İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN BAŞLANGICINA
ve bu benim
yalnız bir kadın soğuk bir mevsimin eşiğinde, yeryüzünün kirlenmiş varlığını anlamanın başlangıcında ve gökyüzünün yalın ve hüzünlü umutsuzluğu ve bu beton ellerin güçsüzlüğü zaman geçti zaman geçti ve saat dört kez çaldı dört kez çaldı bugün aralık ayının yirmi biridir ben mevsimlerin gizini biliyorum ve anların sözlerini anlıyorum kurtarıcı mezarda uyumuştur ve toprak, ağırlayan toprak, dinginliğe bir belirtidir. zaman akıp geçti ve saat dört kez çaldı sokakta rüzgâr esiyor sokakta rüzgâr esiyor ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum cılız, kansız saplarıyla goncaları, ve bu veremli yorgun zamanı ve bir adam ıslak ağaçların yanından geçiyor damarlarının mavi urganı ölü yılanlar gibi boynunun iki yanından yukarı süzülmüştür ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi yineliyorlar -selam -selam ve ben çiçeklerin çiftleşmesini düşünüyorum soğuk bir mevsimin eşiğinde aynaların ağıtı topluluğunda ve uçuk renkli deneyimlerin yaslı toplantısında ve suskunluğun bilgisiyle döllenmiş bu günbatımında gitmekte olan o kimseye böyle dayançlı ağır başıboş nasıl dur emri verilebilir. o adama nasıl diri olmadığı söylenebilir, hiçbir zaman diri olmadığı. sokakta rüzgâr esiyor inzivanın tekil kargaları sıkıntının yaşlı bahçelerinde dönüyorlar ve merdivenin boyu ne kadar kısa onlar bir yüreğin tüm saflığını kendileriyle masallar sarayına götürdüler ve şimdi artık nasıl birisi dansa kalkacak ve çocukluk saçlarını akan sulara dökecek ve sonunda koparıp kokladığı elmayı ayakları altında ezecek? sevgili, ey biricik sevgili ne de çok kara bulut var güneşin konukluğunu bekleyen. uçuş düşlediğin bir yolda bir gün o kuş belirdi sanki yeşil hayal çizgilerindendi esintinin şehvetinde soluyan taze yapraklar sanki pencerenin lekesiz belleğinde yanan o mor yalaz lambanın masum düşüncesinden başka bir şey değildi. sokakta rüzgâr esiyor bu yıkımın başlangıcıdır senin ellerinin yıkıldığı gün de rüzgâr esiyordu sevgili yıldızlar kartondan yapılı sevgili yıldızlar gökyüzünde, yalan esmeye başlayınca artık yenik peygamberlerin surelerine nasıl sığınılabilir? biz binlerce bin yıllık ölüler gibi birbirimize varırız ve o zaman güneş cesetlerimizin boşa gitmişliğini yargılayacak. ben üşüyorum ben üşüyorum ve sanki hiçbir zaman ısınmayacağım sevgili, ey biricik sevgili, "o şarap meğer kaç yıllıkmış?" bak burada zaman nasıl da ağır ve balıklar nasıl da benim etlerimi kemiriyorlar neden beni hep deniz diplerinde tutuyorsun? ben üşüyorum ve sedef küpelerden nefret ediyorum ben üşüyorum ve biliyorum yabanıl bir gelinciğin tüm kızıl evhamlarından birkaç damla kandan başka hiçbir şey arda kalmayacak. çizgileri bırakacağım sayı saymasını da bırakacağım ve sınırlı geometrik biçimler arasından enginin duyumsal düzlemlerine sığınacağım ben çıplağım, çıplağım, çıplak sevgi sözcükleri arasındaki duraksamalar gibi çıplak ve aşktandır tüm yaralarım benim aşktan, aşktan, aşktan. ben bu başıboş adayı okyanusun devriminden geçirmişim ve dağ patlamasından. ve paramparça olmak o birleşik varlığın giziydi en değersiz zerresinden güneş doğdu. selam ey masum gece! selam ey gece, ey çöl kurtlarının gözlerini inanın ve güvenin kemiksi oyluklarına dönüştüren! ve senin pınarının kıyısında, söğütlerin ruhları baltaların sevecen ruhlarını kokluyorlar ben düşüncelerin, sözlerin ve seslerin aldırmazlık dünyasından geliyorum ve bu dünya yılan yuvasına benziyor ve bu dünya öyle insanların ayak sesleriyle doludur ki seni öpüyorken kafalarında seni asacakları urganı örüyorlar. selam ey masum gece! pencereyle görmek arasında her zaman bir aralık var. niçin bakmadım? bir adam ıslak ağaçların yanından geçtiği zamanki gibi... niçin bakmadım? annem o gece ağlamıştı sanırım benim acıya ulaştığımı ve dölün biçimlendiği gece benim akasya başaklarına gelin olduğum gece İsfahan’ın mavi çini tınlamasıyla dolduğu gece ve benim yarı yanım olan kimse, benim dölümün içine dönmüştü ve ben onu aynada görüyordum ayna gibi duru ve aydınlıktı ve ansızın çağırdı beni ve ben akasya başaklarının gelini oldum. annem o gece ağlamıştı sanırım. bu tıkalı küçük pencereye nasıl da boş bir aydınlık uğradı niçin bakmadım? tüm mutluluk anları