- 1983 Okunma
- 21 Yorum
- 0 Beğeni
Terminal
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
...
Evren her zamanki heyecanıyla Orhan’a geleceğe dair hayallerinden bahsediyordu.
- Abi düşünsene, paranın anasını ağlatıyoruz, altımızda son model arabamız, yanımızda kızlar o biçim. Ne var da bu kadar inat ediyorsun! Gel diyorum işte benimle, sana orada iş de ayarlarız. Süper hayallerim var, her şey güzel olacak, ah bana bi güvensen!
- Yaa oğlum, iyi hoş diyorsun da, ben bizimkilerden izin alamam. Babam duyarsa kıyametler kopar. Beni bırak İzmir’e, bir daha arka mahalleye bile salmaz. Unut bunları, benden hayır yok...
- İzin alma sen de o zaman! Oğlum 18 yaşındasın artık, reşitsin, kimse sana bir şey diyemez. Çarp kapıyı çık eğer izin vermezlerse. Nasılsa bir gün hak verecektir Osman amca da sana...
- Bilmiyorum Evren. Böyle bir şey yapmak bana hainlik gibi geliyor ama izin almaya kalksam asla vermeyeceğini de biliyorum. Dur bakalım yarın ola hayrola. Sen ne zaman dönüyorsun İzmir’e?
- İki gün sonra, yani salı günü akşam yola çıkacağım. Düşün taşın, fikrini değiştirirsen haber ver, inan bana eğer gelirsen her şey çok güzel olacak. Sırt sırta vereceğiz ve kendi istediğimiz hayatı yaşayacağız. Kimsenin dayatmaları ve baskıları olmadan, kendi dilediğimiz özgür hayatı yaşayacağız. Sadece biraz cesarete ihtiyacın var. Senden haber bekleyeceğim...
Orhan aklı iyiden iyiye karışmış vaziyette eve döndü. Evren’in bahsettikleri, hayal olsa bile çok çekici ve cazipti. Ev her zamanki sakinliğinde ve her zamankinden de fazla sıkıcı göründü birden gözüne. Babasıyla bu sıralar fazla zıtlaşmaları, işsizliği, kendini bir türlü ispatlayamaması, tedirgin, ürkek adımları ve sürekli bir beklenti içerisindeki meraklı ama umutsuz ruh hali... Evren haklıydı. Bir şeyler yapmalıydı, bir yerden başlamalıydı kendi hikayesini yazmaya. Hep söylediği ve yaşam felsefesi edindiği o sözü düşündü; ’sonunu düşünen kahraman olamaz!’ Evet evet, doğru cümle buydu. Orhan’ın ihtiyacı olan en yüreklendirici söz buydu. İçinden defalarca tekrarladı bu sözü. Uykuya dalana kadar başka hiç bir şey düşünmedi, o sözdeki gibi ne sonunu, ne de öncesini...
Evren deli dolu, hatta çılgın sayılabilecek kadar enerjik bir insandı. Aslında içinde bastırmak zorunda hissettiği kederini, ardına saklandığı yalancı ve sahte bir neşeyle örtbas edecek kadar da yetenekliydi. Ailevi sorunları vardı. Babasından senelerce şiddetle dayak yemiş, işgencelere maruz bırakılmış, annesini ufak yaşta kaybetmiş, kendinden beş yaş küçük bir de kız kardeşi olan, hayatın hep acı yüzünü gösterdiği, aslında acınılacak kadar garip, sahiplenilecek kadar da çaresiz ve umutsuz bir çocuktu. Hayatındaki olumsuz ve katlanmak istemediği her şeyden, Ankara’yı terk edip, kapağı İzmir’e atarak bir kurtuluş yolu arayan, aslında en çok da kendisinden kaçan o asi görünüşlü çocuk Evren’in ta kendisiydi.
