Yusuf'a boyalı cemâlinin yokluğunda hep ölüme gebe yüreğimgel iki gözüm! vaziyet-i ahvalimi iç içine katıp usulca gece ayazının başını bağladım ılık nefesine kuşanan yüreğim gecenin en dar vaktinde yüreğimin gölgelerine eğilip âma cümlelerim kör topal satır aralarında bir bir topladım antik bir saat de akrep ve yelkovanın silahşörlüğe soyunudu vakit ganimet hüznü Marmara’nın dipsizliğine fırlatıyorum ben hep sana tutsak ben hep hicrana ırak bedenim acıyı kurşun rengine çalan gecenin küçük sandalına bakıp gözü yaşlı yüreği yaralı küçük bir kız çocuğu masumluğu taş dibeklerde dövülmüş düşlerine demlenmiş dudaklarım ruhu hicran acılarını eleğinden geçirip arda kalanlarıyla özlemlerimi nafteledim ben sana müebbet sen körgütük âşık cancağızım dilime kör düğümlü mesken duayken sen avuçlarında terütaze sevda çicekleri soludum yüreğim Meryem süresinde susma orucundaydı sen gözlerimde cennet iken tuzlu suyun zemzemdi istiklal Caddesi kalabalık yüreğimde özlemin suflesinde maviliğin sahne alacak hicran karanlıkların sont piyesinde başrollerde şehri istanbul bir de biz... acıyı bal eyleyen yüreğim vuslat gözyaşıyla oynayacak kadar usta değil ketum bir kalemden çıkan halvet kokan senli cümlelerim satır aralarında kör topal ilerlerken figüranlığa soyunuyor harfler herşeyi unutsam kıblegâhım sensin sana dönüyorum secdeye duran semliğimle irin toplamış yaralarıma yüreğim yokluğunun fukarlığıma bakıp bakıp sensizliğin sessizliği lâl kaldırımlarına düşüyor tepe taklak dizleri yılgın yollarım hep hicrana kırgın elimde babamdan kalan kalem yüreğim yetim yalnızlığıma ev sahibi düşünüyorum hicran debisinde yavaş yavaş boğulan âşık belki de Azrail soğuk kadehinde sunuyor lâl kızılı vuslat şarabını yaralı kız çocuğu yamalı bir kalbin tam ortasında saklambaç oynamasında öte ne olabilir ki köşe kuytularında cümlelerim devasa vuslat bulmaya çalışıyor özem yanıklarımı kirpiklerinde yorgun bir kelebek göz pınarlarımdaki zemzemi yudumlamaya niyetlendi vuslata gebe yüreğimi kanatıp şehr-i İstanbul’a yürüyorum senli cümlelere sığmayan yokluğunun yoksulluğuyla. kanlı bıçağın keskin yüzü güzergâhım ayağım yalın ayak tuzlu sularım saf tutarak sana geliyorum cancağızım yolumun üstünde dipsiz kuyularda Züleyha’yı arayan amber kokulu Yusuf oluyorum Leyla için Sahra’yı aşan Mecnun mezcupluğuna bürünen âşık’ım sana mülteci varklık sayfasında şehr-i İstanbul’a vuslat kelepçeli bir soluk kadar yakın bildim sevgili ayazda kalmış yüreğim dilindeki dualara kundaklayan cancağızım Marmara’nın maviliğinde büyüttüm yokluğunun serabını varlığına kol kanat sarıldım kalemimde nice birikmiş veda cümlelerim var oysa sevgili dilim hicrana lâl gözlerim(n) vuslatı taşıyan sol yanım kozasından yeni çıkmış ipek böceğinde zaman hamım canözüm Yusuf’a boyalı cemâlinin yokluğunda hep ölüme gebe yüreğim sana yamalı küçük kız çocuğu günahlarına kefil bir Havva düşlerim bedenimi közlemeye koyulurken gözlerinde yeşil cenneti solduran adam sevdim seni hem de çok sevdim erişilmeyen mabedinde bir avuç toprak olmaya razı gönül maviliğinde bir yudum deryâ hicranın baş harflerini ezerek sana yolculuk ediyorum bendeniz ok gözlerine tutsak lâl kızıl şerbetli dudaklarına vuslat orucundayken hiçliğimi faili meçhul cinayetinde suç üstü bırakım cebimde çocukluğumdan kalan fırıldak düşlerimde özlem yanığı azığım irin toplamış yaralarıma devâ olasın diye sana geliyorum cancağızım. gordion 01/06/2011 |