(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve/veya temsilcilerine aittir. Şiirlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.
Şiirin yazıldığı tarihten bugune kadarki 28 yıllık zaman gösteriyor ki,ülkesine ve dünyaya,tüm insanlığa Yunus Emre penceresinden bakan şair haklılığından bir şey kaybetmemiş...Çünkü,insana yapılan haksızlığın özünü görmüştür de,böyle dile gelmiştir o... Saygıdeğer hocam,bu büyük eserinizi yürekten kutluyorum...Saygılarımla...
Şehitlerimize Allah'tan rahmet,Yüce Türk Milletine başsağlığı diliyor,bu kahramanlık dolu satırları kaleme alan şairi tebrik ediyorum.NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE....İBRAHİM KARAÇAY
sevgili serin ve apsuva,bu şiir ölüler için değil ki.dirileredir.
o dalalete düşerek hem dünyalarını hem ahiretlerini kaybetmiş
bahtsızlardan ancak istemeden ,zorla o cendereye düşen belki yüzde ona, allahın yardımıyla kaçabilir kurtulabilirlere.diğerleri mutlaka layık oldukları cehennemi boylayacaklar.bizim şiirimiz ,kandırılma ihtimali olan sağları uyarmak üzere ,1970 li yılların gençliğine yazılmış, bir rahmet manzumesidir. nihayeti bir şiir.acizane. birkaç bine bile ulaşamamış.
hacı ali tarafından 10/23/2007 3:15:30 PM zamanında düzenlenmiştir.
Sivil toplum örgütü adlı ne olduğunu henüz gereği gibi anlamadığımız “örgüt”lerin başlattığı ve kamu kurumlarınca da kopyalanan ve aralarında yarışa dönen “diyalog” çalışmaları ülkemizde gözle görülür yeni bir süreci başlatmıştır: Milli ve manevî değerlerde kültürel yozlaşma süreci.
Tanzimat fermanını halka duyurmak üzere, zamanın kitle iletişim aracı olan “tellal”a görevleri tebliğ edilip, ellerine ferman tutuşturulmuş, zaten okuması yazması kıt tellallar bu kadar uzun uzun ilanları nasıl anlatacaklarını düşünürken, içlerinden biri bulmuş, sonra da bu ilanın simgesi haline gelmiştir:
- Ey ahali! Duyduk duymadık demen ha!.. Bundan kelli gavur’a gavur denmeyecek!
Aslında diyalogcular da bunu diyerek, gavura gavur dememeyi, onu yerine, “hepimiz aynı Tanrı’nın kuluyuz, kardeşiz” demeye başladı.
Bu tek taraflı bir anlayıştı. Karşı taraf, esmer, orta boylu, karakaşlı, kara saçlı aptal Müslüman’ı kandırıp, oyuna getirmiş olmanın keyfine henüz başlamamıştı ki, ABD’nin 11 Eylül senaryosu bu işin sadece diyalogla yapılmasının uzun süreceğini, buna tahammülün kalmadığını belirterek, “İslam”ı ve “Müslüman”ları düşman ilan ediverdi.
Bizim diyalogcular sudan çıkmış gibi, ortada, suçüstü meydanda kaldılar.
Artık dinlerarası veya medeniyetlerarası diyalog diyerek karşılıklı oturarak bir birimizi kandırmak için yapmıyormuşuz gibi görünmeye gerek yok, “sen sensin, ben de benim, sen benden olmayansın; ya benden ol, ya öl!” denilmeye başlandı.
İşte bu sürece gelinceye kadar yaşanan süreçte, “gavur”a şirin görünme adına verilen tavizler, atılan geri adımlar bizi tarihimizin –farkında olmadan- daha önce fazlaca yaşanmamış bir garip durumuna soktu. Kültürel kodlarımızda önce tozlanma, kirlenme ve gevşeme, peşinden yozlaşma dönemi başladı.
Günümüzün en önemli meselesi, sorunu veya sıkıntısı budur.
Dünyada Müslüman – Türk Algılaması
Günümüz dünyasında yaşayan, yaklaşık bir buçuk milyardan biraz fazla Müslüman nüfus var. Dünyadaki her renkten, her dilden yaklaşık iki milyar diyebilecek kadar Müslüman’ız.
Dünya Müslümanlarından yabancı ülkelerde yaşayanlardan bahsedilirken hep ülkelerinin adıyla anılırlar. Faslı, Tunuslu, Cezayirli, Libyalı, Pakistanlı, Endonezyalı, Malezyalı, Mısırlı, Suriyeli ve Hintli gibi söylenir. Türk soylu biri görülünce iki kelimeden biri yeterlidir: Türk yahut sadece Müslüman.
Bunu aynı sıra ile Türk=Müslüman veya tersi ile Müslüman=Türk anlamı verilerek söylendiğini, komşumuz Yunanistan’dan İngiltere ve Portekiz’e kadar bütün Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da görmek kimseyi şaşırtmamalıdır.