Orhan düşünceli ve kararsız gün boyu evin içinde volta atıp durdu. Aslında defalarca söylemeye yeltendi ve neden sonra alacağı cevabın bilincinde bu fikirden hemen caydı. En azından annesine açılmayı çok istedi. Annesi onun sırdaşı sayılırdı. Ona her şeyini anlatırdı. Ondan sakladığı bir şey olmazdı pek, öyle ki hoşlandığı kızları bile ilk annesine gösterecek ve annesinin beğenisini aldığında da bundan böbürlenecek ve keyif alacak kadar çok şey paylaşırlardı annesiyle. Ama bu kez durum diğerlerinden farklıydı. Başka bir şehre gidip çalışmak istediğini nasıl söyleyebilirdi. Bunu asla annesi de kabul etmezdi. İçi daraldı birden Orhan’ın. Kendini sokağa atıp, köpeği ’Lord’u da yanına alıp biraz dolaşmak istedi. Lord Orhan’ın ona yaklaştığını görünce sevinçten çılgına döndü. Çok akıllı ve cesur bir köpekti. Şimdiye kadar defalarca Orhan’ı korumuş ve hatta bir defasında onu bir kavgadan karşı taraftan birinin bacağını dişlerinin arasında kanatarak kurtardığı olmuştu. Eğer Evren’le İzmir’e giderse belki de en özleyeceklerinden biri de Lord olacaktı...
Dışarı çıktığında Evren’i gördü. Lord her zamanki gibi yine Evren’i görünce delirdi, ondan hiç hoşlanmadığı apaçıktı. Evren korkudan fazla yaklaşamadı Orhan’a. dört adım öteden bağırtılı bir sesle sordu, sesi Lord’un havlamalarına karışıyordu..
- Ne yaptın, konuştun mu sizinkilerle?
- Hayır konuşamadım elbette. Off Evren unut gitsin, olmayacak bir iş bu!
- Biraz çaba göstersen ne olur sanki! İzmir’e seninle dönmek istiyorum.
- Evren, yarın sen gitmeden son kararımı söylerim. Şimdi ne desem boş. Hadi kardeşim görüşürüz, görüyorsun Lord neredeyse zincirini koparacak senden hiç hoşlanmıyor, gitmeliyim..
- Tamam dostum, senden haber bekleyeceğim.
Orhan belli ki bu geceyi, kapıldığı hayalin tesirinden uykusuz geçirmeye mahkumdu. Sabaha kadar İzmir’i, özgürlüğü, kendine olan güvenini kazanacağını, kimseye hesap vermeden dilediği hayatı yaşayacağı güzel ve huzurlu günleri düşündü. Sabah olduğunda Orhan bu kez emindi. Tüm gece düşünmüş ve kararını vermişti ; GİDECEKTİ. Evren’le İzmir’e gidecekti, yeni hayatına merhaba diyecekti. Evren’in dediği gibi resti çekip, kapıyı çekip yollara düşecekti. Evet hak etmiyordu ailesi bu terk edilişi ama bunu tutkuyla istiyordu Orhan. Dönmeye kalkarsa onu bekleyen, ardına kadar açık ne bir kapı, ne de babasının güvenli varlığı olmayacağını bilmesine rağmen bu akıl almaz isteğine boyun eğmeyi ve gitmeyi seçecekti. Onu İzmir’de bekleyen bir hayat olduğuna inanmak istiyordu.
Sabah olduğunda Orhan kararından emin ve istekli bir halde Evren’i aradı ve onunla geleceğini söyledi. Evren sonunda Orhan’ın ikna olmasına çok sevindi. Heyecanla planlarından ve kaçta yola koyulacaklarından bahsetti Orhan’a. Orhan telefonu kapattığında içini bir huzursuzluk ve telaş sardı. Soğuk terler döküyordu. Bu onun ilk evden kaçması olacaktı ve gerçekten paniklemişti. Evdekilere belli etmemek için normal ve sıradan davranışlar sergiledi akşama kadar. Sonra akşam yemeğini yiyince her zaman yaptığı rutinlikte odasına çekildi. Dikkat çekmemek için elinden geleni yapıyordu. Kendine okul yıllarından kalma çantasıyla bir şeyler hazırladı. Bir kaç kıyafet, iç çamaşırı, bir iki kitap ve bulabildiği tüm parayı da çantasına koydu. Artık hazırdı. Herkes uykuya çekildiği vakit, arkasına bile dönüp bakmadan bu evden gidecekti. Saatler geçmek bilmiyordu. Saat onbirde Evren’le Aşti Otogarında buluşacaklardı. Işığı kapattı ve herkesin odasına çekilmesini bekledi...
