0
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
33
Okunma
Rüzgâr,
bugün yine senden bir haber taşıyor Nihal.
Sanki görünmez bir el
saçlarının ucundan tutup
benim kalbimin kıyılarına doğru savuruyor esintiyi.
Huzursuzum—
çünkü rüzgâr hiçbir yere ait değil;
özgürüm—
çünkü rüzgârın dili insandan önce var.
Ve sen…
sen rüzgârın gövdesine yazılmış bir fısıltısın sanki.
Dallar titriyor,
benim içimdeki eski titremelerin yankısı gibi.
Her yaprak sende başka bir başlangıcı anlatıyor;
hiçbirine tutunamayan bir ömrün
kusursuz metaforu gibi.
Nihal,
senin adın—
rüzgârın gölgeye düşürdüğü bir ışık çizgisi.
Bir nefesten öte,
bir duadan az,
bir sırdan çok.
Ben seni düşününce
gecenin karanlığı biraz daha derinleşiyor;
çünkü metafizik olan
her zaman görünmeyeni büyütüyor insanda.
Sen görünmeyenin en güzel yüzüsün.
Rüzgâr beni alıp bilinmezliğe sürüklüyor,
“bırak” diyorum içimden,
“bırak da insan kendi kaderine
kendi gölgesinin boyunda sürünsün.”
Ama o ısrar ediyor,
beni sana doğru iten o ilk kudret gibi.
Nihal…
Adın içimde yankılanınca
tasavvufun eski kelimeleri kendiliğinden ayağa kalkıyor:
yanış, arayış, vuslat, sır, nefes…
Hepsi birden,
modern çağın savruk kelimeleriyle karışıp
tek bir cümleye dönüşüyor:
“Rüzgâr senin yüzünü unutmama izin vermiyor.”
Ve ben o rüzgârda
bir ömrün bütün yönlerini ararken
yalnız bir hakikate çarpıyorum:
Seninle konuşmayan her sessizlik,
beni sana daha çok benzetiyor.