- 1665 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
AĞA EMİ
Ömrünün son durağındaydı artık. Seksen yıl uzunluğundaki yolculuk bitmiş, Hak’ka kavuşmanın zamanı gelmişti. Temelden çatıya tamamen kendi emeğiyle yapılan bu iki katlı ahşap binanın alt katındaki odasında, yine kendi elleriyle yaptığı ağaç sekiye serilmiş tüy döşeği ve özellikle inceltilmiş bir yorgan arasında boylu boyunca yatmaktaydı babam. Babamın son günlerini yaşadığını hisseden annemin çağrısı üzerine hepimiz yurdun dört bir yanından köydeki evimize toplanmış, O’nun yanında olmuştuk.
Rus İşgali yıllarında Elazoğlu İzzet’in derme çatma yapılmış ahşap evinde dünyaya merhaba demişti. İshak, beyaz tenli, kahveye çalan gözleri ve sarı saçlarıyla ailenin ikinci çocuğu olmuştu. Annesi Nare, sağlıklı bir evlat dünyaya getirmekten mutluydu. Ne var ki her tarafta yokluk, yoksulluk kol gezmekteydi. Babamı kundaklayacak bir metrelik bez bile zar zor bulunmuştu komşulardan. Yoksulluk neyse de işgal altında olmak, her an için bir saldırıya uğramak, çoluk çocuğun Ermeni çetelerince katledilmek korkusu düşündürmekteydi insanları. Her gün değişik yerlerden katliam haberleri ulaşmaktaydı köye. Halk panik içerisinde, diken üstünde yaşamaktaydı. Üstüne üstlük Nare, son günlerde öksürüklere boğulmaktaydı. Gittikçe sıklaşan bu öksürük ve halsizlik, iştahsızlık kadıncağızı bitiriyordu. İzzet ve Nare çiftinin ikişer yıl ara ile iki oğlu daha olmuştu. Nare, tarlada, bahçede evde koşturmaktan mecalsiz kalmıştı. Bir türlü kendini toparlayamıyordu. Günden güne pembemsi yanakları solmuş, yüz etleri çekilmiş, dudakları buruşmuştu. İncecik kalan bacakları vücudunu taşımakta zorlanmaktaydı.
İzzet, her köylü gibi bağ bahçe işleriyle ve hayvanlarla uğraşmaktaydı. Arazi kıt olduğundan boş kaldıkça ormandan tarla açardı. Kolay değildi geçim. Altı nüfuslu bir aileydi sonuçta. Köyde son zamanlarda bir söylenti yayıldı. Ruslar ve Ermenilerden korunmak amacıyla Erzurum taraflarında insanlara tüfek dağıtılmaktadır. İsteyen gidip tüfek ve mermi alabilmektedir. Bunu duyan köylülerden yirmi, otuz kadar dizi işleyen genç insanlar yollara düştüler. İzzet ve Abisi Aslan’da bu grubun içindeydi. Gidiş o gidiş. Gidenlerin içinden çoğu geri dönememiş, nerelerde başlarına ne geldikleri de bir sır olmuştu. Geri dönenlerden birisinin anlattığı en somut bilgi şuydu: “İzzet’i Ruslara ait bir askeri kamyon yanımızdan geçerken gördüm. Kamyon üzerinde, Rus askerlerinin arasından bize bakıp bağırdı: “ Bizi esir aldılar, götürüyorlar”. Doğruluğu tartışılır bu bilgi bir zaman dolandı durdu ortalıkta.
