DEPREM
Tarih: 8 Mart 2010
Saat:16.32
Merkez: Karakoçan Başyurt Merkez Üssü
Gecenin en koyulaştığı ve sabaha gebe olduğu anda sancısını hissettirdi yeryüzü. Öylesine bir sancıydı ki bu üzerindeki dağları, taşları, evleri, canları, yolları bir kilim gibi silkeledi attı ve sonra ağır ağır sakinleşti.
Televizyonlarda, radyolarda bir yerlerde deprem olduğu haberi yayınlanıyordu. İnsanlar kendilerinden uzak olan her şeydeki gibi herhangi bir yerdeki depremmiş gibi algılıyordu olanı… Çünkü uzaktı onlara, çünkü onlar yaşamıyordu orada olanı… Asıl yüreklerdeki ve beyinlerdeki fay hatlarını oynatmak ve sarsmak lazım.
Ve Türkiye bir kez daha ölüme uyandı.
Ve Türkiye bir kez daha ucuzluğa yenildi.
Ve Türkiye bir kez daha tedbirsizliğe, vurdumduymazlığa mağlup oldu.
Yüreklerdeki fay hattı derinleşti, bunu göremeyenler yeryüzündeki fay hatlarının resmini çizmiş neye yarar? İnsana yapılan yatırım bu tür afetlerin daha az can kaybı ile atlatılmasına katkı sağlayacaktır. Ama bizde insana yapılan yardım hep acı faturalardan sonra ve lokal yapılmıştır. Şimdi bir ana yüreğinin ömrünün sonuna kadar çekeceği evlat acısının izlerini kim silecek? Dört tane yavrusunu yitirmiş bir babanın gözlerindeki yaşı kim silecek? 20 günlük bebesine kol kanat olup canını veren annenin hüzünlü hikâyesini kim dile getirecek?
Bu acı kolayca silinecek mi hafızalarda?
Bu ölümler kolay unutulacak mı? Her evde ayrı bir hikâye, ayrı bir hüzün, ayrı bir acı muhafaza ediyor yerini yüreklerde… İnsanlar yara sarmanın peşinde, ama ne kadarını sarabilecekler, ne kadarına derman olabilecekler? Sabrı Eyüp gerek, sabrı cemil gerek…
Kader mi, ihmal mi, başa gelen mi, çekilmesi reva olan mı? Bu saatten sonra konuşulanların hepsi öncesinde yapılmayanları kapatmak için. Öncesinde yapılmayan her şeyin vebali deprem sonrasında atılmaya çalışılır. Ama giden gitmiştir, ateş düştüğü yeri derinden yakmıştır.
Karanlıktı her yer, derinden bir ses gelmişti, bir kâğıt parçası nasıl yırtılırsa öyle! Havlayan köpekler, möleyen inekler, ötüşen kargalar ve sonrası tufan! Toz bulutları yükseliyordu kerpiç evlerden, toz bulutlarının içinde ruhlar yükseliyordu arşı alaya cansız bedenlerden. Kıyametti belki de, kıyametin bir öncesi… Kalanlara; içten bir sabır, bir teskin, bir destek lazım bugün. Kaybettiklerinin acısının dinmesi için biraz güç lazım bugün. Ya sabır!
Sanki derin bir nefes almış gibiydi yer, sanki üzerinden bir büyük yük kalkmış gibiydi. Dağları bir kâğıt parçası gibi sallayan gücün izahı için başka ne söylemeliyiz ki? Yolları ikiye bölen ve derin çukurlar yaratan gücün karşısında ne yapabilir ki insan? Aklınızın alamayacağı manzaralar cereyan ediyor yaşamda. İdrakinizin aciz kaldığı anlar yaşanıyor.
Acizliğine işaret mi değil mi bu insanın?
Çaresizliğine delil değil mi?
Hangi duvarı tutacaksın, hangi zemini sağlamlaştıracaksın o an?
Fil karşısındaki karınca, dağ karşısındaki taş, dev dalga karşısındaki damla misali her şey ve de herkes.
“Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı
Binayı kurar iken gördüm Leyla’yı
Leyla başıma açtı türlü belayı” türküsü kerpiç sözcüğünün kulağımıza hoş bir tını ile geldiği zamanlardı. Oysa şimdi kerpiç ölüm demekti, kararan yaşam demekti. Kerpiçten yapılan evler; yoksul gecelerimizin bizi saran duvarıydı. Kardan kıştan, yazdan güneşten korurdu hiç olmazsa… Ucuzdu çünkü bundan ötesine gücü yoktu yapanın. Kerpiç eceli oldu çoğunluğun, yazın sıcaktan kışın soğuktan koruyan kerpiç. Toprak olan, un ufak olan kerpiç. Toprağın samanla karışımından oluşan ve ufacık bir darbede dahi un ufak olan kerpiç.
Çaresizliğin kol gezdiği, can pazarının yaşandığı; korkunun umutla, umudun hüzünle iç içe girdiği andı deprem sonrası…
İnsanlar akıyor deprem bölgesine, bir umut diye… Elleriyle toprağı kazanlar, bağıranlar, çağıranlar, şok olanlar, ağlayanlar… Zamanla korkunç bir yarış, yaşam ve ölüm arasında. Bir saniyenin dahi anlam kazandığı, bir can pazarı…
Kimse yok mu diye bağıranlar… Baba beni kurtar diyenler… Anam diyenler… Bebem diyenler… Kardaşım diyenler… Çare var mıdır ki dostlar?
Ellerle kazılan topraklar, tırnakla kazılan molozlar arasında kurtarılabilecek bir can arayanlar! Ne güç bir iş, ne zor bir sınav, ne sabır isteyen bir uğraş? Zamanla mücadele, toz ile mücadele, artçılarla mücadele? Gözyaşı ile hüzün ile soğuk ile ölüm ile… Bir mahşeri kalabalık, bir can pazarı, bir son dakika mücadelesi…
Sonrası hep karanlık… Çocuğunu kaybedenler, anasını, babasını, bebesini, eşini… Her şeyini yitirenlerin gözündeki hüzün yok mu, hiçbir kelime izah edemez bunu. Hiçbir dil ifade edemez bunu… Sonu olmayan bir derinlik saklıdır bu bakışlarda… Bir uçurum nasılsa, bir dipsiz kuyu nasılsa öyle! Bakmaya çekinirsiniz, sanki bir dalga gelip yutacak gibi sizi… Teselli sözcükleri nafile, teskin edici laflar hikâyedir bu anda. Onlar acılarını yaşamak zorundadır.
Karanlık ne sancılara gebedir, ne ağrılara, ne olaylara? Koca bir sema simsiyah bir örtü ile sarıldıktan sonra insanlar günün yorgunluğunu atmak ve dinlenmek için gözlerini kapatır. En kuytusuna çekilir insan ruhu; rüyalar, kaoslar, sanrılar görür bu kuytulukta…
Ansızın yer sallanır, alır götürür her şeyi… Demin uyudun şimdi uyanamıyorsun.
İşte yaşam bu kadardır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.