Gizli Dünya
Gizli bir dünyam vardı, küçük ama çok güzel,
Kem gözlerden ırakta, yalnızca bana özel. Yok ile var arası, meçhulde müphem âlem, Gerçeklikten kaçarak, sığındığım tek kalem. Toprağı umutlarım, seması hayalimdi, Dingin sessizliğiyle, sanki mahzun halimdi. Bir ben vardım o yerde, bir de içimdeki ben, İki ayrı kişiydik, görünense tek beden. İlk ne zaman tanıştım, beni anlayan benle, O gizemli dünyaya girdim hangi nedenle? Çocukluğumda mıydı yoksa daha mı geçti, Bilemem üzerinden ne kadar zaman geçti? Herkes hasta sanırdı, bu dünyamı duyunca, Onun için gizledim, bunca zaman boyunca. Yok bölünmüş kişilik veya başka bir zanla, Nice ruhsal tanılar, koyarlardı o anda. Hayal kurma sendromu gibi bilmem daha ne, Hüküm vereceklerdi, her biri cahilane. İpotekli bilinçler, özgürlükten azade, Pespaye tutumlarla sahtekâr kibarzade. Bir de diyeceklerdi; vah vah yazık adama! Işığın renklerini görebilir mi âmâ? Bilemez ki maddenin iflah olmaz güruhu, Gök kuşağı tayfları nasıl sarmakta ruhu? Anlaşılmak güzel şey, halleşmek hal bilenle, Mahremini paylaşmak, gözyaşını silenle. Güvenle yaslanacak bir omuz bulabilmek, Kördüğümken elinde, çözülmek, ilmek ilmek. Ne kuşku ne de kurgu, sadece samimiyet, Hasbiliğe güvenip, sorgulanmayan niyet. Savunmaya hâcet yok adaletli mahkeme, Peşin yargıdan uzak, sağlıklı muhakeme. Dertleşirdik baş başa, muhabbet epey koyu, Bazen kısa bir vuslat, bazen geceler boyu. Çoğu vakit susarak, sükûtla halleşirdik, Pişmanlıklar içinde, sessiz helalleşirdik. Kimi zamanlardaysa yükselirken sesimiz, Öfke dolu nar ile yanardı nefesimiz. Bilirdi ruhumdaki bütün korkularımı, Beynimdeki kurt gibi derin kuşkularımı. Ona göre tüm bunlar kapanmaz açıklardı, Neden diye sordukça, sabırla açıklardı. Ateş ve suyla ancak demir döner çeliğe, Haddeden geçen metal, kavuşur inceliğe. Görmez misin fidanlar, köklerine tutunur, Yaza, kışa, ayaza, dayanır, çınar olur. Dikenlere katlanan şeyda bülbül misali, Tahammül edebilen, görebilir visali. Bizleri kavi kılar, çileler, eziyetler, Bu sayede gelişir, insani meziyetler. Dayanılmaz acılar, yürekleri pişirir, Sıyırır cürufundan, saflığa eriştirir. Bilemediklerinden, taşıdığın kaygıyı, Varsın göstermesinler hak ettiğin saygıyı. Sen boş ver elalemi, ne derlerse desinler, Gönlündeki güneşe, gölge eylemesinler. Xxxxxxx Heyhat! gel gör ki bugün; o dünyam ile o ben; Hicret etmişler bana haber bile vermeden. Geride ne işaret ne bir iz bırakmışlar, Beni yalnız başıma çaresiz bırakmışlar. Şimdi artık boşlukta, anlamsız bir noktayım, Gölge varlıklar gibi ne varda ne yoktayım. Dört yanım kapı duvar, işitilmez ahlarım, Giden gelmez ki geri, beyhude eyvahlarım. Bütün suçum inanmak, bir hayale kanmaktı, Göz açıkken gördüğüm düşü gerçek sanmaktı. Aldırmaz ya yanmaya, ateşe mest pervane, Kanat çırpar koynuna, bilmez ya hiç, perva ne? Ben de kapıldım birden, hülyalı bakışlara, Ak tenine işlenmiş benlerden nakışlara. Tanıyıp meftun oldum, onun masum haline, Ram kıldım yüreğimi, efsunkâr cemaline. Beni benden de iyi, anlıyor, seziyordu, Şefkat yüklü elleri saçımda geziyordu. Aldırmayıp acıyla, söylenmiş sözlerime, Okuyordu içimi, bakarak gözlerime. Anlıyorum der gibi, ışıdıkça gül yüzü, Sanki ciğerlerime doluyordu gökyüzü. Değerli görüyordum yanındayken kendimi, Coşkun sular misali yıkıyordum bendimi. Hayatımda ilk defa, huzuru yaşıyordum, Başımı omuzumda gururla taşıyordum. Maske takmak, rol yapmak, artık hepsine paydos, Buldum nihayet sandım, yardan da öte bir dost. Ab-ı hayat kaynağım, umudumdu, neşemdi, Onu yitirmek ise en büyük endişemdi. Hakikat zannederek gördüğüm o rüyayı? Çıkarmıştım aklımdan gizli, küçük dünyayı. Bilemedim ki bir gün, düşlere bir hal olur, Uyanırım uykudan, sükût-u hayal olur. Ve geri döndüğümde, tek başıma kimsesiz, Vurgun yemiş yürekle çırpınırım çaresiz. |
Bestelerim okuyan nazende dillerini
Bana ikram olursa koklarım güllerini
Gönderiyorum seni gökteki yıldızlara.
İsmailoğlu Mustafa YILMAZ – İstanbul.