Emekli...
Yok!
Yok işte ikinciyi içmeye cebinde çay parası yok... Oturmuş kahve köşesinde bir başına dalmış derine soğumuş çayından yudum yudum oyalanıyor. Olur a bir tanışı çıka gelse mazAllah "çay içer misin?" dese hesaba yazdıracak yüzü yok... Ne kadar istese de alıp başını gitmeyi ona hiç gücü yok… Hayırsız oğlu güzel gelini ve cennet meyvesi torunu gelmiş az önce haber verdi terzinin çırağı “Muzaffer dayı, müjdemi isterim he” deyip gevrek gevrek gülerek… Bir solukta varmış eve efendi torunu atlamış boynuna hemen gelini sarılmış sıkı sıkı oğlu biraz çekingen öpmüş babasının elini… Hoş beş sohbetler yemek faslı Allah ne verdiyse derken su gibi geçmiş hafta sonu giderken burkulmuş yüreği emekli Muzaffer efendinin “dedem sende geliversen bizle” deyiverince torunu parlayıvermiş gözleri olur diyecek olmuş önce sonra yoklayıvermiş cebini son on lirasını torununa harçlık verdiği gelivermiş aklına… “Başka zaman inşaAllah” Demek zorunda kalmış çok sevdiği torununa… Hanımı anlayıvermiş hâlinden ama çocuk bu anlar mı hiç? Büküp boynunu iki gözü iki çeşme hem gel de gel gel de gel… Yastık altından bir yarım altın çıkarıvermiş hanımı gizleyerekten avucunda tutuvermiş beyinin elinden “aaa üzme be adam masûmu” diyerekten bırakıvermiş avucuna emekli Muzaffer efendinin… 03.13 – 10 Ocak 2010 Başakşehir - İstanbul |