İzzet, dört erkek, Aslan, beş kız evladını babasız bırakmıştı. İshak, oniki yaşında bir yetimdi artık. Dede Usta Musto ve Fadime Nine dokuz yetim ve iki dul kadını yanlarına aldılar. Nare, İzzet’in bir gün çıkıp geleceğini düşünerek hayata sıkı sıkıya tutunmaya çalıştı. Her an gittiği yoldan görüneceğinin hayaliyle gözleri yollarda kalakaldı. Ama beklediği yiğidi, eşi, çocuklarının babası dönmedi. Bu bekleyiş ve özlem içerisinde hastalığının ne kadar ilerlediğinin farkında bile değildi. Bir karlı kış gününün seher vaktinde bütün umutlarını, çocuklarını ve çilelerini bırakıp bu dünyadan uçup gitti. Artık İshak ve kardeşlerinin zor günleriydi. Ana baba yokluğu içerisinde sefil bir hayat başlamıştı. Bir tavuğun civcivlerini kanatları altına aldığını gördükleri an yıkılıyor, bir koyunun kuzusunu emzirdiğinde kıskanıyor, bir kedinin yavrularını korumak için köpeklere bile nasıl diş gösterdiğini izledikçe sahipsizliklerine kahrediyorlardı. Hayat ne kadar acımasızdı. Ne kadar yalnızlardı. Yaşamak ne kadar çileli bir işti. Çaresiz büyümekteydiler. Yarı aç yarı tok, yarı çıplak, ilgisiz, sevgisiz, umutsuz… İshak büyüdükçe yakışıklı bir delikanlı olmakta, boyu uzamakta ve kilosu artmaktaydı. Gençliğin verdiği durdurulamaz hevesle gönlünü yukarı mahalleden Punpul Kız’a kaptırmış, karşılıklı mendil sallamalar ve işaretlerle heyecanı bir kat daha artmıştı. İshak, aşkını kimseye söyleyemiyor, derdini kimseyle paylaşamıyordu. Böyle bir durumun duyulmasının çok yadırganabileceğinin örnekleri vardı çevresinde. Çaresiz gizli sevda çekiyor, acı duyuyordu. Unutabilir miydi acaba, vazgeçebilir miydi? Denedi olmadı. Akıntıya kapılan bir dal parçasıydı. O’nun bu hallerinden hiç kimsenin haberi yoktu. Zaten varlığıyla yokluğu belli bile değildi. Yoksul bir aileydiler. Az çok köylük yerde karınlarını doyurabiliyorlardı. Ama giyeceklere sıra gelince çok sıkıntı çekilmekteydi. İshak bu sıkıntıyı en çok yaşayanlardan birisiydi. Günlük giydiği arkadan yamalı, önden sökük dökük bir şal pantolonu, yün çorapları, çarıkları, diril denen çizgili bezden gömleği, örme fesiyle o zamanın tipik bir köylü erkeği örneğini oluşturmaktaydı. Pek soğuk havalarda yine örme bir ceket veya keçeden bir palto müsveddesi giyerdi. Yağmurlu havalarda çarıklar birer kayak gibiydiler. Yürümekte zorluk çeker, defalarca yerle bir olurdu. Zaten fazla bir ömrü olmayan çarıkların delindiği yerlerinden çoraplar da delinirdi. Bu yerlerden toprakla, çamurla temas eden ayak altları nasır bağlardı. Zamanla bu et parçası bir odun duyarsızlığında olup ağrıyı, sızıyı hissetmezdi bile. İç çamaşırı olarak amerikan bezi dedikleri bezden bulanlar şanslıydı. İshak, bu şansı çok az yakalardı. Çoğu zaman iç çamaşırsız gezerdi. Bir düğüne gitmeye heveslenmişti de yukarı mahalleden birinin pantolonunu ödünç istemişti. Ama o arkadaşı da aynı düğüne gitmek isteyince hayalleri suya düştü. Yine düğüne gitti ama gece karanlığında. Uzaklardan uzaklardan izledi düğünü pek kimselere görünmeden. Bu yıllarda gökyüzü hep karanlık yeryüzü hep bataklıktı O’nun için. Çekingendi, içliydi, ürkekti, garibandı. Koyun, keçi ve sığır peşinde uçup giden gençlik yıllarıydı bu yıllar.
Tarih 1919’la buluşurken büyük Kurtarıcı Mustafa Kemal Paşa’nın başlatmış olduğu Kurtuluş Savaşı yurdun her tarafına yayılmış, her Türk vatandaşı canını dişine takarak, kellesini koltuğuna alarak savaşmaktaydı. Bu savaş meyvelerini vermiş, Çoruh ve civarı da Rus ve Ermenilerden temizlenmişti. Artık insanlardaki korkular kaybolmuş, özgürlüğün tadı alınmış, susuz bir ağaca su gelmiş, hastalıklı bir bünye sağlığına kavuşmuş ve durgun sular coşmuştu sanki. İshak ve kardeşlerinin içinde kurtuluş sevincinin yanında değişik bir heyecan daha vardı. Belki babaları sağdır, belki esaretten kurtulmuştur. Belki bugün, yarın çıkar gelir diye beklediler. Hep bir umutla babalarını karşılayacakları günün provalarını yaptılar. Ama yıllar geçiyor, babaları gelmiyordu. Ülkede Cumhuriyet ilan edilmiş, her şey yeni bir düzene oturtulmaya çalışılmaktaydı. Bir kalkınma başlamış, diğer ileri milletlere yetişebilmek için bir yarışa girilmişti. İşte bu yıllarda İshak bir asker adayı gençtir. O’nu bir sonbaharda Sivas’a asker olarak uğurladılar. Bu zamana kadar köyünden en yakın bir şehre bile inmemiş İshak için bu yolculuk bir çağın başlaması gibi önemli olmuştu. Korkuyordu, endişeleniyordu, yol bilmezdi, hal bilmezdi. Ama her Türk insanı gibi onda da bir vatan sevgisi vardı. Vatan için her zorluğa katlanmak gerektiğini algılayabiliyordu. Hele bir de babasının işgal yıllarında ortadan kaybolması kendisinde düşmana karşı vatanın savunulmasının kaçınılmaz olduğu hissini öne çıkarmıştı.
