0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
22
Okunma
Yol uzundu, kaldırım dar;
adımlarımın her biri başka bir tarafa çekiyordu beni.
Bir yanım “devam et” diyordu,
öteki yanım durup taş kesilmekten yanaydı.
İçimde iki ordu vardı:
biri suskun, diğeri gürültücü.
Siperlerimi cebimde taşıyordum;
anahtarlar, bozuk paralar, eski bir kırgınlık.
Yürürken herkes bana benzemiyordu,
ama ben herkese çarpıyordum.
Vitrin camlarında çoğalan yüzüm,
kendime karşı açılmış küçük bir cepheydi.
Bir kelimeyi yanlış anlasam büyüyen,
doğru anlasam da dinmeyen bir savaş.
Kalbim,
ateşkes ilan etmeyi bilmeyen bir ülke.
Ayaklarım alışkındı kaçmaya,
omuzlarım yük taşımaya.
İnancım vardı belki,
ama nereye koyacağımı bilemediğimden
her adımda yer değiştiriyordu.
Kalabalıklar,
benim içimdeki hengâmeye seyirciydi sadece.
Kimse sormuyordu:
“Sen hangi taraftasın?”
Zaten cevabım yoktu.
İstasyona vardım.
Yer titriyor, zaman bekliyordu.
Ayaklarımın önünde bir çizgi vardı;
sarı, kesin, uyarıcı.
Geçmemek gerektiğini söyleyen
kibar bir korku.
Geçersem olacakları fısıldayan
kaba bir merak.
Durup düşündüm:
İnsan en çok nerede kaybeder kendini?
Beklerken mi,
adım atarken mi?
İçimdeki ordular sustu bir an.
Sonra en yorgun olan konuştu:
“Bu kadar beklemek de bir tür geçmek değil mi?”
O anda anladım;
çizgi dediğin şey
bazen sadece durmaya yarar.
Ve ben,
ilk kez durmamayı seçtim.
Bir yazı kaldı geriye,
duvara asılı, herkesin bildiği:
Lütfen peronlarda bulunan sarı çizgiyi geçmeyin