HZ. RESULÜN ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE 11 YIL (48)TEBÜK SEFERİ Müslümanlar Allah’ın evi olan Kâbe’nin bulunduğu Mekke şehrini fethetmiş. Ardından Taiflilerle savaşarak onları Medine devletine dâhil etmişti. Her ne kadar Taiflilerden Sakif oğulları Müslüman olmamışlarsa da artık Müslümanların kontrolü altındaydılar. Arabistan’ın tamamı Müslümanların elindeydi. Arabistan’ın yukarı kısmı olan, Şam (Dımeşk) Romalıların egemenliğindeydi. Müslümanların gelişmesinden en çok rahatsız olan Şam bölgesiydi. Mekke’nin fethinden önce gerçekleşen Mute savaşının henüz şokunu atlatamamışlar. Mute savaşında şimdiye kadar karşılaştıkları ordulardan çok farklı bir orduyla karşılaştıklarının bilincindeydiler. Müslümanlar kararlı, net tutumlarıyla insanları etkiliyordu. Özellikle Bizanslıların Mute başarısızlığı, Mute’de 100.000 kişilik orduyla 3.000 kişilik Müslüman ordularını yenemeyişleri. Arkalarından takip edemeyişleri bölgede yaşayanları etkilemişti. Toplumlar her fırsatta bu olayı konuşuyorlardı. Daha yeni İranlıları yene Bizanslıların forsu bölgede yerle bir olmuştu. Şam bölgesinde yaşayan Arap kökenli kabileler gizliden gizliye Medine’ye haber gönderip İslam’larını, biatlerini bildiriyorlardı. Bir bakıma Bizanslıların egemen bölgesinde yaşayan Araplar, soy bilincinin de uzantısıyla Müslüman olup Muhammed’e katılmayı. Medine devletinin koruması altına girmeyi canı gönülden istiyorlardı. Şimdiye kadar Arapların şanını bu kadar yükselten, İran’a, Bizans’a kafa tutan bir lider, bir komutan olmamıştı. Mute savaşındaki hayalet ordunun yankıları bölgeye hâkim olmuştu. Yemen’e gidip gelen kervanlardan, Müslümanlar hakkında aldıkları haberler onları daha da ateşliyor. Kendilerini bütün dünyaya taşıyacak Medine devletinin bir parçası olmak için İslam’a koşuyorlardı. Şam bölgesinin Arap olmayanları, Bizanslılar gidişattan hiç memnun değillerdi. Hicretin 8 ve 9. Yılları, yani hicri -629 ve 630 yılları Müslümanlar için önemli yıllardı. Müslümanların Arabistan’a hâkimiyetlerinin tamamlanıp dünyaya açıldığı yıllar. Medine merkezli kurulan devletin imparatorluğa dönüştüğü yıllardı. Muhammed İslam’a giren veya Müslümanlara İslam’a girmeden biat eden bütün şehirlere valiler gönderiyordu. Bazen valiler yörelerin eski liderlerinden seçiliyor. Özellikle bu uygulama bütün dünyanın dikkatini çekiyordu. Adeta Muhammed; Medine devletine bağlılığınızı verdiğiniz, devletin korumasına girdiğiniz zaman, kendi yerel yönetimlerinizle devam edebilirsiniz diyordu. Böylece toplumlar sevdikleri, saydıkları liderlerinden olmuyor. Eski düzenlerinin devamında, kendilerinden daha güçlü bir imparatorluk tarafından koruma altına alınıyordu. Eskiden kendi imkânlarıyla yaşamlarını sürdüren, kendi kendilerini koruyan bu toplumlar, daha büyük bir güvenin, barışın içine girerek rahatça yaşıyorlardı. Medine devletinin Arabistan’da sağladığı barış, barışın getirdiği haklar, Arabistan dışındaki imparatorlukların, krallıkların işine gelmiyordu. Zira onların toplumları, Medine devletinin sağladığı barıştan, haklardan uzaktılar. Sömürgecilik anlayışı ile yönetilen toplumlar, bütün üretimlerinin sömüren güçlerce ellerinden alınmasından rahatsızdılar. Muhammed gayri Müslimlerden cizye alacağını söyleyince şaşırdılar. Ancak cizyenin ne olduğunu öğrendiklerinde hayran kaldılar. Çünkü gayri Müslimlerden cizye isteyen Muhammed, cizyeyi her gayri Müslim’den istemiyordu. Cizye sadece savaşabilecek erkeklerden alınıyordu. Kadınlardan, çocuklardan, yaşlılardan, hastalardan, sakatlardan alınmıyordu. Yani savaşa katılamayacaklardan, savaşa katılmayanlardan alınmıyordu. Müslümanlar onlara cizyenin mantığını anlattıklarında dünden razı oldular. Cizye kendilerini korumak için erleri savaşa gitmeyen toplumlar tarafından, koruma karşılığında Müslümanların aldığı bir vergiydi. Bir bakıma savaş için askere alınmayan savaşa gidebilecek gayri Müslimler, parasını vererek savaştan kurtuluyorlardı. Bunu anlayan gayrimüslimler severek cizye vermeye başladılar. Zaten önceki imparatorlar, krallıklar da birçok vergi alıyorlardı. Üstelik vergi alırken, savaş için erkeklerini alıyorlar. Savaşta onları en ön saflarda savaştırarak, öldürülmelerine neden oluyorlardı. Medine devletine cizye vererek katılan gayrimüslimlerin kadınları, çocukları, büyükleri memnundu. Delikanlıları savaşlara gidip ölmeyecekler. Hep yanlarında kalacaklardı. Aslında bu durum Müslümanların aleyhineydi. Gayrimüslimler cizye vererek savaştan kurtulurlarken, savaşların bütün yükünü, bütün acısını Müslümanlar üstleniyordu. Müslümanların aleyhine, gayrimüslimlerin lehine olan bu durum elbette gayri Müslimleri sevindirecekti. Hal böyleyken, tarihi