O şimdi çakı gibi bir askerdi. Asker ocağında kendine gelmiş, gözlerini sanki ilk defa dünyaya açmış, yeni arkadaşlar ve kendine güven kazanmış, yeniliklere özenen, her şeyi öğrenmeye çalışan bir insan olmuştu. Köydeyken “lobiye” dedikleri sebzenin asıl adının “fasulye” olduğunu da asker ocağında öğrenmişti. Askerlikten köyüne döndüğünde komiklik olsun diye evdekilere: “Fasulye yemeği yapsanız da yesek” demiş. Ama kimse bir şey anlamamıştı.
Askerlik bitişi köye geldiğinde kendisinde meydana gelen değişiklikler yanında köyde de bir takım değişiklikler olmuştu. Fadime Nine ve Usta Musto vefat etmiş, amca kızları ile birlikte kardeşleri de hepten sahipsiz kalmışlardı. Zamanla yakın akrabaların çabalarıyla aynı evi paylaşan bu gençlerden iki kız kardeş iki amca oğluyla evlendirildi. İshak yirmibeş yaşına bastığında yıllar önce gönül verdiği Punpul kıza elçiler gönderdi. Çok yoksul biri diye babası kızını vermek istemedi. Kız verilecek adamın ahırının arkası gübre dolu olmalı, tarlası çok olmalı, kardeşi az olmalı diye elçileri geri çevirdi. Ama İshak vazgeçecek gibi değildi. Araya hatırı sayılır kişiler konarak kız evi zar zor ikna edildi. Küçük çaplı bir düğünle iki genç evlendirildi. Sevdiği kızı alabilmenin mutluluğu yaşantısına yansımaktaydı. Artık daha enerjik, daha düzenli, daha anlamlı bir hayatı vardı. Punpul da çalışmayı seven, becerikli, işinde çabuk bir gelindi. O büyük ailede evlenmelerle birlikte parçalanmalar da başlamış oldu. Her çift yuvadan uçup yeni yuvalar kurmaya başladılar. Ormanların bol olduğu o yıllarda bir ev sahibi olmak çok zor bir iş değildi. Konu komşu yardımıyla, köyün üst tarafından kesilen ağaçlarla kısa sürede evler yapılabiliyordu. Yapılan bir iskeleye tomruk yerleştiriliyor, çevrede “yoşa” denilen kırmız renkteki toprak, bir çanakta ıslatılıyor, bir ipe sürülüyordu. Bu ip tomruğun iki ucunda, belirli aralıklardaki işaretlere tutularak renkli bir çizgi vuruluyordu. Bu çizgi boyunca biri yerde, biri iskelede iki kişinin aşağı ve yukarı çektiği hızarla tahtalar biçiliyordu. Usta Musto çevrede çok iyi bir ahşap ustasıydı, çocukları ve torunları da O’ndan çok şeyler öğrenmişlerdi. İshak da dedesinden öğrendiklerini uygulayarak kendisine yetecek iki göz ev ve hayvanları için ufacık bir ahır yapabilmişti.