Bu anlayışta, tarihi tecrübemiz, geçmişimiz elbette etkili. Hatta Papa’ların öncülük ettiği Haçlı Seferlerinde, tek başımıza İslam’ı savunmamız dahil pek çok şeyin tesiri var.
Mekke’de kurulmuş “Hz. Ali Evlatları Önderleri Vakfı” Başkanı değerli ilim adamı Prof. Dr. Abdullah ATTAS Mekke’de vakıf merkezinde yaptığımız sohbetlerin sonunda:
“- Günümüzde reel (gerçekten var olan) bir İslam dünyasından söz edemeyiz. Müslümanlar olarak ise, gerçek şahıslar olarak varlığımızı kabule mecburuz. Dünyanın neresinde yaşarsak yaşayalım, hangi dili konuşursak konuşalım, eğer yüksek sesle “Ben Müslüman’ım!” diyebiliyor veya “Kelime-i Şahadet”i yüksek sesle okuyabiliyorsak, bize bu cesareti veren bir tek güç var. Bu arkamızda var olduğunu bildiğimiz güç olmasa, inanın Müslümanlığımızı yüksek sesle söyleyemeyiz”, demişti.
Ben de meraktan çatlayacakmışçasına sormuştum:
Hepimize bu cesareti veren gücün adı ne?
Tereddütsüz ve karlarlı ifadelerle:
El ceyşü –t-Türkî. Türk Ordusu, demişti.
(Abdullah ATTAS Türkiye’yi çok yakından takibeden, sosyal, kültürel ve siyasi ilişkileri hakkında, ülkemiz aydınlarından aşağı kalmayacak kadar yakından tanıyan; AB – Türkiye ilişkileri, laiklik, Ordu-Siyaset ve diğer meseleler hakkında sağlıklı bilgileri olan önemli bir Müslüman aydın; Peygamberimiz Efendimizin torunlarından Hz. Hüseyin soyundan bir Seyyid’dir).
Şimdi, İslam dünyası diye etrafımızda yakılan ateş çemberlerinin anlamı daha iyi anlaşılmıyor mu?
Bunlar, bütün Batı’nın niçin Türkleri ve Türkiye’yi hedef aldığını; niçin sadece bizi bölmek, parçalamak istediğini açıkça göstermiyor mu?
Emperyalizmin, hangi isim altında olursa olsun; kültürümüz, geleneğimiz, tarihimiz, dilimiz üzerindeki olumsuz etkileri; etnik ve kültürel ayrımcılık gayretleri bizi hâla uyandırmayacak mı?
Batıda Yaşayan Türklere Asimilasyon Girişimleri Ve Dua Dilini Değiştirme Gayretleri
Hollanda ve Almanya başta olmak üzere AB ülkelerinin çoğunda, 1960 lı yılların başından itibaren işçi olarak gelmiş Türkler bir gün geri dönüp gidecek, şeklinde bir genel kabul vardı. Bunun yanlış olduğu ve hiç olmazsa yaşadıkları ülkelerde kalma arzusunda oldukları anlaşıldı.
AB ülkelerinde yaşayan insanların çocuklarından yüksek tahsil yapanlar, kendi işlerini kuranlar ve bulundukları ülke ekonomisinde söz sahibi olan Türkler olmaya başladı. Avrupalı için bu hazmedilemezdi ve bu gelişmenin önünün alınması gerekirdi.
Bu konunun sorun olmaya başlaması veya algılanması Almanya gibi, daha önce sömürgecilik yapmamış veya yapamamış bir ülkede başlamış olması önemliydi.
Avrupa’da sömürgecilik yapmamış ülke demek, başka din ve kültürden kimseyle daha önce birlikte yaşamamış; birlikte yaşama alışkanlığı olmayan millet demekti. Hitler’in Çingenelerle birlikte Yahudileri insanlık dışı yöntemlerle soykırıma uğratmasının asıl sebebi de “başkası ile yaşama alışkanlığının olmaması” idi. Mademki birlikte olacaklar, o zaman eski inanç ve kültürlerini bırakıp Almanlaşmalıydılar. Bunu kabul etmeyenler imha edilmeliydi.
Yaklaşık son on yıldır, Türkler başta olmak üzere, Almanlaşmamış; asimile olmayı kabul etmemiş yabancılara karşı gelişen Alman politikalarının temel bakışı da budur.
Bu yeni dönemde başvurulan asimilasyon aracı olarak kullanılan yol, önce din dilini, peşinden ana dilini ve dini değiştirmek gelecektir.