süreçte, bazen Müslümanların yanlış uygulamaları, bazen de düşmanların kasıtlı çarpıtmaları nedeniyle cizye konusu gerektiğince anlaşılamamıştır. Hala bugün bile, Müslümanlar arasında cizye konusunu anlamayanlar vardır. Tövbe suresinin 29. Ayetindeki “Kendilerine kitap verilenlerden Allah’a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Resulünün haram kıldığını haram saymayan ve hak din İslâm’ı din edinmeyen kimselerle, (bazı meallerde) küçülerek, (bazı meallerde) boyun eğerek kendi elleriyle cizyeyi verinceye kadar savaşın” ifadesinin uygulanışını, ne yazık ki yanlış değerlendirmişlerdir. Küçülerek ifadesi aslında Müslümanların iktidarını kabul etmektir. Boyun eğmekte aynı şekildedir. Ayet şu anlamdadır. Müslümanlara savaş açanlar varsa onlarla, Müslümanların üstünlüğünü kabul edinceye kadar savaşın. Üstünlüğünüzü kabul ettiklerinde de, onları savaşlardan uzaklaştırın. Savaşlardan uzaklaşmalarının karşılığında onları koruyun ve korumanın karşılığında da cizye alın. Ne yazık ki bu anlayışı birçok Müslüman komutan veya liderler anlayamamış. Zulmedercesine toplumları baskı altına alarak cizye almışlar. Tarihte öyle rivayetler vardır ki dehşet verici. Bazı komutanlar savaşta esir aldıkları gayrimüslimleri yerlere yatırmışlar. Boyunlarının üzerine basarak teslim almışlar. Sonra cizyelerini almışlardır. Hâlbuki ayet böyle yapanları haktan, adaletten ayrılanlar olarak nitelemektedir. Ali bin Ebu talip tövbe suresinin ilk kırk ayetini okuyunca, ayetin bildirisi dalgalar halinde bütün Arabistan’a yayıldı. Kervanlar yoluyla İran’a, Bizans’a, Habeşistan’a, Yemen’e, Mısır’a kadar gitti. Bu durumdan en çok Bizanslılar etkilendi. Çünkü Bizanslıların egemenliği altında, Araplar, Yahudiler, Filistinliler, Kürtler, Ezidiler, Yezidiler, Rumlar, Mısırlılar vardı. Sayılan topluluklar, Muhammed’in Müslüman olmayan topluluklara verdiği haklara sahip değildiler. Muhammed Müslüman olmayan bu toplumlara daha çok hak tanıyordu. Bölgede yaşayan topluluklar olayları kendi açılarından değerlendirmeye başlayınca ortalık karıştı. Bölgede yaşayan bazı toplulukların Bizans’a bağlılığı daha fazlaydı. Bizans’a bağlılıkta ısrarcı olan toplumların liderleri, hem kendi toplumlarında, hem de diğer toplumlarda meydana gelen bu kargaşalıklardan rahatsızdılar. Kim bilir belki de, günümüz liderleri gibi haklarına rağmen, Bizans’la ikili ilişkiler kurmuşlardı. Hani Müslümanların yaşadığı yerlerdeki bazı siyasetçilerin, ülke yöneticilerin, Amerika ve Avrupa devletleriyle gizli ilişkiler kurup halklarını sattıkları gibi, onlarda halklarını Bizans’a satıyor. Böylece şahısları adına ciddi çıkarlar sağlıyorlardı. İşte bunlardan Suriyeliler veya Şamlılar, iki hareket başlattı. Birinci hareket, çevrelerinde Müslüman olan topluluklara baskınlar yapmaya başladılar. Arkalarında onları destekleyen Bizanslılara güveniyorlardı. Resule gelen haberler, kervanlardan topladığı bilgiler hiç iç açıcı değildi. Müslüman olan topluluklara ağır darbeler vuruyorlar. Mallarına el koyuyorlar. Kadınlarını, çocuklarını esir alıyorlardı. Onlar Müslümanlara yaptıkları şeyleri henüz Müslüman olmamış ama, Medine’den yana olmayı düşünenlere de yapmaya başladılar. Böylece korkutma, sindirme hareketine başladılar. Medine’de yana olursanız başınıza bunlar gelir, gelecektir anlayışını bölgede hakim kılmak için şiddetli saldırılar yapıyorlardı. Tarihlerde bazı Müslüman toplulukların baskılardan dolayı, Müslümanlıktan Hıristiyanlığa döndüğünden bile söz edilir. Gerçi bu tür haberlerin doğruluğu tartışılır. Ama her ne olursa olsun, bölgenin durumu gittikçe kötüleşiyordu. Arabistan’da Medine devletinin varlığı gittikçe artarken, Şam bölgesinde etki kaybolmaya yüz tutmuştu. Suriyelilerin baskınları Tebük bölgesine kadar iniyordu. İkinci hareketleri ise; Muhammed ölmüş. Müslümanlar dağılmış. Birbirine girmişler diye haberler yaymaya başladılar. Bunun için kervanlardan özel adamlar tuttular. Bazılarını özellikle çevreye çıkarıp yalan haberler yaydılar. Günümüzde de bu tür kara propagandalar en şiddetli şekilde yapılıyor. Özellikle güçlü ülkeler, zayıf toplumlar, devletler üzerine savaş açacakları zaman, medyayı ayağa kaldırıyorlar. Bin türlü tezgah kuruyorlar. Amerika bu yönde çok iyi propaganda yapıyor. Özellikle Müslümanların yaşadıkları ülkeler Amerika’nın uygulamalarına karşı çıkmışsa, Amerika o ülke hakkında her türlü yalan haberi üretip kamuoyu oluşturabiliyor. Mesela; Saddam’da kimyasal ve nükleer silahlar var deyip Irak’ı işgal ettiğinde aradıkları silahları bulamadılar. Mesela; Müslümanların ülkelerini işgal edip, onların yer altı yer üstü zenginliklerini alırken kendilerini barışçı, kendilerine karşı çıkıp ülkelerini