Ev işi kolayda arazi işi zordu. O büyük ailenin toprakları parça parça bölününce İshak’a iki küçük tarla ve bir bahçe kalmıştı. Arazilerin çoğu amca kızlarıyla evlenen kardeşlerindi. Onlar köylük yerinde sıkıntı çekmeyeceklerdi. Ama İshak’a bu arazi yetmeyecekti. Yetmiyordu da. Daha şimdiden çocukları olmaya başlamıştı. Toprakla uğraşmayı, toprak sahibi olmayı çok istiyordu. Toprağın vefalı bir dost olduğunun farkındaydı. Onunla kucaklaşmak, onunla sarmaş dolaş olmak, ona can vermek istiyordu. Gölgesinde serinleyeceği, dalından meyvesini koparacağı bir ağacı olmasını istiyorsa toprakla uğraşmalıydı. Kendinden sonra geleceklere bir eser bırakacaksa toprakla yaşamalıydı. Hayırla hatırlanmak için toprakla içli dışlı olmalıydı. Toprak bereketti, huzurdu, anaydı, yardi, oğuldu, kızdı. Ama İshak’ta ne kadar da azdı. Yakın bir köyde verimli arazileri bulunan beyler vardı. Konaklarda yaşarlar, hizmetliler tutarlar, tarlalarında yevmiyeciler çalıştırırlardı. İshak onların yanında çalışmaya karar verdi. Sabahtan akşama kadar beyin tarlasında, bahçesinde çalışırdı. Akşama bey tarafından mısır, buğday veya başka bir yiyecekle, ya da az giyilerek bir köşeye atılmış elbiselerle razı edilirdi. O günün işi bitince iki saatlik yolu yürüyerek evine varır, getirdiklerini hanımına teslim ederdi. İshak’ın dürüstlüğü, çalışkanlığı ve ne kadar toprak sevdalısı olduğu beyler tarafından fark edilmişti. Bu nedenle O’nu hepsi çok severlerdi. Çoruh Irmağı’nı besleyen derelerden birisi olan Şavşat Deresi kenarında beylerin işlemediği taşlı, kumlu, atıl durumda iki dönüm kadar bir arazi parçası vardı. Burasını bazı ilkbaharlarda sel basardı. Beylerde toprak çok olduğu için bu yere önem vermezler, ekin ekmezlerdi. İshak, beyin huzuruna çıkarak bu araziyi düzeltip işlemek istediğini, karşılığında bedenen yapabileceği işlerde çalışabileceğini açıkladı. Bey, bu isteğini kabul etti. İshak, artık kanatlanmış bir kuş gibiydi. O akşam eve uçarak geldi sanki. Hanımına durumu anlattı. Sabah namazında Zahide Bebeği kucaklayıp ikisi birlikte, ellerinde kazma, kürekle koştura koştura dere kenarına ulaştılar. Toprakla, taşla bir didişmedir başlamıştı. Koca koca taşları deviriyor, sel baskınlarını önlemek amacıyla dere boyunca kalın bir duvar meydana getiriyorlardı. Punpul, gücünün yettiğince eşine yardım ediyordu. Arada bir gölgede yatırdıkları çocuğu emziriyor, yine işine devam ediyordu. Aylar sonra dümdüz bir tarlaları vardı. Etrafı çevrilmiş, ekime hazır olmuştu. Burası köyden uzaktı ama çok verimliydi. İshak, duvar boyunca ikişer metre aralıklarla onlarca kavak dikti. Tarlanın diğer kenarına değişik cins elma fidanları dizdi. Derede bir bent inşa ederek buradan tarlaya kadar bir su kanalı açtı. Tarlaya su gelince İshak’ın ambarına da bereket gelmeye başlamıştı. Ama yeterli olmuyordu. Çünkü yıl geçtikçe nüfus artmaktaydı.
Çoruh (Artvin) – Şavşat arasında devlet yolu yapılmaktaydı. Yaklaşık seksen kilometre uzunluğunda olacak bu yolun tamamlanması için Şavşat’ın bütün köylerindeki tüm hane reisleri belirli bir kilometre yol yapmak zorundaydılar. İshak da payına düşen metreleri tamamlamak için yol yapımında çalışmaktadır. Yolun standartlara uygun olup olmadığını denetleyen İdris Çavuş, O’nu izlemekte ve çalışmasına hayran olmaktadır. İshak görünüş itibarıyla sıska birisidir. İri kıyım birisi O’nu gözüne kestirir. İkide bir O’nunla güreşmek ister. İshak kaçtıkça o üzerine gelir. Komşu Şahmurat Amca da yol yapımında İshak’la birliktedir. Diğer adamı bir kenara çağırır derki: “Sen İshak’a takılıyorsun ama sana bir şey anlatayım. Geçen gece uykumdan bir gürültüyle uyandım. Dışarı çıktım. Baktım bu bizim İshak. Evlerin üst yanındaki ormanda tarla açmakta. Orada bulunan ağaçları gövdelerinden tutup asılıyor. Ağaçları bütün kökleriyle topraktan çıkarıyor. Bunda öyle bir acı kuvvet var. Haberin ola”. Bu sözden sonra adamcağız bir daha babama yaklaşmıyor. Yol tamamlandıktan sonra bu yolda motorlu taşıtlar işlemeye başladılar. Ancak bu yollara bakım gerekmekteydi. Bu nedenle bozulan yerleri onarmak, meydana gelen çukurları düzeltmek amacıyla İdris Çavuş’un önerisiyle işçi alımı vardı. Elbette ki ilk önerilen isim İshak’tı. Çünkü temiz iş yapardı, helalinden çalışırdı. Kimsenin hayalini bile kuramadığı bir işe girmişti. Artık kim tutardı İshak’ı.