biliyorlardı senin ellerinin yıkılacağını ve ben bakmadım ta ki saatin penceresi açıldı ve o özgün kanarya dört kez öttü dört kez öttü ve ben o küçük kadınla karşılaştım gözleri, simurgların boş yuvaları gibiydi baldırlarının kımıltısında giderken sanki benim görkemli düşümün kızlığını kendisiyle götürüyordu gecenin yatağına. acaba saçlarımı yeniden rüzgârda tarayacak mıyım? acaba bahçelere menekşe ekecek miyim ve sardunyaları pencere ardındaki gökyüzüne koyacak mıyım? dans edecek miyim yeniden bardaklar üstünde? kapı zili acaba beni yeniden sesin bekleyişine doğru götürecek mi? "bitti artık" dedim anneme "hep düşünmeden önce olur olanlar gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim boş insan güvenle dolu, boş insan bak dişleri nasıl çiğnerken marş söylüyor ve gözleri nasıl yırtıyor dikizlerken ve o nasıl ıslak ağaçların yanından geçiyor dayançlı, ağır, başı boş. saat dörtte, damarlarının mavi urganı ölü yılanlar gibi iki yanından boynunun yukarı süzülmüş oldukları an ve allak bullak şakaklarında o kanlı heceyi yineliyorken -selam -selam sen asla o dört su lalesini kokladın mı hiç?... zaman geçti zaman geçti ve gece akasyanın çıplak dallarına düştü gece pencere camlarının ardında kayıyor ve soğuk diliyle geçmiş günün artıklarını içine çekiyor. ben nereden geliyorum? ben nereden geliyorum? böyle bulaşmışım gecenin kokusuna? mezarımın toprağı tazedir hâlâ o iki genç yeşil elin mezarını söylüyorum... ne de sevecendin ey sevgili, ey biricik sevgili! ne de sevecendin yalan söylerken ne de sevecendin aynaların göz kapaklarını kapatırken ve avizeleri tel saplarından koparırken ve acımasız karanlıkta beni aşk ovalarına götürürken ta ki susuzluk yangınının uzantısı olan o şaşkın buğu uyku çimenliğine oturdu ve o karton yıldızlar sonsuzun çevresinde dönerlerdi. sözü neden sesli söylediler? bakışı neden görüşmenin evinde konuk ettiler neden okşayışı kızoğlankız saçların arına götürdüler? bak burada nasıl sözle konuşanın bakışla okşayanın ve okşayışla ürkmekten dinginleşen canı sanı direklerinde çarmıha gerilmiştir. ve gerçeğin beş harfi olan senin beş parmağının dalı onun yanaklarında nasıl iz bırakmıştır! suskunluk nedir, nedir, nedir ey biricik sevgili? suskunluk nedir söylenmemiş sözlerden başka ben susuyorum fakat serçelerin dili doğa şöleninin akan sözcüklerinin yaşam dilidir serçelerin dili yani; bahar. yaprak. bahar. serçelerin dili yani; meltem. koku. meltem. serçelerin dili fabrikada ölüyor. bu kimdir, bu sonsuzluğun caddesi üstünde birlik anına doğru yürüyen ve her zamanki saatini matematiğin eksiltmeler ve ayırmalar mantığıyla kuran bu kimdir bu, horozların ötüşünü gündüzün yüreğinin başlangıcı diye bilmeyen kahvaltı kokusu başlangıcı diye bilen kimdir bu, başında aşk tacı taşıyan ve gelinlik giysileri içinde çürüyen. demek sonunda güneş aynı zamanda umutsuz kutuplarının ikisine birden ışımadı. sen mavi çini tınlamasından boşaldın. ve ben öyle doluyum ki sesimin üzerinde namaz kılıyorlar... mutlu cenazeler üzgün cenazeler suskun düşünür cenazeler güleryüzlü, güzel giysili, obur cenazeler belirli saatlerin duraklarında ve geçici ışıkların kuşkulu zemininde ve boşunalığın çürük meyvalarını satın alma şehvetinde... ah, kavşaklarda ne insanlar var olayları merak ediyorlar ve bu, dur düdüklerinin sesi zamanın dişlisi altında bir adamın ezilmesi gerektiği, gerektiği, gerektiği bir anda ıslak ağaçların yanından geçen adam... ben nereden geliyorum. "bitti artık" dedim anneme, "hep düşünmeden önce olur olanlar gazeteye başsağlığı ilanı vermeliyiz" dedim selam sana ey yalnızlığın garipliği, odayı sana bırakıyorum kara bulutlar her zaman çünkü arınmanın yeni ayetlerinin peygamberleridir ve bir mumun tanıklığında apaydın bir giz var onu o sonuncu ve o en uzun yalaz iyi biliyor inanalım soğuk mevsimin başlangıcına inanalım düş bahçelerinin yıkıntılarına inanalım işsiz devrik oraklara ve tutsak tanelere. bak nasıl da kar yağıyor. belki de gerçek o iki genç eldi, o iki genç el durmadan yağan karın altında gömülmüş olan ve bir dahaki yıl, bahar pencerenin arkasındaki gökyüzüyle seviştiğinde ve teninde fışkırdıklarında uçarı yeşil saplı fıskiyeler, çiçek açacak olan o iki genç el sevgili, ey biricik sevgili inanalım soğuk mevsimin başlangıcına. |