Zaman gelmişti, ev sessiz ve huzurlu bir sükunete gömülmüştü. Orhan usulca parmak uçlarında yürüyerek evden süzülür gibi dışarıya attı kendisini. Kalbi yerinden çıkacak gibi atıyordu. Koşar adım bulduğu ilk taksiye atlayıp terminale gitti, vardığında Evren sabırsız bir vaziyette onu bekliyordu. Sanki bir ara gelmeyeceğini düşünüp umutsuzluğa kapılmış gibiydi. Evren o gelmeden biletini almıştı Orhan’ın. Hemen binecekleri otobüsü bulup kendilerini güvenilir bir liman bulmuş gibi koltuklara bıraktılar. Orhan cam kenarına oturdu ve uzun yol boyunca neredeyse hiç konuşmamış sayılacak kadar derin bir sessizliğe gömüldü. Evren onun aksine hiç susmadan yol boyunca güzel günlerden ve hayallerinden bahsetti durdu. Orhan ise babasını düşünüyordu. Sabah onu göremediğinde ne hissedeceğini, nasıl deliye döneceğini düşünüyor Evren’in anlattıklarını ne duyuyor, ne de anlıyordu. Belki de fark etmişti bile babası veya annesi yatağında olmayan oğullarını. Huzursuzluğu geçmiyordu. İzmir’e varana kadar uyumadı ve kalbinin hızlı atışlarına engel olmak için hiç çabalamadı. Kalp krizi geçirse bile bunu hak ettiğini düşünüyor ve daha başlamayan yeni hayatı için şimdiden pişmanlık duyuyor, kendini vefasız evlat yaftasından sıyırıp kurtaramıyordu...
Sabah gün ağardığında İzmir’e varmışlardı. İner inmez bir pastaneye oturup kahvaltı yaptılar. Daha sonra hiç oyalanmadan Evren’in çalıştığı otele gittiler. Evren burada komi olarak çalışıyor, gerekli tüm ayak işlerine bakıyordu. Orhan’ı heveslendirdiği kadar hatrı sayılır bir itibarı da yok gibiydi. Zira otele girer girmez personel müdüründen ayak üstü bir ton azar yemişti. Evren ağzıyla dişi arasında paylanmasından hemen sonra müdürüne Orhan’dan bahsetmiş ve burada çalışabilir mi diye sormuştu. Müdür oralı bile olmamıştı. Evren’i sevmeyen ve önemsemeyen biri onun arkadaşını neden önemsesin, zaten yüksek ihtimal arkadaşı da tıpkı Evren gibi başıboş, sorumsuz ve disiplinsiz biriydi. Evren Orhan’a dönüp endişe etmemesini, müdürünü mutlaka razı edeceğini ve onu işe aldıracağını söylemişti. Aslında buna kendisi bile inanmıyordu ama Orhan’ın gönlü olsun diye yine ayak üstü yalan söylemekten sakınmamıştı kendisini. Orhan’ın morali bozulmuştu. Evren işe başlamıştı ve müdürünün talimatı üzerine bir kaç günlüğüne aldığı izni abartmasından dolayı ve bu izni telafi etmek adına fazla mesaiye kalacaktı. Yani bu gece ve yarın Orhan yalnızdı. İşin kötüsü Evren’in evi de yoktu. Otelde çalıştığı için, mesaisi bittiğinde de orada kalıyordu. Aylardır İzmir’de yaşıyordu ama hala bir evi yoktu, buna gerek duymamıştı.
Orhan hiç bilmediği bu koca şehirde birden yapayalnız kaldı. Cebinde az miktar bir para, elinde bir kaç parça eşyadan oluşan ufak bir çanta, öylece kalakalmıştı şehrin ortasında. Öğlen olmuştu, evdekileri düşündü Orhan. Aramak istedi vazgeçti, yine aramak istedi yine vazgeçti. Sonra dayanamayıp ankesörlü telefondan titreyen parmaklarıyla evlerinin numarasını çevirdi. Telefon ikinci çalınışında açıldı. Karşısındaki ses annesinin sesiydi. Orhan’ın sesini duyar duymaz ağlamaya başladı.