Babamı hatırlıyorum. Elinde kürekle evden çıkardı. Akşama yorgun argın eve dönerdi. Gün boyu onbeş kilometrelik yolu gidiş geliş olarak otuz kilometre yürürdü. Yola düşen bir taş varsa küreğinin ucuyla atar, Çukurlar oluşmuşsa yol kenarlarından toprak doldururdu. Duvarlar bozulmuşsa onarımını yapardı. Onu en çok karayoluyla evimiz arasındaki üç kilometrelik yokuş yorardı. Eve geldiğinde annem, hemen babamın çoraplarını çıkarır, ayaklarını yıkaması için ılık su ve leğen getirirdi. Babamın iş elbiseleri vardı. Devlet verirdi onları. Yazlık ince, kışlık kalın elbiselerdi. Babam artık köyde bir markaydı. “Devlet işinde çalışan ilk insan”. Herkes ona gıpta ederdi. Babamın ay sonunda cebi para görürdü. Bu bulunmaz bir nimetti. Darlığa düşenler bizim evin yolunu tutarlar, babamdan borç para alırlardı. Bir cep defteri vardı. Babam kime para verdiyse bize yazdırırdı. Alacaklar listesi uzardı da uzardı. Kimi söz verdiği günde borcunu getirir, kimi geciktirdiği için özür dilerdi, kimisi hiç vereceğini aklına bile getirmezdi.
Geçmiş yılların yoksul İshak’ı insanların gözünde varlıklı biriydi artık. Herkes O’na “Ağa Emi” diye hitap etmeye başladı. İhtimaldir ki babam içten içe bu söze gülmüştür. Kendisini ağalığa yakıştıramazsa bile hoşuna gitmiştir. Biz, üç erkek, üç kız olmak üzere altı kardeştik. En küçükleri benim. Evlat sevgisini altıya mı bölmüştü neyse bizimle pek ilgilenmez, içli dışlı olmazdı. O, kendini toprağa adamıştı. Devlet işinde olmadığı zamanlarını tarlada, bahçede geçirirdi. Geçmiş dönemlerde uzaktan bakabildiği topraklara sahip olma arzusuyla köyden göç edenlerin tarlalarının çoğunu babam satın almıştı. Herkes tarlasını, evini satıp şehirlere akın ederken babam tam tersi köye ağırlık veriyor, toprağa sarılıyordu. Ara sıra babamıza “Biz de gidelim, biz de şehirde arsa alalım, ev yapalım” dersek de ondaki bu köyde kalma hevesini yok edemiyorduk.
