Yılkıların Ardında
Dönüyor yine devran zamana inat
Güz karası gözlerinde hasret türküsü... Lapa, lapa yağan karın altında Teşrin zamanı bir lale açıvermiş nafile Utangaç serçeler tünemiş yokluğunda Kırık dökük mahfile... Gözleri nefret doluydu Ağlamaklı gülüşlerinde... Vurulmuşumtum oysa ben Bir sevdanın hışmıyla sersefil Diz boyu hasretimin sancısı Yalım alaz ateşinde yanmada... Bestesi yakılmış bir şarkının kırık dökük güftesi Yol boyu meyhanelerinde kenevir sarmaları Oturmuş koltuğuna kara kışın sevdası Birden bire kaybolan rüzgarın sesi... ’Kıpkızıl şafaklar bekleye dursun hele Acelemiz yok nasılsa ölümle randevuya’ Bir mendile düğümlemiş yüreğini Her damlası iz bırakırken yolumuzun üzerinde Hüznümüzü tüketiyoruz güya ahmak yanlarımızla Ve daha tatmadan acının ne olduğunu... Pek ala biliyoruz oysa Baharın geç geleceğini Çırpınışlarımız beyhude zamanın kıskacında Bir ses bile veren yok sesimize Hangi menzilde durmalıyız Ve daha ne kadar zaman gerekli Yalancı cennetimize... ’Susma’ diyorum ’Bir çocuk edasıyla konuş benimle Gün buluta girmedi nasılsa Ve kiraz ağaçları çiçeğe durmadı daha...’ Uzanıp sessizce üşüyen ellerimi tutuyor Ve parmaklarımızı gömüyor Saçlarının kıvrımlarına... Gökkuşağı çıkmaz biliyorum böylesi zamanlarda Gün gecenin koynundayken Ve aşk henüz almamışken tavını... ’En çok da ağlamaları vuruyor düşlerimi Bundan mıdır bilmiyorum, yitirdim gülüşlerimi?’ Hep sancılar duyumsadım sol yanlarımda Yılkıların ardında koşmalarım tüketti her arzumu Ihlamur ağaçları gibi yoldular dallarımı Bir fincan çayın hatırına katlandım kaldım Yitirdim yollarımı... "Asma artık suratını de hele Ne zaman sökecek bu kirli şafak" Yüreğimde hasretimin korkusu Sapsarı bir özlemin yankısı şuramdaki Sarı humma misali Saçlarında yeşil yosun kokusu... Ozanca/İzmir |