- Neredesin sen! Meraktan öldürecek misin bizi?
- Şey anne...
- Oğlum nerdesin diyorum! Baban deliye döndü. Polisi bile aradı, gece odana gelmiş, seni göremeyince çıldırdı. Sen böyle yapmazdın oğlum, birileri mi kaçırdı seni? Söyle n’olur, iyi misin?
- Anne, bir şey sorma lütfen. Ben iyiyim merak etmeyin. Sadece iyi olduğumu bilin diye haber vermek için aradım. Babam işe gitti mi?
- Oğlum sabaha kadar uyku uyumadık, aramadığımız yer kalmadı. Evrenlerin evine bile gitti baban. Babası İzmir’e döndüğünü söylemiş. Kimse bir şey bilmiyordu. Baban işinden de olmamak için çaresiz işe gitmek zorunda kaldı. Biliyorsun iş verenleri acımasız, laftan, sözden, mazeretten anlamazlar. Onu bırak şimdi, sen nerdesin onu söyle?
- ...
- Oğlum evi terk etmeni gerektirecek kadar ne oldu? Kötü bir söz mü ettik sana? Nerdesin diyorum Orhan çıldırtma beni!
- İzmir’deyim anne...
- ... Ne!
- Anne şimdi kapatmalıyım, babama söyle kızmasın n’olur, kendim için iyi bir şey yapmaya geldim. Beni bir kez olsun anlasın lütfen! Babama İzmir’de olduğumu söyleme. Yine ararım.. Benim için dua et annem.. Ellerinden öpüyorum..
- Orhan, bekle dur, kapatma..
- ...
...
Orhan tüm gün alev alev yanan şehrin ortasında, bir başına avare avare sokaklarda dolaştı durdu. Evren’den hayır olmayacağını, kendi başına iş bulması gerektiğini anlamaya başladı. Sap gibi ortada kalmıştı. Cebindeki para onu bir kaç gün anca idare ederdi. Karnı yine acıkmaya başlamıştı. Hava kararmak üzereydi. Deniz kenarına gitti, iki simidi ve ayranını alıp dalgaların huzur dolu hırçınlığını dinledi. ’Zoru başarırım, imkansız zaman alır’ diye telkin etti kendini. Cesarete ve yüreklendirilmeye ihtiyaç duyuyordu. Üşümeye başlamıştı hafiften. Gündüzleri sıcaktan alev alev yanan şehir, geceleri buz gibi esiyordu. Bir sandalın kenarına sırtını dayadı ve dün geceki uykusuzluğuna yenildi.
Sabah bir adamın onu dürtmesiyle kendine geldi. Ayyaşın biri içki parası istiyordu. Orhan sıkı sıkı çantasına sarıldı ve yerden kalkmaya çalıştı. O sırada bir balıkçı ayyaşı kovalayıp Orhan’a ;
- Burada ne işin var evlat? Buralar tekin olmaz, geceyi burada mı geçirdin yoksa? ..diye sordu.
- Evet.. dedi Orhan; kalacak bir yerim yoktu, dalgaları izlerken uyuyakalmış olmalıyım. Teşekkürler uyardığınız için.
- Kalacak sağlam bir yer bul kendine. Bir daha ki sefere bu kadar şanslı olmayabilirsin. Adamın parasını çalar bu pis insanlar. Döverler, hırpalar atarlar. Bir dahakine dikkatli ol oğlum. Hadi selametle..
Orhan toparlanıp Evren’le konuşmak için yeniden otelin yolunu tuttu. Evren’i zor uğraşlar sonucu ulaştıktan sonra buldu. Soğuk ve samimiyetsiz bir yüz ifadesiyle başından atmak ister gibi konuşuyordu Evren. Orhan hislerinde yanılmamıştı. Evren Orhan’ın onun başına dert olmasını istemiyordu, belli ki pişman olmuştu onu peşinden sürükleyip İzmir’e getirdiğine. Orhan gururluydu. Verilen mesajı idrak edebilecek kadar da bilinçliydi. Başının çaresine bakabileceğini ima etti Evren’e. Evren rahatlamış bir halde, müdürüyle konuştuğunu ama elemana ihtiyaçları olmadığı cevabını aldığını söyledi. Hiç bir şey demedi Orhan. Kızmadı, kötü söz etmedi, vedalaşıp ayrıldı Evren’in yanından. Artık tek başınaydı.