Babam hayır işlerine çok önem verirdi. Yol kenarlarına çeşme yapmak, mahalleler arasında yol yapmak, belirli yerlerde meyve ağaçları dikmek, aşılamak ve köye gelen yabancıları misafir etmek gibi işlerden büyük mutluluk duyardı. Bize de böyle hayırlara devam etmemiz konusunda öğütler verirdi. Düğün yapana, askere gidene, okuyan gençlere, hastalara, yetimlere ve muhtaçlara gönlü ve kesesi sonuna kadar açıktı. Camideki en kaliteli kilimleri o almıştı. Okuldaki sıraların çoğunu o yaptırmıştı. Kimsesiz Gülzade Nine’nin aylık çay ve şekerini de babam karşılardı. Veren elin alan elden üstün olduğunu bilir, vermemekten korkardı. Babamın misafirperverliği ile ilgili bir anısı vardı. Yine bir akşamüstü işten eve gelirken yakın mahalleden evlerine dönen iki çocuğa rastlıyor. Çocuklar babamı alacakaranlığın da etkisiyle tanıyamıyorlar. “Amca nereye gidiyorsun bu saatte”? diyorlar. Babam çocukların kendisini tanımadıklarını fark ediyor. “Yabancıyım, köyüme geç kaldım, sizin mahallede misafir olmak istiyorum. Beni misafir eder misiniz”? diyor. Çocuklar birbirlerine bakarlar. Her hallerinden misafir etmek istemedikleri belli olmaktadır. Bir süre sonra birisi der ki: “Amca bizim mahallede bir Ağa Emi var. O, misafiri çok sever. Seni onun evine götürelim”. Bu konuşma babamı çok sevindirmiş. İnsanlar tarafından misafirperver birisi olarak bilinmek ne kadar güzel diye gururlanmış. Çocukların babamı tanımaması bana göre çok normal. Nerden tanısınlar ki… Babam, sabah erken evden çıkar akşam karanlığında eve gelirdi. Çoğu kez biz bile yüzünü göremezdik.
Yaşlandıkça yol yürümek işkence haline gelmişti babam için. İşe yeni başladığı yıllarda bu yokuşu hiç dinlenmeden çıkardı. Yaş ilerledikçe kendisine dinlenme yerleri belirlemişti. Bu yerlerin sayısı yıldan yıla çoğalmaktaydı. Bir çözüm bulmalıydı bu duruma. Sonunda kararını verip anayol kenarında bir ev kiraladı. Akşamları o evde yatar, arada bir evimize gelirdi. Daha sonraları o yol kenarında bir tarla alarak oraya küçücük bir ev yaptı. Annem gündüzleri yanımızda durur, akşamları babamın yanına giderdi. Böyle babam biraz daha rahattı ama şimdi annem çok yoruluyordu. Fırsat buldukça bu yaptığı evin çevresine de her türden fidanlar dikti. Bir kilometre uzaktan borularla kaynak suyunu getirip evin önünde akıttı. Kendisinin yetemediği işler için yevmiyeyle adam çalıştırırdı. Köydeki çoğu insan beklerlerdi ki Ağa Emi bizi bir işe çağırsın da beş on kuruş nasiplenelim. Yıllar yılları kovalarken babam da bu işleri kovalamaktaydı. “İşi önüne kattığın zaman iş senden korkacak” derdi. Bir işe giriştiği zaman dünyadan ilişiğini keser, kendini işine verirdi.
Bir kış günü tarlaya kızaklarla kar üstünde gübre götürmekteydik. Gübreyi tarlaya döktük. Geri dönüş yolunda bir baktım babam elinde lastik bir ayakkabıyı bana göstererek: “Oğlum ayakkabını düşürmüşsün, fark etmedin mi” dedi. Ayağıma baktığımda ayakkabımın ayağımda olduğunu gördüm. Meğer bana gösterdiği ayakkabı kendi ayağından fırlamış. Onca yolu yürümüş de fark etmemiş. Gülüştük. O kadar kendini işe verirdi
Babam, emekli olunca elindeki parayla yine tarla aldı. Nedense doymuyordu toprağa. Ankara, İstanbul veya Samsun’da arsa yada ev alma isteğimizi hiçbir zaman kabul etmedi. “Ben çok yoksulluk çektim oğul. Çok açlık çektim. Toprağa hasretim. Ben ambara girince mısırım, buğdayım ve unum dolu olacak. Merekte (Samanlık) otum, samanım; ahırda öküzüm ineğim ve ağılda keçim, koyunum olacak. Siz anlamazsınız. Ama ben bunlarla mutluyum” derdi. Arada bir çocukluğundaki zor yıllardan hatırladıklarını anlatırdı bizlere.
Babam soğuk suları içmeyi çok severdi. Kışın bile güğümü karlara gömer, suyu soğuturdu. Bir yaz günüydü. Babamın soğuk suyu saklamak için bir termosu vardı. Beni mahalleden biraz uzaktaki soğuk suya gönderdi. Ben termosa su doldurup eve doğru gelirken nasıl oldu bilmiyorum termosla birlikte yere düştüm. Şangırt diye bir ses duymamla birlikte bütün suyun etrafa yayıldığını gördüm. Termos kırılmıştı. Eli boş eve döndüğümde babam durumu anlar anlamaz kızıp bağırmağa başladı. Annem zorlukla yatıştırmazsa belki de ilk tokadını yiyecektim. Emekli olduktan sonra yaz aylarında yaylada uzun süre kalırdı. Yayla evleri taştan yapılı ve tek odalıydı. Babam buraya da bir ilki getirdi. Sütlük ve yatacak yer olmak üzere iki odalı yayla yaptı. Herkes babamı örnek alarak yaylalarını bu şekle getirdiler. İşlerin çok olduğu zamanlarda köye gelir, diğer zamanlarda yaylada kalırdı. Köyde ördüğü sepetleri, bağladığı çalı süpürgelerini, kış boyu boş zamanlarında yaptığı tırmık ve yabaları yaylada Ardahanlılara satardı.