savunanları da terörist ilan ediyor. Bu yönde birçok uyduma haber, film, video, resim, belgeler oluşturuyor. Özellikle Amerikan sinemasının ulaştığı noktadan yararlanıyordu. Amerikalıların çevirdiği “Adada isyan” ve “Beş parmak” filmleri bu konularda ilginç örnektir. Kısaca Şam bugün dünya üzerinde gördüğümüz yalan haber üretme işini o gün çok iyi beceriyordu. Suriyeliler, yani Şamlılar Bizans İmparatoru Heraklius’a bir mektup yazarak, Muhammed ölmüş, Müslümanlar dağılmış. Eğer Arabistan’a bir sefer düzenlerlerse, başı boş Araplar Hıristiyan olur. Bizans’a katılırlar dediler. Heraklius; 40.000 kişilik bir ordu hazırlayarak Arabistan’a doğru harekete geçtiği haberlerini yaymaya başladı. Haberleri alan Muhammed hemen 30.000 kişilik bir ordu hazırlayarak Şam’a doğru yürüdü. Hâlbuki Bizanslılar henüz böyle bir ordu hazırlamamışlardı. Bu tür haberler yayarak, Şam bölgesindeki Müslümanları etkilemek. Müslüman olacakları korkutmak istiyorlardı. Ne var ki, durum buyken, Muhammed ordusunu hazırlayarak yola düşmüştü bile. Tebük seferinin başlangıç dönemi Müslümanlar için önemliydi. Sıcaklar, en doruk noktasındaydı. Üstelik birçok ürünün hasat zamanıydı. Yani sefere çıkmak için uygun zaman değildi. Ayrıca Şam Mekke arası 1925 KM, Medine ile Tebük bölgesi 691 Km. mesafede idi. Resulün amacı, Bizans ordusunu Tebük bölgesinde karşılamaktı. Bizans ordusunun Şam bölgesinden Tebük’e gelmesi bir hayli uzun sürebilirdi. Zaten Müslümanlar da 691 KM. yolu kaç ayda alacakları belli değildi. Hani günde 50 Km. yol yapsalar 15 günden aşağı varamazlardı. 30.000 kişilik ordu da, öncüleriyle, artçılarıyla, iaşelerinin hazırlığı, konaklama, hareket etme uzun sürerdi. Tarihi bilgiler Ordunun 18 defa yolda konakladığını, yolculuğun bir ayı açtığından söz ediyorlar. Muhammed sıcak çöl şartlarında Tebük’e vardığında ordu bir hayli yorgundu. Konaklayan ordu Bizans ordusunu beklemeye başladı. Muhammed etrafa haberler uçuruyor. Gelip geçen kervanlara gittikleri yerlere mesajlar gönderiyordu. Verilen mesajların özeti, Müslüman ordu Tebük’e geldi. Bisans ordusunu bekliyor. Müslümanlara ve Müslüman olmayan toplumlara baskı yapanlara gerekli ders verilecek. Kimse Muhammed’in öldüğü, Müslümanların birbirine girdiği haberlerine inanmasın. İşte buradayım. Müslümanlar, Müslüman olmayıp ezilen, horlanan toplumlar yalnız değildir. Müslüman ordusu hepsini koruyacak. Onlardan çalınanları geri alacaktır. Muhammed küçük gruplar oluşturuyor. Sağa sola gönderiyor. Bölgede yaşayan topluluklarla iletişim kuruyor. Onlardan gerekli bilgileri alıyordu. Suriyeliler Tebük bölgesinden çekildiler. Artık baskın yapamıyorlardı. Kara propagandaları bitmişti. Şam bölgesinin Bizans’a bağlı Hıristiyanları dört gözle Bizans ordusunu bekliyorlardı. Ama Bizans ordusu yoktu. Şam bölgesinden de tehlikeli haberler geliyordu. Şam bölgesinde Taun yani veba hastalığı çıktığı haberleri alındı. İnsanların perişan olduğundan söz ediliyordu. Veba bulaşıcıydı. Muhammed hastalık haberini duyunca orduyu Tebük’te bekletmeye karar verdi. Zaten Şam bölgesine gidebilmek için Tebük’e geldiklerinden daha fazla yol kat edeceklerdi. Bunun geri dönüşü de vardı. Diğer taraftan savaş stratejisi açısından düşmana daha fazla yaklaşmak iyi değildi. Önemli olan düşmanı kendi içinde tutabilmekti. Tebük ne de olsa Arabistan sınırları içindeydi. Arabistan’ın iklim koşullarını taşıyordu. Araplar için bildikleri bir yerdi. Kaldı ki; Müslümanların Tebük’e gelişleri barış içindi. Saldırıları durdurmak içindi. Medine’nin amacı, Bizanslılara bağlı olan Şam bölgesini tamamen istila etmek değildi. Şam bölgesi krallığının yaptıklarına karşı bir gövde gösterisiydi. Bu gösteriye karşılık onlar savaş için gelmek istiyorlarsa gelebilirlerdi. Şam bölgesinin içine girmek, bütün yönlerden ordunun kuşatılmasını sağlamak olacaktı. Belki de Şamlılar hastalık konusunu bilerek çıkarmışlar. Muhammed’in ordusuyla Şam’a yürümesinin önünü kesmek istiyorlardı. Böyle bile olsa bu durum Müslümanların lehineydi. Zira Müslümanlar üzerimize gelmesin diye Şamlılar hastalık uydurmuşsa, onlar Müslüman ordudan korkmuş. Ama Müslümanlar Şam bölgesine hastalık var diye girmezlerse, Müslümanlar Bizans’tan veya Şamlılardan korkmamış, hastalıktan korkmuş olacaklardı. Psikolojik savaşta Müslümanlar öndeydi. Muhammed 30.000 kişilik ordusuyla Tebük’e gelerek amacına çoktan ulaşmıştı. Üstelik daha önce Mute’de 100.000 kişilik Bizans ordusuna 3.000 kişilik Müslüman ordunun karşı çıkmasının yankıları sürerken, bu sefer Muhammed’in de başında bulunduğu 30.000 kişilik ordu baya gözlerini korkutacaktı. Eğer Mute’deki orana çarparsak ki, Mute’de Bizanslılar Müslümanlardan 35 kat fazlaydı. Bu durumda