Yol boyunca kapı kapı dolaşıp iş aradı. Gördüğü ilanları yokladı. Ama nereye gittiyse herkesten aynı cevabı alıyordu; ’ Yabancı Dilin Var mı?’ Zira burası turistik bir yerdi ve yabancı dil bilmiyorsan seni kimse adam yerine koymuyordu. Hatta bir lokantanın bulaşıkçılığı için başvurmaya niyetlendi. Ama adam yabancı dil bilmeyen eleman çalıştırmadıklarını söyleyince Orhan’ın son hevesi de kursağında kaldı. Altı üstü bulaşık yıkayacaktı. Hiç konuşmadan da yıkayabilirdi oysa, bu yabancı dil zorunluluğu da neyin nesiydi. Evren’in belki de tek avantajı buydu. Çünkü o yabancı dil biliyordu.
Yine akşam olmak üzereydi. Bütün gün yine o sıcakta deli gibi dolanıp durmuştu. Yorgunluktan ve açlıktan ölmek üzereydi. Saatine baktı, babasının daha işten gelmemiştir düşüncesiyle ankesörlü telefondan evi aradı. Telefonu küçük kardeşi Fulya açtı.
- Abi sen misin? Çok özledim seni, lütfen geri dön. Seni çok seviyoruz. Canım abicim ...
Orhan’ın içi cız etti, en küçük olduğu için midir bilinmez, Fulya’ya karşı hep koruyucu, sahiplenici ve babacan bir sevgisi vardı. Onun o bıcırık sesini duyunca birden içinde bulunduğu kaosu bile unuttu.
- Deli kız, ben de seni çok özledim. Merak etme geleceğim. Seni abisiz bırakmaya hiç niyetim yok. Askere giderken arkamdan sen su dökeceksin. Söyle sana ne getiriyim?
- Abi sen gel yeter, başka ne isterim? Babam çok kızgın, dün gece seni evlatlıktan reddettiğini söyledi. Anneme söyleme demişsin ama mecbur kaldı İzmir’de olduğunu söylemeye. Babam da duyunca üzüldü sanırım, çünkü ilk kez onun ağladığını gördük. Hüngür hüngür ağladı. Aslında iki kez ağladı
- Nası yani! Ağladı mı? Off.. Fulya ne diyorsun kardeşim gerçekten mi?
- Senin İzmir’e gittiğini duyunca bize; ’madem gitti, köpeğini de istemiyorum, alın götürün Lordu azıtın uzak bir yere’ dedi. Biz de ağlaya ağlaya mecburen götürdük.
- Ne yani artık Lord yok mu ? offf!
- Dur abi, bak şöyle oldu. Biz Lordu aldık, karman çorman yollardan geçtik, evimizden çok uzakta terk edilmiş bir evin bahçesine zincirle bağladık Lord’u. Sanırım anladı onu terk ettiğimizi. Garip garip baktı, resmen ağlar gibi uludu arkamızdan. Biz de çaresiz, ağlaya ağlaya arkamıza dönüp hiç bakmadan uzaklaştık oradan. Bir saat yürüdük eve geldik, geldik ki ne görelim?
- Ne oldu, ne gördünüz, hadi merak ettirme de söyle, çabuk anlat!
- Lord kapımızın önündeki çimlerde deli gibi yaylana yaylana koşturuyor. Abi zincirini koparmışta gelmiş, yolu unutmamış, bizden önce gelmiş eve. Biz de yakaladık, yeniden bahçedeki yuvasına bağladık Lord’u. Dayanamadık, yaptığı vefakarlığa. Babam bunu görünce dedi ki; ’ ulan köpek bile köpekliğine rağmen evin yolunu biliyor, zincirini bile kırıp geliyorda, bizim it dönmüyor, evi terk ediyor!’ dedi. Sonra hıçkıra hıçkıra ağladığına şahit olduk. Babam çok üzülüyor abi, ne olur eve dön..