Büyük Abi’mi ilkokul üçe kadar okutabilmiş babam. Abim, babam olmadığı zamanlar bize babalık yapardı. O’da babam gibi köy işlerine meraklıydı. Küçük yaşta babamın yanında öyle alışmıştı. Ablalarımın üçü de ilkokuldan sonra okumamışlardı.
Diğer Abim ve ben öğretmeniz. Yazdan yaza köye geliriz. Köy işlerini pek sevmeyiz. Her zaman babama köy yerinde bu kadar çalışmanın bir yararı olmadığını söylerdik. Babam bizi hiç dinlemezdi. Babam o kadar işin arasında bizim okumamıza da para yetiştirmeye çalışırdı. Ama öncelik tarla almaktaydı. Toprak için, hayır işleri için ne kadar eli bolsa bizim için o kadar sıkıydı. Bunun nedenini henüz çözmüş değilim. Annem ve babamı ne yaptıysak köyden koparamadık. Her birimiz değişik yerlerde görev yaptık. Çoluk çocuğa karıştık. Yanımıza gelip bizimle birlikte kalmalarını önerdik. Ama köyden kopmadılar, kopamadılar. Biz onları hep yanımıza bekledik. Onlar hep bizi yanlarına beklediler. Çok ısrarcı olduğumuz zamanlarda yanımıza gelip bir ay kadar kaldıklarında bile her sözü köyden açarlardı. Köye dönmek için gün sayarlardı.
Babamda ufak tefek rahatsızlıklar başlamıştı. Son yıllarda bir ayağı hastanelerdeydi. Yetişebildiğimiz kadar hizmetinde bulunuyorduk. Bir keresinde babamı doktora götürmüştüm. Muayenehanenin önünde beklerken sancıdan kıvranmakta, iki elini karnına bastırmaktaydı. O haldeyken bile bekleme yerinde bulunan, iyiden iyiye solmuş bir çiçeği bana göstererek bir yerlerden su getirip saksıya dökmemi zar zor anlatabildi. Babamın bu isteği gözlerimi yaşartmıştı. Gün gelmiş yeni ve önemli hastalıklar belirmişti. En son kurtuluşu olmayan kötü bir hastalığın pençesine yakalanmıştı. Bütün çareler tükenmiş, belirsiz bir bekleyiş başlamıştı. Artık yatağa bağımlıydı. Sık sık gelen hastalık nöbetleri, bütün gücünü almış, geriye kımıldayamayacak derecede yorgun bir beden bırakmıştı babamda. Yüzü kirli sarı bir renk almış, gözleri grileşmiş, baygınlaşmıştı. Ara sıra gözkapakları akşam güneşinin indiği gibi inmekte, zaman zaman son bir defa daha dünyayı seyretmek ister gibi zoraki açılmaktaydı. Bazen oturmak isteyince sırtına yüksekçe bir yastık vererek diklerdik babamı. Çizgili pijamalarıyla karşımızda bir vefa örneği, bir yorgun savaşçı dururdu. Prostat kanseriydi. Teşhis ve tedavide geç kalınmıştı. Hep doktora gitmeyi ertelemişti. Hep çalışmayı ön plana almıştı çünkü. Kan değerlerindeki olumsuzluk nedeniyle ameliyat edilememişti. Artık sayılı günleri bu şekilde geçecekti. Seyrekleşmiş bembeyaz saçlar, hastalıktan küçülmüş bir yüz ve ara sıra yorgan üstüne alınan bir deri bir kemikten oluşan incecik kollar babamın genel görüntüsüydü.