Bizans ordusu 30.000 kişilik Medine ordusunun karşısına 1.000.000 kişilik ordu hazırlamalıydı. Hâlbuki Bizans ancak 40.000 kişilik ordu hazırladığı haberlerini yaymıştı. Bu sayılar bile Müslümanların önde olduğunu, sayısal noktadan Bizanslıların, Şamlıların gözlerinin korktuğu anlaşılacaktır. Çünkü Mute tecrübesi Tebük seferinin temelini teşkil ediyordu. Bu temel, Müslümanların kuracağı orduların, karşısına çıkacak orduların sayısını belirleme kriteriydi. Bizanslılar öyle kafalarına estiği gibi, başka toplumlara davrandığı gibi Müslümanlara davranamayacaklarını öğrenmişlerdi. Şamlıların Bizans imparatoru Heraklius’a mektup yazmalarının karşılığında Muhammed onlara 30.000 kişilik orduyla cevap vermişti. Muhammed’in amacı, Tebük bölgesinde dağılan Müslümanları bir araya getirmek. Müslümanlığa sempatisi olanlarla yakın ilişkiler kurmak. Onları güvenle yaşayacakları şekilde Medine’ye bağlamaktı. Onun için Muhammed, iki yüz, üç yüz, dört yüz kişilik gruplar oluşturup etrafı kolaçan ettiriyordu. Bu çalışmalar meyvelerini vermeye başladı. Eyle krali Yuhanna ile birlikte Ezruh ve Cerba halki temsilcileri de Tebük’e gelip cizye vermek üzere anlaşma yaptılar. Birçok küçük kabile Müslümanlığı kabul ederek biatlerini verdiler. Muhammed Halid b. Velid’i dört yüz atlıyla Hıristiyan topluluk olan Dûmetülcendel’in krali Ükeydir b. Abdilmelik üzerine gönderdi. Bu topluluk Şam’a bağlı olarak saldırılara katılıyordu. Halit bin Velid’in görüşmeleri sonucu, iki bin deve, sekiz yüz at, dört yüz zırh gömlek, dört yüz mızrak vermek ve Ükeydir ile kardeşi Mudad haklarında hüküm versin diye Muhammed’e getirildiler. Muhammed onlarla sulh antlaşması yaptı. Artık kabile, Müslümanlara saldırmayacak. Diğer Hıristiyan toplulukları korkutmayacaktı. Muhammed belirledikleri tazminatı ganimet olarak aldı. 20 gün kadar Muhammed ordusuyla Tebük’te bekledi. Gelen giden yoktu. Aksine, hastalığın arttığı, Bizans’ın gerçekte ordu hazırlamadığı ortaya çıktı. 20 gün sonra Muhammed ordusuna geri dönüş talimatı verdi. Uzun bir yolculuktan sonra hiçbir savaş yapmadan, üstelik ganimetlerle Müslüman ordu Medine’ye dönmüştü. Tebük seferi için Muhammed ısrarla savaşa katılması gereken Müslümanların katılmalarını istemişken, Medine’de yaşayan bazı Müslümanlar Tebük seferine katılmamışlardı. Medine dışından gelen Müslüman orduları memleketlerine gittikten sonra, Muhammed savaşa katılmayanlardan özür dilemek için gelenleri kabul etti. Üç kişi hariç diğerleri, bahanelerini söyleyip özür dilediler. Muhammed onlara bir şey demedi. Ancak; Kâ’b b. Mâlik, Mirare b. Rabî ve Hilâl b. Ümeyye mesrû resule gelip, “ya Resulüllah bizim savaşa katılmamızda hiçbir özrümüz yoktu. Öylesine katılmadık. İçimizden gelmedi. Sana söyleyecek bir bahanemiz yok. Bahane uyduracak da değiliz. Hata ettiğimizi sonradan anladık ama size de yetişmek için yola çıkmadık” çerçevesinde konuştular. Muhammed onlara “Hakkınızda Allah hüküm verinceye kadar bekleyin. Müslümanlarla konuşmayın. Müslümanlardan ayrı durun” dedi. Daha sonra Müslümanlara da bu üç kişiyle konuşmamalarını, onlarla ilgilenmemelerini tembih etti. Hatta Hilâl bin Umeyye’nin eşi gelip, “ya Resulüllah eşim hilal yaşlıdır. Kendi başına duramaz. Ben onun bakımını üstlensem olmaz mı?” Diye sorunca resul izin verdi. Bazı rivayetlerde, üç kişinin kadınları resule gelip eşlerimizle aramızdaki nikâh akdi ne olacak diye sordukları, resulün de kadın erkek ilişkisinin kurulmaması tembihinde bulunduğu ettiği rivayet edilir. Savaş hazırlığı yapılırken bazıları savaşa gitmemek için resule gelip izin istediler. Bu konuya Allah ayetlerinde şöyle değiniyor. Tövbe suresi 41- 47. Ayetler “Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, "Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık" diye kendilerini helak edercesine Allah’a yemin edecekler. Hâlbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor. Allah seni affetti. Fakat doğru söyleyenler sana iyice belli olup, sen yalancıları bilinceye kadar onlara niçin izin verdin? Allah’a ve ahiret gününe iman edenler, mallarıyla canlarıyla savaşmaktan senden izin istemezler. Allah takva sahiplerini pekiyi bilir. Ancak Allah’a ve ahiret gününe inanmayan, kalpleri şüpheye düşüp, kuşkuları içinde bocalayanlar senden izin isterler. Eğer onlar çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara "Oturanlarla beraber oturun!" denildi. Eğer onlar sizinle birlikte olsalardı, size bozgunculuktan başka bir katkıları olmazdı. Mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranıza koşarlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri gayet iyi bilir. Andolsun onlar önceden de fitne çıkarmak istemişler ve sana nice işler çevirmişlerdi. Nihayet hak geldi ve onlar istemedikleri halde Allah’ın emri yerini buldu. Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır. Eğer sana bir iyilik erişirse, bu onları üzer. Ve eğer başına bir musibet gelirse, "İyi ki biz daha önce tedbirimizi almışız" derler ve böbürlenerek dönüp giderler. De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim mevlamızdır. Onun için müminler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler. De ki: Siz bizim için ancak iki iyilikten birini beklemektesiniz. Biz de, Allah’ın, ya kendi katından veya bizim elimizle size bir azap vermesini bekliyoruz. Haydi, bekleyin; şüphesiz biz de sizinle beraber beklemekteyiz. De ki: İster gönüllü verin ister gönülsüz, sizden asla kabul olunmayacaktır. Çünkü siz yoldan çıkan bir topluluk oldunuz. Onların harcamalarının kabul edilmesini engelleyen, onların Allah ve Resulünü inkâr etmeleri, salata ancak üşenerek gelmeleri ve istemeyerek harcamalarından başka bir şey değildir” Ayetler Müslümanların bilgileri, bilinçleri, psikolojileri üzerinde ince tahliller yapıyor. Müslümanlar savaş için hazırlık yapmaya başladıklarında geri duranların konumlarını inceleyerek, onların aslında iman etmiş kişiler olmadığını, aksine münafık olduklarını bildiriyordu. Bu çok önemliydi. Ayetler üzerinde ayrıntılı durmayacağım. Zaten konu gereği durumları yeterince açık… Sefer sonunda resule gelip özür dileyenlere resul bir şey demedi. Ancak Tövbe suresinin gelen ayetleri onların durumunu açığa çıkardı. Hâlbuki onlar şöyle zannediyorlardı. Tamam, Muhammed’e gittik söyledik. O da bize bir şey demedi. Bakın üç kişiye nasıl yasaklar getirdi? Onları nasıl toplumdan tecrit etti? İyi ki onlar gibi doğru söylememişiz diye kendilerini teselli ediyorlardı. Tecrit edilen Müslümanlarla dalga geçiyorlar. Kendi aralarında Muhammed’i kandırdık diye konuşuyorlar. Başkalarının yanında ise kaş göz işaretleri yapıyorlardı. Ancak ayetler öyle bir geldi ki, ne yapacaklarını şaşırdılar. Tövbe suresinin 64-72 ayetleri onların hallerini ortaya koyuverdi. Hem de hüküm olarak. “Münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir surenin müminlere indirilmesinden çekinirler. De ki: Siz alay edin! Allah o çekindiğiniz şeyi ortaya çıkaracaktır. Eğer onlara, sorarsan, elbette, biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile O’nun ayetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? Özür dilemeyin; çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz. Münafık erkekler ve münafık kadınlar birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alı kor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fasıkların kendileridir. Allah erkek münafıklara da, kadın münafıklara da, kâfirlere de içinde ebedi kalacakları cehennem ateşini vaat etti. O, onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir! Onlar için devamlı bir azap vardır. Sizden öncekiler gibisiniz. Onlar sizden kuvvetçe daha üstün, mal ve evlatça daha çok idiler. Onlar yeryüzünde paylarına düşenden faydalandılar. İşte sizden öncekiler nasıl paylarına düşenden faydalandıysalar, siz de payınıza düşenden faydalandınız ve dünyaya dalanlar gibi siz de daldınız. İşte onların amelleri dünyada da ahirette de boşa gitmiştir. Ve onlar ziyana uğrayanların kendileridir. Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd ve Semud kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberi onlara apaçık mucizeler getirmişti. Demek ki, Allah onlara zulmedecek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler. Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alı korlar. Salâtı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler. Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir. Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaat etti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur” Bu ayetler gelince elleri ayaklarına dolaştı. Artık durum belli olmuştu. Onlar müminler safının dışındaydılar. Müslümanlar onlara öyle davranacak, onlara Müslüman gözüyle bakmayacaklardı. Allah onların hükmünü vermiş. İşi bitirmişti. Üstelik resulüne tembihler yapıyordu. Bakın Tövbe suresinin 80-84 ayetlerinde Allah ne diyor. “Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah ve Resulünü inkâr etmelerinden ötürüdür. Allah fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez. Allah’ın Resulüne muhalefet etmek için geri kalanlar oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad etmeyi çirkin gördüler; "bu sıcakta sefere çıkmayın" dediler. De ki: "Cehennem ateşi daha sıcaktır!" Keşke anlasalardı! Artık kazanmakta olduklarının cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar! Eğer Allah seni onlardan bir gurubun yanına döndürür de seninle sefere çıkmak için senden izin isterlerse, de ki: Benimle beraber asla çıkmayacaksınız ve düşmana karşı benimle beraber asla savaşmayacaksınız! Çünkü siz birinci defa yerinizde kalmaya razı oldunuz. Şimdi de geri kalanlarla beraber oturun! Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla salâtını ikame etme; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler” Bu hükümlerden daha ağır hüküm olabilir mi? Allah’ı hafife alan, resulüyle dalga geçen, Allah’ın dinini hiçe sayanlar elbette ağır cezalara çarptırılacaklar. Onlar dillerinden “kalbimizde hiçbir kötülük yoktu” diyebilirler. Sıkıştıklarında kendilerini böyle savunabilirler. Ancak Allah söze değil, eyleme, eylemdeki samimiyete baktığını söylüyor. Lafla peynir gemisinin yürütülemeyeceğine işaret ediyor. Üç kişinin işi zordu. Onların durumu Allah’a bırakılmıştı. Ayetlerin münafık ilan ettikleri toplumda dolaşırken… İşlerine güçlerine bakarken… Toplumdan tecrit edilmemişlerken… Üç kişi toplumdan tecrit edilmişti. Hiç kimse onlarla konuşmuyordu. Toplumun onlarla konuşması yasaklanmıştı. Onlar evlerine kapanmışlar Allah’a tövbelerini yapıyorlardı. Tarihe geçen bazı konuşmaları var. Eşleriyle, çocuklarıyla oralara girmek istemiyorum. Üç kişinin durumunda önemli noktalar var. Birincisi; Üç kişi hiçbir mazereti olmadan, keyfi olarak Tebük seferine katılmamışlardı. Ancak bunu bütün samimiyetleriyle gelip anlattılar. Aslında onların samimi bir şekilde gelip anlatmaları, tövbe kapısının aralanmasıydı. Muhammed, onların samimi dönüşünü zaten tövbe gibi görmüştü. Fakat onların ısrarlı af dilemelerinin karşılığında kendisi af makamı değildi. Üç kişi yaşadıkları vicdani rahatsızlık nedeniyle perişandılar. Onun için bir an önce af edildiklerine dair bir söz, bir işaret bekliyorlardı. Resul af kapısı olmadığı için bu sözü vermedi. Çünkü yetkisi yoktu. Onun için onları Allah’a havale etti. Onlar Allah’tan bilgi gelinceye kadar kendilerini af etmeyeceklerinin bilincindeydiler. Yaptıkları hatanın ne olduğunun bilincine varmışlar. Bütün samimiyetleriyle gelmişlerdi. Bu önemli bir vurguydu. Hâlbuki samimi olmayanlar türlü yalanlarla bahaneler uydurmuşlardı. Onların Allah, resul, din, cihat umurlarında değildi. Ama üç kişi için bunların hepsi hiçbir şeye değiştirilemeyecek değerlerdi. Bunu biliyorlardı. Bilerek hata etmişler, dönüş için kapıya gelmişlerdi. Şimdi haklarında hüküm bekliyorlardı. Acaba bugün bizler hatalarımızdan dönsek hakkımızda yeryüzünde iken af edildiniz diye ayetler gelir mi? Hemen bu ne biçim soru diyeceksiniz değil mi? Ben de zaten işin önemini vurgulamak için söylüyorum. Onlar haklarında ayet geleceğine inanarak yalvarıyorlar. Ama bizim hakkımızda ayet gelmeyecek. Çünkü ayetlerin gönderilişi bitti. Biz öyle inanıyoruz. Acaba bu yargı doğru mu? Elbette değil. Çünkü bizim ayetlerimiz 1500 yıl önce peşinen gönderildi. Bizden de üç kişinin durumunda olanlar, aynen üç kişi gibi değerlendirileceklerdir. İkincisi; Resulün konuyu Allah’a havale etmesi ki, bu çok önemliydi. Resul burada görevinin gerçeğini belirtiyordu. Resulün görevleri arasında af etme, tövbeleri kabul etme yetkisi yoktu. Ama üç kişi gelmiş hatalarını samimiyetle söylemiş. Af diliyorlardı. Resul ne yapabilirdi ki? Tövbeleri kabul eden Allah’tı. Üstelik gelen üç kişi, vicdanlarındaki yangını bastıramıyor. Konuyu ahirete taşımak istemiyor. Dünya yaşamında af edildiklerini bilmek istiyorlardı. Onun için üç kişiye resul “sizi Allah’a havale ettim. Allah’tan hüküm gelinceye kadar bekleyin” dedi. Onları evine gönderdi. Müslümanlarla konuşmalarını istemedi. Toplumla bağlarının kesilmesini istedi. Üçüncüsü: hükümleri Allah’a bırakılan üç kişi, Allah’tan hüküm gelinceye kadar ne yapacaklardı? Resul, onlara toplumla konuşmamalarını, ilişki kurmamalarını söylüyordu. Sonra onlara bunu söylemekten öte iş yaptı. Müslümanlara, üç kişiyle konuşmamalarını, onlarla ilişki kurmamalarını tembih etti. İlk bakışta bu durum korkunç bir şeydi. Sanki samimiyetle, dürüstçe gelip durumunu anlatanlar cezalandırılıyordu. Hâlbuki yalanla, riyakârlıkla gelip, uyduruk bahane ileri sürenler toplumda rahatça yaşıyorlar. Herkes onlarla konuşuyor. Herkes onlarla ilişkilerini sürdürüyordu. Bu durum çelişkili gibi görünüyordu. Üç kişiye haksızlık yapılmış gibi görünüyordu. Ama böyle değildi. Üç kişinin toplumdan tecrit edilmesinin kendi özünde anlamları vardı. Her şeyden önce, üç kişinin samimiyetinin test edilmesi gerekiyordu. Üç gün sonra, beş gün sonra, bir yalan kıvırıp gelebilirlerdi. Resul onlara Allah’ın affı gelinceye kadar bekleyin dedi. Onlar beklemeyip, yaptıkları itirafın tersine hareket edebilirlerdi. Resul onları