- Fulya şimdi kapatmalıyım, sonra konuşuruz. Babama aradığımı söyleme olur mu..
Orhan telefonu kapatınca çocuk gibi ağlamaya başladı. Sanki şekerini ya da oyuncağını elinden almışlardı. Ne halt etmişti böyle. Ne diye gelmişti sanki. Evren de kimdi, ailesinin yanında. Karar verdi eve dönecekti. Hemen terminale gitti ve bilet almak istedi. Cebinde yirmibeş milyon vardı. Hangi acentaya sorduysa aynı cevabı alıyordu. Ankara’ya bilet elli milyondu. Hiç biri bu fiyata onu Ankara’ya götürmeyi kabul etmiyordu. Sonunda birisine öyle bir dert yandı ki; tamam dediler.
- Benim Ankara’ya gitmem lazım. Gerekirse valizlerin yanında ama gitmem lazım. Bagajda bile olsa razıyım.
- Bilet almana gerek yok, git şu otobüse bin, sonra muavine derdini anlatırsın, biz söyleriz onlara izah ederiz. Götürürler hadi üzülme, yetiş birazdan kalkacak.
Orhan otobüse ürkek adımlarla bindi. Neredeyse tamamı doluydu. Sadece çocuklu bir bayanla, genç bir kızın yanı boştu. Mecburen kızın yanına oturdu çekinerek. Beş dakika sonra otobüs hareket etti. Bir saat kadar geçmişti ki muavin geldi bilet toplamak için. Sıra Orhan’a gelince ;
- Abi benim biletim yok, terminaldeki abiler size durumu izah edecekti.
..dedi utana sıkıla. Sesini öyle alçaltıyordu ki utancından, kimse duysun istemiyodu. Adam Orhan’ın fısıltılı konuşmasının aksine, deliye dönmüş bir halde bağırmaya başladı.
- Ne diyorsun sen gardaşım! Olur mu öyle, ne demek biletim yok. Burası dingonun ahırı mı, her önüne geleni böyle bedavaya götürüsek biz nası para kazanacaz. Allah rızası için iş yapmıyoruz. Bizim de evde ekmek bekleyenimiz var.
Muavinin bağırtılarını duyan şöför seslendi
- Ne oluyor orada? Bir sorun mu var?
- Ahmet abi, bu çocuğun bileti yokmuş
Şöför ani bir manevrayla otobüsü sağa çekti. O da geldi Orhan’ın başına dikildi.
- Ne oluyor gardaşım, hayır kurumu mu burası?
- Abi durumumu izah edeceklerdi size. Ben binmeden evvel konuştum. Cebimde yirmibeş milyon var. Bütün param bu, Ankara’ya gitmem lazım.
- Bizim derdimiz mi senin Ankara’ya gitmen. Bize ne gardaşım. İn aşağı!
- Abi yapmayın n’olur. Yolun ortasında nereye giderim ben. Yol iz bilmem, bagajların yanında olsun gideyim!
Orhan’ın yanında oturan kız ve diğer yolcular meraklı ve sessiz bakışlarla olanı biteni anlamaya çalışıyordu. Şöförün ve muavinin patırtılarından etkilenen birileri arka koltuklardan ’cık cık cık’ çekip, Orhan’a kınayıcı ve kızgın bakışlar eşliğinde mırıldanıyorlardı. Sonunda yanında oturan kız dayanamadı;
- Sizin derdiniz ne kardeşim! Hepimizin yetişmesi gereken yerler var. Ne diye otobüsü durduruyorsunuz. Ayrıca insanları rencide etme hakkını kim veriyor size!
- Görmüyor musunuz hanfendi, çocuk bilet almadan binmiş.
- Size bedava götürün demiyor ki. Kaç lirası var yirmibeş, otobüs kaç lira, elli, alın şu yirmibeş milyonu. Paranız kadar konuşun. Hadi şimdi gidebilir miyiz!