Bu metot en son İspanya’da Endülüs Müslümanlarından kalan Müslüman azınlığa uygulanmış metottur. Bu gün metodun başarısı sebebiyle, İspanya’da İspanyolca konuşan bir Müslüman topluluktan söz etme imkânı yoktur. Ana dili Arapça ve dini, İslam olanı hayal etmek bile mümkün değildir.
AB’nin en büyük ülkesi olan Almanya’da uygulamaya konulan bu politika, AB’nin küçük devletlerince kopya edilerek, sömürgecilikten kalma metotlarda üstüne konulup uygulanmaya başlanmıştır. Bu işin örnek ülkesi Hollanda’dır.
AB ülkelerinde de, İspanya’nın geçmiş çağlardaki zulüm ve baskı metotlarını uygulama istekleri çağımızda insanlığın ulaştığı İnsan Hakları ile nasıl izah edilecektir?
Hak, güçlünün olduğu sürece bu soru sorulmayacaktır, bunu asla unutmamak lazımdır.
Almanya’da başlayan, Türklerin dua dili olan Türkçe yerine Almanca’nın hakim olması için bu projeye –ne yazık ki- Türkiye’den destek vermiş, Din Ataşe’leri ve din kurumu sorumlularının varlığını; daha da garibi, zavallı hacılardan alınan paralardan arta kalanlarından bu işe, yılda asgari 200 bin Avro veriyor olmamızı bilmek insanı kahretmektedir.
Almanların bu iş için görevlendirdiği Göte Enstitüsü’nde bir İslam İlahiyatı bölümü bu Türk katkıları ile açıldı ve birkaç yıldır eğitim ve öğretim yapmaktadır. Masraflarının tamamı ülkemizce karşılanan bu ilahiyat fakültesinde okuyan bir tek Türk çocuğu yoktur. Protestan Alman çocukları ile –muhtemelen- rol icabı Müslüman olmuş bir iki Alman’la birlikte, Cezayirli, Faslı kimliksiz birkaç Arap öğrenci var. Toplam öğrenci de 20 kişi civarında olmalıdır.
20. yüzyılın İngiliz Lavrens’inin yerini almak üzere bu sefer Almanlar örneklerini biz mi yetiştiriyoruz, sorusu da cevapsızdır.
Hollanda ise, 2008 yılı başından itibaren, Hollanda’da yaşayan Türklerin din adamı ihtiyacı için ülke dışından din görevlisi kabul etmeyeceğini deklere etmiş vaziyettedir. Onlar da Almanların dua dilini Almanca yapma arzuları gibi, Hollanda’ca hutbe, vaaz ve dua talep etmektedir.
Yani Protestan lügatı ile Müslümanlığı anlatın diyorlar. Türkçe sözlüğü ile Kimya kitabı nasıl tercüme edilecektir?
Diğer AB ülkelerinde de benzer problemler artarak gelişmektedir.
Ab Ülkelerinde Yaşayan Türklere Öneri
Bize göre AB ülkelerinde, özellikle de Almanya ve Hollanda’da yaşayan Türkler, o ülkelerden yaşayan ve Hıristiyan olmayan, Yahudilerle sıkı işbirliğine girmeli; onlara uygulanan hukuktan yararlanma yollarını bulmalı ve her fırsatta Yahudileri emsal ve örnek göstermelidir.
Bulundukları ülkelerin vatandaşı olan Yahudilerin din adamları İsrail’de okur ve İsrail’den görevlendirilirler. İbadet ve dua dilleri ana dilleri olan İbranice’dir.
Bu hususlar son derece önemlidir. Avrupa ülkelerinde yaşayan Türklere bu konularda Almanya ve Hollanda başta olmak üzere sıkıntı çıkartan ülke sayısı gittikçe artmaktadır. Bu sebeple de hukuk olarak, onlara uygulanan ayrıcalıkları, gerekirse mahkemelerde dile getirmeli ve eşitlik istenmelidir.
Özellikle Almanların, soykırım sabıkaları sebebiyle Yahudilere karşı gelme, onların istekleri hilafına her hangi bir şey yapma imkânları yoktur.
Yahudilerle Türkler arasında da, İspanyolların Yahudi soykırımı yapacağı sırada, Osmanlı Padişahı’nın tek tek adam başına İspanyollara para vererek, bir bakıma Yahudileri satın alarak, hürriyetlerine kavuşturması, Hitler’in zulmüne karşı T.C.nin onları koruması sebebiyle bir yakınlık vardır ve bu yakınlık AB ülkelerinde canlı olarak yaşanmaktadır. Bu canlılık artırılmalıdır.
Türkiye İçinde Millî Ve Manevî Yozlaşma Çalışmaları
Ülkemizde milli ve manevî duygu ve düşüncelerin en yoğun olarak yaşandığı zaman dilimi Ramazan ayıdır. Rahmet ayı olarak bilinen bir aylık zaman dilimi, geçen onbir aylık dönemdeki bozulmaları bir bakıma rektifiye etmekte, bozulan maneviyatımızı restorasyon teknikleriyle yenilemektedir.
