ölü şehir
Ölü şehirleri sever insan.
Nerede bir harabe, yakılmış, yıkılmış antik bir kalıntı varsa bulur, ve gidip gezer orayı… Bir şehrin ölmesi için üzerinden bin yıl geçmesi gerekmez. İnsanın ölmesi yeterlidir. Kum torbası gibi dolaşırken sokakta, düşüncelerin çekip çıkarıldıysa beyninden, boşlukta dönen gezegen misali bakıyorsa gözbebeklerin güneşe, yaşama sevincin bir martıdan fazla değilse, ya da cebin boşsa, işsizsen, terkedildiysen, penceresi olmayan bir ofiste çalışıyorsan sıcak yaz gününde, tatile çıkmadıysan bu sene, ortalaman düştüyse, sınıfta çaktıysan, o kadın sana yüz vermediyse, gidip başka bir hergeleye verdiyse, aldatıldıysan, kahvaltı edemiyorsan, kahve bittiyse evde, sigarasız kaldıysan, tuvalet kağıdı almayı unuttuysan, kabız olduysan, çıkarmayı unuttuğun çöp kokuyorsa, temiz çamaşırın kalmadıysa, ayak tırnakların uzadıysa, yalnızsa dudakların, gözlerin, ve avuçların, köprü trafiğinde sıkıştıysan, oturacak yer bulamadıysan otobüste, deprem gibi bekliyorsan olası ayrılığı, kırmızı ışıkta geçen hıyar sıktıysa canını, kısacası mutsuzsan, bedenen yaşıyor olsan bile, yaşadığın şehir ölmüştür… Bunları düşünerek ölü şehrine gelen turistleri izleyen sütunlar misali durursun bir köşede… Ölü şehirleri sever insan, şehirler de ölüleri… |