Genç kız Orhan’ın eksik parasını tamamladıktan sonra sorun hallolmuş ve otobüs kaldığı yerden yola devam etmişti. Orhan utancından tek kelime edemedi ve yol boyunca kızın yüzüne dahi bakamadan, kafası önünde suçlu gibi Ankara’ya vardılar. Orhan kaçar gibi indi otobüsten ve evin yolunu tuttu. Cebindeki son bozukluklarla, evlerine giden yirmi numaralı mavi otobüse bindi. Kalbi yine yerinden çıkacak gibi atıyordu. Sabahın erken saatleriydi. Babası muhtemelen hala evden çıkmamış olmalıydı. Hem korkuyor, hem de yüzleşmek ve ben ettim sen etme, beni affet demek istiyordu. Otobüste eski komşuları Leyla ablayla karşılaştı.
- Oğlum bu ne hal? Beter görünüyorsun, nerden geliyorsun sen böyle sabahın köründe, başına bir hal mi geldi?
Orhan’ın daha fazla dayanacak hali kalmamıştı. Leyla ablayı severdi, halden anlayan bir kadındı Leyla abla. Orhan birden sığınacak bir dal aradı. Tüm olanı biteni anlattı. Çok pişman olduğunu ve eve dönmek için de çok çekindiğini söyledi. Leyla abla merhametli ve yumuşak kalpli bir kadındı. ’Gel’ dedi;
- Ben seni kendi ellerimle teslim edeceğim babana, ben konuşurum onlarla, korkma..
Sonra birlikte eve geldiler. Orhan kapının yanında bekliyordu suç işlemiş bir çocuk gibi. Leyla abla girdi önce içeri. Sonra tam kapıyı kapatacaklarken
- ’Bakın size kimi getirdim’ dedi. Orhan’ı içeri soktu. Leyla ablayı severdi ev ahalisi, saygı duyarlardı. Öyle ki biraz inat etmiş olsa da babası Osman, haklı kızgınlığını bir saat içinde yumuşatmayı başardılar. Sonunda elini uzattı ve
- Öp ulan eşşoğlu eşşek, dedi..
Baba oğul sarıldılar, dakikalarca ağladılar. Şimdiye kadar birbirlerini ne kadar sevdiklerini ve birbirlerini anlamaları için belki de böyle bir kaybetme korkusu yaşamaları gerekiyordu her iki tarafında.. Babası Orhan’a
- Sakın bir daha böyle bir delilik yapma, çalışmak istiyorsan bana söyle. Sen yeter ki iste oğlum, iş kuralım, dükkan açalım sana kendi işinin patronu ol, bir daha kimseden medet umma.
...
Aradan iki ay geçmişti. Orhan Evren’le tüm iletişimini koparmıştı. Evren de yüzü olmadığı için zaten Orhan’ı hiç arayamamıştı, sadece ortak bir kaç arkadaştan Orhan hakkında bir şeyler sorduğu geliyordu Orhan’ın kulağına..
Babası vaadettiği gibi sözünü yerine getirmişti. Orhan’a bir kitapçı dükkanı açmışlardı. Orhan okumayı seviyordu. Hem kendisini geliştirmek hem de sevdiği işi yapmanın verdiği huzurla kendini fena halde güvende hissediyordu. Tesadüf mü bilimez, onun için dönüm noktası sayılabilecek bir yerde, terminalde açmışlardı dükkanı. Bitti sandığı yerden, yeni bir başlangıç yapmıştı..
Bir gün raflara kitap dizerken içeri bir kız girdi. Bir süre dikkatle Orhan’a baktıktan sonra
- Merhaba.. dedi
- Merhaba.. dedi Orhan’da.
- Beni hatırladınız mı? dedi kız
Orhan bir süre kıza dikkatle baktıktan sonra, utancından yerin dibine geçtiği o otobüs yolculuğunu anımsadı. Sımsıcak gülümserken, borçlu bir insanın alacaklısına olan çekingenlikle;
- Oturmaz mısınız? Size kahve ikram edeyim, biraz da kitaplar hakkında konuşuruz, olmaz mı? dedi
- Ben İzmir’e dönüyordum okul için, ama otobüsümün kalkmasına daha bir saat var, çok sevinirim .. diye karşılık verdi.