Bu gelişme dine, dini değerlerin ve ramazanın rahmet olmasının da göstergesidir.
Bu kutlu rahmeti etkisiz kılmak, Batılı efendilerinden aldıkları talimatları yerine getirmek isteyen kişi ve guruplar el birliği ederek dini duygu ve düşüncede gedik açma faaliyetleri başlatmaktadırlar.
Halkımızın anlamadığı ve onun üzülmesine sebep olan şey ise, ilahiyat profesörlerinin bu olumsuz çalışmalarda görev almasıdır.
Bu noktadan bakıldığında, eğitim hayatımızın, diğer eğitim alanlarında olduğu gibi, Batıcı, kopyacı, kimliksiz ve kişiliksiz olması gözden kaçmaktadır.
İlahiyat fakültelerinin değerli, sıra dışı yahut geleneksel deyimi ile “fabrikasyon hatası” faziletli öğretim üyelerini istisna ederek söylemeliyiz ki, bizdeki ilahiyat fakültelerinin de örnek modelleri Batı’daki ilahiyat fakülteleridir. Bu çok önemli bir husustur.
Batıdaki ilahiyat fakülteleri öğrenci ve öğretim üyesi profili incelendiğinde bunların %50 si kadarının ateist oldukları kolaylıkla anlaşılır. Onun için de, Batılı ilahiyatçılar dinin iman esaslarından ibadete kadar her şeyi akıllarına estiği gibi eleştirmektedirler.
Özellikle ramazanlarda medyada görülen ilahiyatçı magazin profesörleri de, batıdaki meslektaşlarını kopya ederek, şöhret olmak istemektedirler.
Allah’ın Varlığı’ndan başlayarak, tartışma konusu yaptıkları konuların, bir bir değerler zincirimizi kopardığını, kültürel birliğimizi bozduğunu ve daha da kötüsü sosyal çözülme tehlikelerine davetiye çıkardıklarını bu magazinci prof.lar elbette bilirler.
Ayrıca ülkemizde “aydın” kavramı içinde sayılan fakat bizim dinimiz, kültürümüz, dilimiz, tarihimiz ve geleceğimiz hakkında zerrece kaygı duymayan aydın(!)larla birlikte hareket eden “bazı” medya kuruluşlarının da, “kökü dışarıda” bir takım güçlere satıldığında kuşku yoktur. Ülkemize yabancı para gelmesi için de bu satışların her alanda artması istenmiyor mu?
Bu her şeyin yabancılara satılmasına dair istekler de bizim ihtiyaçlarımızdan mı doğuyor?
Bütün bunları alt alta koyduğunuzda ortaya çıkan manzara, bu gün geldiğimiz ve yarın da daha da kötüsü ile karşılaşacağımız manzaradır.
Vatan Sağ Olsun!
Vatan için can veren insanların ölüm haberleri; yani şehit oldukları müjdesi ailesine ulaştığında, söylenen ilk söz: “Vatan Sağolsun”dur.
Vatan sağolsun sözünün, deyim olarak aynı anlamda kullanıldığı başka bir dil ve kültür yoktur. Bu Türkiye Türklerinin ulaştığı yüksek vatanseverliğin ve Hakka teslimiyetin bir ifadesidir.
Orijinali Bediuzzaman Sait Nursi’ye ait “bir ölür, bin diriliriz” şeklindeki söz de, 12 eylül 1980 öncesinde, Türk Milliyetçilerinin millete mal ettiği, ebediyet aşkını vatan sevgisiyle birleştirerek kültürümüze armağan ettiği aynı anlamda kullanılan bir deyimdir.
Şimdilerde geldiğimiz ve şehit ailelerine –politik kaygılarla ezberletilerek söyletilen- “vatan sağolsun demeyeceğim” sözü, anlamsız bir yozlaşmanın; siyasetin, maneviyatımız üzerine düşürdüğü bir leke olarak değerlendirilmelidir.
Aşırı sağ ile aşırı solun birlikte kullandıkları bu tür yozlaşma belirtileri karşısında millet fertlerinin tamamının bir tek beden, bir tek akıl, bir tek vicdan olarak hareket etmesi; şehit haberini alan ailenin bir ferdi olarak, “canların cânı” Ulu Yaratan’a dönmeyi; vatan ve millet sevgimizin kaynağının da O olduğunu hatırlamamız lazımdır.
Bizim vatansız olmamız; devletsiz olmamız, devletsiz olmamız da dinsiz olmamız demektir.
Müslüman’ın vatanı, bayrağı ve milliyeti olmaz, diyenler; insan olduklarını fark edememiş, zavallı konuşan hayvanlardır. Onlarında idrak etmeleri ve insanlık seviyesine ulaşmaları için dua etmeliyiz.
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.