluğundan üşüyen kimseye evini yeniden sevdiremedi Balkon camlarına demirler ördük Aynı kulvarda yağmur damlası yarıştıramadı çocuklar bir daha Babası ağlarken öğrendim Mehtap’ın öldüğünü, ilk defa görmüştüm tabutların küçüldüğünü Kiralık daire yazısının altında unutuldu bir kız çocuğunun günlüğü Hep altında oturduğu karadut ağacı kurudu Ve zamanla soldu hep onun istediği yöne döndürdüğümüz rüzgar gülü Yani insan hissettiği değil yorulduğu yaştaymış sevgilim Ben üzerime geçirirken yokluğunu, herkes bitmek bilmeyen bir mal mülk telaşına düştü Bir amca “İnsan zaman sonra Noter Huzuru arıyor delikanlı” demişti Kimse kimseye güvenmiyor tabi haliyle Daha sonra da yapılan bütün iyilikler vergiden düşüldü Hani artık Ömür dediğin neredeyse sayfaları eksik bir ticaret dosyası Geçmiş yaşantılarımın mali yükümlülüklerini yerine getiremediğimden bile damgalandığım oldu Gün geldi sadakati kiralayarak satın alma opsiyonlu evlilik kontratları imzalandı Ölüme davetiye çıkaran bütün matbaa firmaları kapatılsın En kötüsü sırtına binen bir kitabın daha altında ezilmezsin Kuş’e kağıda eksik renklerle basıyorlar Gökkuşağını Özgürlüğü kuşun kanatlarından alıp pasaporta işlediler sevgilim Prosedür gereği bile olsa böyle bir yaşamın altına imza atmazsın biliyorum Zaten yüzüme kendi çizdiğin parmak izlerini inceleyerek en çok seni suçsuz buldum Özür dilerim “Korkma Ben Varım” kitabı hiç bitmeyecek, biz bu çağın hep fiyakalı kaybedenleri kalıcaz sandım Ve zaman sonra bir Çingene çocuğun keman taksimini yarıda böldü kentselleşme projesi Üstüne üstlük bir çıkmaz sokağa, sokağa çıkma yasağına uymadığı için öldürülen bir çocuğun ismi verildi Arnavut kaldırımlarını özlemen bile belki artık milliyetçi bir eylem Olsun yazdan kalma heveslerimiz oynuyor hala sıvasız evlerin eskimiş kapı önlerinde Neyse ki hala elde dikilmiş soluk perdeler çekili bazı pencerelerde Bugün bile bileklerim sancırken, kovulduğum yerde koşturuyor ayak seslerim Baksana bütün hayali başarılarımız başka kılıklarda Yeni yeni haklılıklar buluyorum sana Elimin erişemediği kambur bir bıçaksırtı oyuyor içimi, öksürdükçe daha derine batıyor Yüzüstü bırakmışsın bütün güzelliklerini, baksan da olmuyor Soluk bir ampul altında sorguladım kendimi her Perşembe gecesi Tam iki ışık yılı uzaklaşırken parlak bir gelecekten Karanlık çağlara yaklaştım Odanın meydanında “Cadı Avı” adı altında eski bir şarkı “Düşmedim Daha” diye bağırdı Sesin hızına yetişemedi hiçbir yazı Dokunamadıkça artan yazdıkça eksilmeyen bir çaresizlik bu Tam da iyileşme evresine girmişken, ellerin hala bulaşıcı ve yanakların ateşli bir hastalığın başlangıcı Hani o Şubat’ın yorgan yaktıran aşkı, mumun sadece dibini ışıtmadığının da kanıtı Üstelik aramıza bir soğukluk girmesin diye, hala camlarına macun çekilen bir evde Biliyorum artık dizlerinde uyumak ; yastık yüzlerinin asılıp iç içe gömüldüğü, sabaha az kala üzerinde tütün kırılan dağınık bir çarşafın ayazında kaldı Kendi dişlerimin gıcırdamasına uyanıyorum bu günlerde, illa çocukluğuma dönmek için gereken sebep Bruksizm olmamalıydı Biliyorum onların safa yatarak göz yumdukları senin uykularını kaçırıyor Yine de uyu biraz gözlerin küçülüyor Korkma kendini öldürdüğün her rüya ömrünü uzatıyor Can kulağıyla dinlediğim bir sela anında söyledin öldüğümü Yıllarca kirli bir aynaya bakarak ödedim ben kefaretimi Akşam pazarı şansımı gün ağarmadan kaybettim Bir saat tamircisinde bıraktım şimdiki aklımı Dua kartı satan bir çocuğun koynuna, en yakın camii avlusunu bırakıp kaçtım İnsan içine çıkamadım uzun bir süre Üzerinde “Hayat Bilgisi” yazan bir kara tahtaya kafamı üç kere vurduğumdan beri Merdiven altında üretilen bütün uğursuz teknolojik gelişmeler elimin altında Dudağının kenarına imanlı bir nazarlık tak ne olur, gülüşüne hala aklım ermiyor Göğüs boşluğuna düşüyor olmalı üçüncü