Güzel ve samimi sohbetleri kısacık bir zaman zarfında hemen bitivermişti. Zaman su gibi akmıştı, öyle çabuk geçmişti ki bir saat. Kız veda etmek için ayağa kalktığı anda, Orhan koşarak rafların arasına özenle yerleştiridği bir kitabı getirip kızın eline tutuşturdu. Kız teşekkür etti ve oradan ayrıldı.
Otobüse bindiğinde, kız kitabı açtı göz atmak için. Cemal Süreyya’nın SEVDA SÖZLERİ.. İçerisinde o gün ödeyemediği para ve bir not vardı.
- Lütfen yine gelin..
fulya/temmuz2011
YORUMLAR
Günün yazısı olmayı haketmiş.
Baba işte canından çok sever evladını ama içinden sever büyütür koca dağ yapar fakat belli etmez.
Adem iyi biriyse mutlaka işi rasgider.
Düşmeye görsün adem başa gelen sıkıntıda acıyı anne,baba,kardeş çevrede başka adem yok.
Bir eylem yapmadan önce iyi tartmalı ölçmeli bundan zarar görecek olanların olduğunu unutmaması.
Ve iştihare mutlaka ehil olanlara danışmalı.
Çok güzel bir öyküydü adate yaşadım acılara,sıkıntılara,sevinçlere ortak oldum.
Saygı ve selam ile
Ne kadar akıcı ve hissettiren bir öyküydü...
Seni SÜREYA'nın bir çalışmasıyla tebrik ediyorum...
Sevgimle...
YAĞMURUN YAĞMASI İYİDİR
Sonra o gider sesini yıkardı
Telefonda saatlerce seviştiğinden
O diye biri vardı galiba
Ağzı da iyice vardı galiba
Gece çiçeklerinden bir orman
Pejmürde atlar pahasına
Bira içerken saçları uzun
Parmakları korkunç ve kalabalık
Bir gece Aksaray’da hiç unutmam
Yüzümü ellemişti galiba
Denize doğru gittikçe artan
Bu yüz benim yüzümdü olsa olsa
Yakasında kocaman bir düğme
Sevinci bitiştiren acıya
Ayıran kuşkuyu inançtan
Yağmurun yağması iyidir
Bir çerkez mızıkası gibi rengârenk
İki adet kuş çantasında
Cemal Süreya
Öykü o kadar canlı ki; yani insan diyor ki gerçek yaşanmış da biz de dinliyoruz yazarından...
O değil de; en çok sonunu sevdim...Kızla buluşma imkanını ayarlamış olması çok güzel..Ütopyada olsa:))
GÜL
Gülün tam ortasında ağlıyorum
Her akşam sokak ortasında öldükçe
Önümü arkamı bilmiyorum
Azaldığını duyup duyup karanlıkta
Beni ayakta tutan gözlerinin
Ellerini alıyorum sabah kadar seviyorum
Ellerin beyaz tekrar beyaz tekrar beyaz
İstasyonda tiren oluyor biraz
Ben bazan istasyonu bulamayan bir adamım
Gülü alıyorum yüzüme sürüyorum
Her nasılsa sokağa düşmüş
kolumu kanadımı kırıyorum
Bir kan oluyor bir kıyamet bir çalgı
Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene
CEMAL SÜREYA
Öyküye de ne güzel yakışıyor bu şiir...
Oğlanın sonradan kızı sevmesi..
Tabi İzmir'e gitmeden ve gittikten sonra çektikleri sonrası kızın gözleri oğlanı ayakta tutuyor...
Emeğine sağlık ablacım...Hürmetle..
Oykuden cok hayat hikayesi gibiydi. icim acidi. Bazen heveslerimiz aklimizdan buyuk olur. Basimiza geleceklerimizi dusunemeden yol alir, kararlar aliriz hayatimiza dair. Oyle bir hayat yasamali ki insan yaptigi seyin arkasinda yuzu olabilmeli. Ve insanlik hala olmedi. Ders verecek ve cikartabilecek oykuleri hep sevmisimdir.
Kutlarim bu degerli kalemi
sevgimle Fulyaa