saat seni yaşamaya beş varkenzifiri karanlığa adak olmuşken gözlerim bir sem yaktım gecenin koynunda sen koktu her yer cancağızım.... bir kıtlık geldi, kaleme önsözümü tamamlayamadığım bir romanın sayfalarında tüm alfabeyle yazdım adını anadan üryan satırlar sana gelirken beni giyinmeye başladılar bir beden küçük gelsem de ........ acıya tuz basışlarımda Marmara Yusuf gömleğinden sızan kan, gözümden akan yaş sessizliğin eşiğinde senli cümleler . siyah bantlı susmalarım var Kız kulesine astığım çıplaktı düşler, yer edinemeyen harfler sokağında dudaklarımın hicranın coğrafyasında ölemedim ölemedin ki yüreğim kendi infazım avuç içimde vazgeçmişken dar-ı acundan tam da sözlerimi heybeme katmışken düş’üme gökten elma gibi düştün şehr-i İstanbul. Sensizlik kalıbıyla sana şekillenen bir beden, yarımken sen tamamladım, üryan yanlarımı ötelenmiş rüyaların peşi arkasına düşen küçük bir kız çocuğu Haliç’e çaldığım göz yaşlarım(n) tutmamış bir sabaha gebe kaldı. ıslak kirpiklerinde birikmiş yarınlar. vuslat rengine bulanan gök kubbe,hiçliğime çalarken rengini Haydarpaşa’da mavi trenin gri sirenleri yankıladı. üşümekteydi ellerim ruhun idam sehpasındaki urganı düğümlemeye yelteniyor Eminönü sahilinin dudak kenarlarındaki gölgeler karanlığa başkaldırışında. dayanmış. kan-lan-mış , ince bir yol alıyor maviliğine tam o vakitte yüreğim(n) sessizliğe bağdaş kurmuş özlemlere meyilli bir çift yürek. aynı vagonda, aynı trende başka yerlere giden biz miydik yoksa? tek suçlu hicran’dı belki de sana itham edilmiş kalemin faili meçhul cinayetlerin tek sanığı Züleyha’nın yüreğinden sızan kan kümeleri susuz coğrafyana düşmekte hüzne paralel kum saatindeki zerreler İstiklâl caddesindeki kalabalığa aldırmadan kırık bedenle yürüyen ben özlemin ortasında, hicranın avucunda vuslat sabahını bekledim(n). ertelenmiş saatlerde Hacer’in renksiz duvağına astım sensiz hıçkırıkları aynı safa durdum seninle şehr-i İstanbul kıblegâhım sensin. Marmara’nın etek uçlarına dökülen tuzlu sular bizi biz yapandı iki beden bir canda katığım; sen miktarı nefes. Azrail b(s)eni bir adım uzakta izlerken ben sende büyüyorum misket karası gözlerinde canlanıyor , küçük bir kız çocuğu saçları örgülü geçmişte kalan hatıra kağıtlarda siyah/ beyaz sinemalarda replik öğrenen oyuncaklarına sirayet etmiş çoktan siyah ve beyaz. ılık bir meltem, örgüsünü çözüyor Meryem’in ellerinden kısır kum zerreleri kanamasındayken dudakları zamanın kanatlan bir martıda can alıyor gözlerim, sırça bir köşke denk gelen kilisede bir papaz günah çıkartmanın iz düşümünde. satırlar rüzgarın peşinde ben, sen olmuşken niye Yakub’un sabrı misafir olur yüreğin(m)e? saat seni yaşamaya beş varken diz çöktüm sana şehr-i İstanbul tüm lehçelerde adresim ’sen’sin hiçbir sözcüğe emanet edemedim seni. ism-i nazımına tekâbül eden anlam bende saklı (mı)? nefesim yavaşça kısılıyor susuyorum. harflerin yetersizliğinde gözlerim(n) sustu. orkide düşlerim, bir terzi ustalığında yamadığın yürek kenarlarımda kağıt gemilerde maviliğine yol alıyor gözlerinde nefes aldığım şehr-i İstanbul yüreği(m)ndeki filizleri hayat diyorum. Yahya Kemal’in satırlarında benliğimi darağacında kendim infaz ettim. yeri geliyor Nazım oluyorsun, okşadığın gemiyi kıskanıyorum sonum tahta kurularına ziyafet olsa da. Cemal Süreyya’da ’bayan nihayet’ oluyorum, 5:45 vapurunda uzaktan baktığın gözlerinle. yeri geliyor Orhan Veli olup vapurdan attığın simit parçalarını gagasıyla tutan martının gözleri olmak istiyorum. doya doya sana baktığı için seninle arasında birkaç kanat çırpışı kadar mesafesini kıskanıyorum. işte ben seni böyle seviyorum iki gözüm şehr-i İstanbul. gordion 16/08/2011 |