cemre Aldırdığın saç uçlarını aşıla toprağa, zira bitki örtünde kalan kırıntılar her gün birimizi günaha sokuyor Biliyorum kendini insancıl, çağdaş ve bilimsel yaklaşımlara adadın ama Ki yaşam koçlarının bizi an’ı yaşamamakla yargıladığı şu günlerde Türkçede ki anlam kaymalarını da göze alarak, şöyle koyun koyuna uyanamadık bir kurban bayramı sabahında Şimdi yine eteğini toplayarak “biz benzer ayıplardan bile geçmedik, yüzümüz aynı tonda kızarmıyor” desen Desenleri ayın sonlarından kısıp, biriktirdiğim bahar günlerinden olan elbisen omuzlarından aksın Yine kalem çek gözlerine, tek kalemde sil gözlerinin altında çizdiğim önemli yerleri Sen demiştin “sarılmak kalplerin yer değiştirmesidir” diye Bakışlarının kör noktalarında kaç çocuğa daha kapatabilirsin kollarını Görmezden geliyorsun belki ama Anneler daha çocuksu artık ve sen kız başına baba olmaya çalışıyorsun Ve dünya evinin etrafı yarı günahkar etten duvarlarla örülü Yine de beyaz bir tülün alnında toplanması görülecek şey değil Affet beni… o kış hiç bitmeyecek, burnun hep kızaracak sandım… Şimdi geçmiş zaman, şehrin ortasından eve gidene kadar eritmek kursağında kalanları Ve “öyle kolaysa” eğer makamını hiç kimseye kaptırmayacak olan o şarkıyı söyle “Gel başımdan kaldır at sevdanı” Benim için avuç içlerine üflediğin soluğunu sakla Katlanmış kıyafet izleri ve siyah bir eldiven bırak aynı durakta ki saçağın altına Saç diplerin hala sıcak, kar topluyordur inşallah Çünkü bu sene bir türlü kış gelmedi Ve biz ne yapsak çok üşüyeceğiz belli ki…… |
Her bir mısranın, her bir metaforun dalgalı denizinde kulaç atıyoruz, belki de karaya çıkmak için.
Kimileyin, kimliğimize, varoluşumuza çıkmaz damgasını vuran, kaotik bir yaşamın, bir tarihin labirentlerinden can havliyle geçiyoruz; ya da sahnelerde içine düştüğümüz trajikomik durumumuzu oynuyoruz. Kah ağlıyor, kay gülüyoruz hallerimize. Ve ne çok yaş aldığını da kanıksıyoruz geriye dönüp baktığımızda...
Bu şiir/yazı öyle bir anlatım ki, devasa ve pitoresk bir dünyanın içinde, sonu olmayan bir yolculukta gibiyiz kimileyin.
Kötücül bir dünyanın etoburlarca arşivlenmiş tarihin sayfaları aralanıyor bir bir. Orada neler yok ki? Sanat, kültür, edebiyat dünyası dahil, kanı kaynayan güzel bir gençlik var, kara tahtalar var, yoksulluk var, espri var, diktatörler var, idam sehpaları var on yedisindeki çocuklar için utançsız kurulan, inkar var ve alçaklıklar var diz boyu...
Bir de acılara maruz bırakılanlar var. Apokaliptik bir dönemin geçirdiği trajediler, travmalarıyla boğuşan insanlar var, sürgünler yaşayan, ölen...
Bu şiir, acı ve kederlerden arınmak isteyenleri anlatıyor ve zihinlerini bir nebze özgür kılmak isteyenlerin peşine düşüyor...
Kalbimizle beynimiz aralarındaki çelişkiye ayna tutarak, yüzleşmelerini sağlamak, rehabilite etmek gibi bir misyona adamış kendini şiir...
İşte bu nedenle; okunmalı bu yazı/şiir. defalarca, satır satır okunmalı, üzerinde durmalı, hatta tartışmalı, gerekirse ağlamalı
...
Kendi adıma, hem çocukluğumu, hem de gençliğimi buldum burada. Zaaflarımı, sevinçlerimi, kederlerimi buldum.
Ancak ne yazık ki, hala sansürlüyoruz kendimizi; ne de olsa özgürlüklerin olmadığı bir toplumun fertleriyiz. İliklerimize işlemiş bir mecburiyet gibi, yazılanlar yaşanmışlıklar ve inceleme niteliğinde olsa dahi...
Evet, perspektifi geniş olan bu şiirin akışında, toplumun sosyolojik yapısını ve kendi psikolojimizin geçirdiği evreleri yaşadık. Kara mizahı gördük. Güldük kendi halimize, elbette ki entelektüel kalemin algısı ve muazzam tasviriyle.
kendi adıma bu öğreticilikten, nostaljiden övünçle ayrılıyorum.
Çok çok teşekkür ediyorum, değerli Şair/Yazar Beridze.
İyi ki varsınız ve tanımışım kaleminizi. Hep olasınız, yazasınız dilerim.
Nice saygı ve selamlarımla.
Tüya tarafından 11/19/2023 1:03:35 PM zamanında düzenlenmiştir.