tecrit ederek, Allah’tan ayet gelinceye kadar görüşmeyeceğini söyledi. Müslümanların da görüşmesini yasakladı. Onlar resulü tanımıyorlar mıydı? Elbette tanıyorlardı. Onlar Bedir’de, Uhud’ta, Huneyn’de, Hendek’te, Hayber’de, Mekke’nin fethinde bulunmuş kişilerdi. Resulün ne kadar katı, sert, tavizsiz olduğunu biliyorlardı. Resul insan olarak, insancıl, anlayışlı, yumuşak iken, konu iman, din konusuna gelince, dünyanın en sert, en katı insanı olabilirdi. Resul; Allah’tan hüküm gelinceye kadar görüşmeyi kapattığını söyleyince onlar anladılar ki, haklarında ayet gelinceye kadar resul onlarla konuşmayacak. Müslümanlar onlarla konuşmayacak. Bu durumda şeytan onları yalan söylemeye, itiraflarını geri aldırmaya yönelik saptırma yaparsa, onlar resulün karşısına çıkamayacaklar. Böylece şeytanın kandırması boşa çıkacaktı. Resul görüşme imkânını kapatarak, aynı zamanda şeytanın onları kandırmasının kapısını da kapatmış oldu. Tecrit anı çoğu zaman insanın kendini özeleştiriye tabi tutmasıdır. Düşünün; büyük bir hata yaptınız. Pişmansınız. İnsanlarla konuşmalarınız, iş güç, aile ilişkileriniz, insanlarla ilişkileriniz sizi oyalıyor. Siz oyalanma içinde, yaptığınız hatayı unutabilirsiniz. Yapmakta olduğunuz tövbe işlemini unutabilirsiniz. Hâlbuki tecrit anı, sizi işinizden, aşınızdan, çocuklarınızdan, eşinizden, Müslüman kardeşlerinizden, toplumdan etti. Koskoca dünyada tek başına kaldınız. Tıpkı ahiretteki hesap günündeki gibi, Rabbinizin huzurunda yalnızsınız. Size ne resul, ne aileniz, ne Müslümanlar, ne de diğerleri yardım edemiyor. Hepsi sizden uzaklaştırılmış, uzaklaşmış durumda. Siz bir an olsun, tövbe etmekten bıkıp, etrafınıza yönelip kendinize bir yol arasanız, etrafınızda kimse yok. Hesap günündeki gibi yapayalnızsınız. Bu bilgi, bu bilinç tecrit anında hayatınızı sarıyor. Tekrar resulle, eşinizle, çocuklarınızla, akrabalarınızla, Müslümanlarla, toplumla ilişki kurabilmeniz için, verdiğiniz söz üzerine, yaptığınız talep üzerine, yani dilediğiniz tövbe üzerine beklemelisiniz. Allah sizdeki samimiyeti ölçecek, tartacak, biçecek. Sizin tövbenizi kabul ettiği anda sizi tekrar insanların içine gönderecek. Bu durum doğuncaya kadar, tecrit anındaki insan kendini dinler. Bütün hayatını önüne kor… Bütün ilişkilerini gözden geçirir. Sadece tövbeye yöneldiği olayı değil, bütün yaşamını düşünmeye başlar. Eğer tövbesi kabul edilirse tertemiz olacaktır. Sadece bu olaydan mı? Hayır! Elbette tüm yaşamının pisliklerinden sıyrılacaktır. Onun için tecrit, kişinin tüm hayatını gözden geçirmesine neden olur. Sakinlikte, yalnızlıkta bütün varlığını gözden geçirir. Unuttuğu birçok şey gündeme gelir. Tövbeye konu olan konuların dışında da tövbe edilmesi gereken birçok olayı yakalar. Onlar içinde tövbe eder. Tecrit edilenlerle, Müslümanların konuşmaması anlamlıdır. Toplumun konuşmaması anlamlıdır. Müslümanlar akıl vermeye kalkabilir. Toplum akıl vermeye kalkabilir. Hele toplumda münafıklar, kâfirler varsa, onlar gelip yoldan saptırmak için uğraşabilir. Resulün tecridine karşılık, onlar size haksızlık yapılıyor. Ne varmış bunda? Sadece siz mi sefere katılmadınız? Bak başkaları da katılmadı. Onlar tecrit edildi mi? Diye ve buna benzer sorgularla onların tövbede pişmesini, yanmasını engelleyebilirler. Özeleştiri anı, yalnızlık anı, insanın itiraf anı bir açıdan en güçlü anı, bir açıdan da en zayıf anıdır. Güçlüdür, çünkü bütün samimiyetiyle ortaya çıkmıştır. Bundan daha büyük bir şey olamaz. Çoğu insanın başaramayacağı bir şekilde zaaflarından kurtulma cesareti göstermiştir. Zayıftır, her an geri dönebilir. Yaptığı itirafın pişmanlığını yaşayabilir. Gelgitler halinde olabilir. Böyle bir atmosferdeyken, dışarıdan olumsuz müdahale çabucak yapılabilir. Bu atmosferde yapılan müdahale etkili olur. Ama tecrit anında dışarıdan hiçbir müdahale olmazsa, tövbe eden rahat eder. Aksi halde olumlu, olumsuz bütün telkinler tövbe edene etki eder. Şurası muhakkak ki, tövbe sırasında olumlu müdahaleler bile tehlikelidir. Düşünün bütün suçlarını itiraf etmiş. Tövbeye yaklaşmış birine, eşi dostu, ailesi, arkadaşları, Müslüman kardeşleri gelip akıl veriyor. Şöyle yap böyle yap diyor. Şimdi insan bütün bu katkılardan sonra ben tövbe ettim diyebilir mi? Elbette hayır. Çünkü dışarıdan akıl verilerek yapılan tövbeye, birlikte tövbe etmek denir. Hâlbuki tecrit anında kişi tek başına tövbe eder. Allah’a tek başına yaklaşır. Hiçbir destek almadan sadece Allah’ın desteğine inanır. Hiçbir güce bağlanmadan sadece Allah’ın gücüne bağlanır. Ve sadece kendisi tövbe eder. Tecrit anında; İnsan dünya nimetlerinden uzaklaşarak, dünyadan bağlarını keser. Buna ölmeden huzura çıkmak denir. İnsan bilgiyle, bilinçle huzura çıkar. Bilgiyle, bilinçle dünyadaki bağlarını koparan insan, artık dünyayı düşünmez hale gelir. Sadece Allah’ı, ona yapacağı tövbeyi düşünür. Bağlantıları kopmuş insan daha sağlıklı düşünmeye başlar. Samimiyetine samimiyet katar. Rivayetlere göre üç kişi 50 gün boyunca, toplum içinde tecrit halinde tövbe ettiler. Kur’an okuyarak, salât ederek, Allah’a yalvardılar. Kendi başlarına, kendilerini Rabbin huzurunda hesaba çektiler. Özeleştirinin kralını yaptılar. Akıllarını, muhakemelerini, iradelerini, duygularını, hayallerini, geçmişlerini, geleceklerini aynı noktada bütünleştirdiler. Yoğurdular, yoğruldular. Böylece akılları başka, muhakemeleri başka yerlere gitmedi. Duyguları başka hayallerini başka yere gitmedi. Geçmişleri başka gelecekleri başka yere gitmedi. Bütünlük içinde, akıllarıyla, muhakemeleriyle, iradeleriyle, duygularıyla, geçmişleriyle, gelecekleriyle Rabbin huzuruna vardılar. Kendilerini Rabbe teslim ettiler. Onun affına sığındılar. Onun gücüne, onun şefaatine sığındılar. Onlar sura dünyalarında üfürdüler. Mizana dünyada durdular. Affın ve şefaatin kapısını çaldılar. Kapının sahibi ne resuldü, ne Müslümanlardı. Kapının sahibi sadece Allah’tı… Bu özleri anlayabiliyor muyuz? 50 gün bitmişti. 50 gün boyunca üç kişi toplumdan tecrittiler. Onların durumunu Allah görüyor biliyordu. Onların samimi duygularından haberdardı. Ve onlar için ayetini gönderdi. Tövbe suresinin 118. Ayeti olarak gelen ayet “Ve geri bırakılan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü, genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah’tan yine Allah’a sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı. Allah onların tövbesini kabul etti. Onları eskiye döndürdü. Çünkü Allah tövbeyi çok kabul eden, pek esirgeyendir” Ayet resule intikal edince, resul hemen Müslümanları müjdeyle onlara koşturdu. Artık onlar yeryüzüne tekrar döneceklerdi. Af edildiklerine dair ayet onların nişanesi olarak yeryüzünde dolaşacaktı. Tebük seferi; önemli algılarıyla Müslümanların tarihine yazıldı. Üç aya yakın bir süre alan seferde herhangi bir savaş olmadı. Hiçbir can kaybolmadı. Resulün komutanlığında son savaş seferiydi. Barış dininin temsilcisi Muhammed, barış için ordusunu ayağa kaldırdığında, karşısına çıkacak güç bulamamıştı. Bu önemliydi. Devrin süper gücü Bizans Muhammed’in 30.000 kişilik ordusunun önüne çıkmamıştı. Dünya bunu konuşuyordu. Arabistan imparatorluğunun 10 yılda geldi bu durum akla hayale sığmıyordu. İran, Mısır, Habeşistan bundan etkilenmiş. İlerisi için planlar yapıyordu. Medine devleti bütün dünyaya meydan okurken, savaş hazırlığı sırasında, bazı Müslümanlarda gevşeklik gösterdiler. Konuya ilişkin gelen ayetler, çok değişik açılardan münafıklık tanımları getirdi. Müslüman toplum müminler münafıklar diye ayrıldı. Tabi bu ayrılış, Müslümanlar ile kâfirlerin ayrılması gibi değildi. Allah’ın saydığı eylemleri gerçekleştirenler münafık olarak Allah tarafından Müslümanlara bildirildi. Müslümanlar savaşa hazırlığına başladığında; - Savaştan kaçanlar - Savaş için yardım etmeyenler - Savaşmamak için izin isteyenler - Savaş aleyhinde konuşup, savaşa gidenleri alaya alanlar - Müslüman ordunun komutanları, devletin başkanı hakkında ileri geri konuşanlar Münafıklar safında sayıldılar. Onlar istedikleri kadar biz de Müslüman’ız desinler. Hatta günümüzdeki gibi “kalbimizde hiçbir kötülük yok, kalbimiz tertemiz” desinler fark etmeyecekti. Allah onları mümin değil münafık saymaktaydı. Tebük seferi; Müslümanların Arabistan’daki hâkimiyetini pekiştirdi. Tebük bölgesi tamamen Müslümanların hâkimiyetine geçti. Artık ne Şamlılar ne de Bizanslılar Tebük bölgesine saldırılarda bulunamıyorlardı. Muhammed lider olarak kendini göstermiş. Arapları dünya tarihine yazdırmıştı. Ünü Anadolu’ya, Avrupa’ya, Asya’ya, Afrika’ya ulaşmış. Oralara tebliğ için giden Müslümanlara güç veriyordu. Şam, Yemen, Habeş, Mısır kervanları Arabistan’da Medine’nin kontrolünde hareket ediyor. Eskisinden daha güvenli olarak seferlerini düzenliyorlardı. Kervanların memnuniyetleri… Kervan yolcularının memnuniyetleri, İslam’ın hızlı yayılmasına vesile oluyordu. Çünkü Kervanlar Müslümanların kurduğu düzenin, güvenilirliği, adaleti hakkında tahmin edilemeyecek övgülerle gittikleri yerlerde propaganda yapıyorlardı. Bizans, İran, Mısır egemenliğinde yaşayan halklar, Müslümanlara karşı derinden sempati duymaya başladılar. Müslümanlar Arapça bilmeyen toplumlara, toplumların diliyle ayetleri tercüme ederek gönderiyorlar. Okunan ayetler ile insanlar İslam’a koşuyorlardı. Toplumların yönetimleri bundan rahatsızdılar. Ama çareleri yoktu. Devir Muhammed’in devriydi. Tarih Medine imparatorluğunun tarihini yazıyordu. |