Yirmi yıl önceki Mart Ayı’nda soğuk bir ilkbahar günü başlamaktaydı. Gece babam oldukça ağırlaşmıştı. Yakın akrabalar ve komşular durumdan haberdar edilmişti. Biz hepimiz babamın yatağının çevresine toplandık. İbrahim Dede bir kenarda sessizce Kur’an okumaktaydı Bir an geldi ki babamın nefes alışları değişti. Ayakları soğumaya, yüzü iyiden iyiye solmaya başladı. Güç bela açabildiği gözleriyle hepimizin yüzlerini dolaştı. Üzüntümüzü gizlemeye çalıştıysak da başaramıyorduk. Amcamın:“Salavat getir kardeşim” demesiyle birlikte babamın dudaklarının kımıldadığını gördük. Gözlerinden akan iki damla yaşla birlikte anlaşılmaz bir şeyler mırıldandığını duyuyorduk. Az sonra nabız durdu. Gözler dondu, dudaklar kımıldamadı. Amcam, babamın gözkapaklarını indirdi, çenesini bağladı. Ayak başparmaklarını birbirine yaklaştırıp bir bez parçasıyla sabitleştirdi. Seksen yıllık bir filmin son perdesini oynamıştı babam. Düşünüyorum. Babam mı doğru yaşadı? Biz mi hayırsız evlat çıktık? Babamızın emeklerini bırakıp nerelere gittik? Evimizi, köyümüzü, toprağımızı neden sahipsiz bıraktık? Babamın onca paralar döktüğü tarlalarımızda adam boyu dikenler, ağaçlar boy atmış. Çitler yıkılmış, duvarlar bozulmuş. Diktiği meyveler, suya hasret, bakıma hasret. Bülbül Yuvası gibi şen evimiz şimdi sese hasret, bize hasret. Düşünüyorum. Babam bizi affedecek mi dersiniz? Biz bu saatten sonra babamızın emeklerine sahip çıkabilecek miyiz? Eserlerini koruyabilecek miyiz? Sınırlarını bile bilmediğimiz tarlalarımızı ekip biçebilecek miyiz? Düşünüyorum. Bir İshak daha kalkıp köye gidecek mi? Bir Ağa Emi daha bulunacak mı?
YORUMLAR
Yazınızı okuyunca babamı hatırladım.Babam memurdu ama o da bahçede anneme yardımcı olurdu.
Şu an yoncaları hızlı hızlı çuvala nasıl doldurduğunu hatırladım.Çuvalı ucundan tutarak doldurmasına yardımcı olurduk.
Biz de esas çalışan annemdi.Onun için bu güçsüz ,yaşlı zamanlarında biz üç kız kardeş de yanından ayrılamıyoruz.
Canım annem daha biz uyanmadan bahçeye gider ,armut ,elma hatta mis kokulu susamlar getirir büyük bir huzurla önümüze boşaltıverirdi.Ona bazen mırın kıırın sözler söylesek de onu seviyoruz.Oda bizi anlıyor.Bizim özel hayatımız yok diyoruz;anneyle birlikte olmak kadar güzel özel hayat olur mu?
Yazınız güzeldi .Arkadaki mor renk gözlerimi yordu.iyilikle kalın.
Yalcin Temiz
çok güzeldi...anlatım...hikaye....keyifle okudum...allah rahmet eylesin..mekanı çennet olsun....eski toprak derler ya...ne çalışkan ne vefalı insanlardı...atalarımız...babalarımız....ama bizler...maalesef tırnakları bile olmayız onların....teknoloji çoçuklarıyız....ben istanbulu terkedip...kandıraya bağlı bir köye taşındım..1 yıl..oldu...denizi,ormanı...bol bol yeşili olan bir yer...ama..yinede...bilmem ki köy hayatı...sadeçe misafir olmuşum köylük yerde...oralarda yaşamak...başka bir şey...istanbula..sadeçe 2 saat uzaklıkta yaşadığım yer....ama..köy işte netiçede ança alıştım....yani...sizi anlıyorum...ki sizde haklısınız...köy hayatı yaşayanlar için daha farklı...büyük şehirden köye dönmek zor....
bir şeyi merak ettim...dedenizden bir daha hiç haber alınamadımı....
saygıyla kalın
Babamızın emeklerini bırakıp nerelere gittik? Evimizi, köyümüzü, toprağımızı neden sahipsiz bıraktık? Babamın onca paralar döktüğü tarlalarımızda adam boyu dikenler, ağaçlar boy atmış. Çitler yıkılmış, duvarlar bozulmuş. Diktiği meyveler, suya hasret, bakıma hasret. Bülbül Yuvası gibi şen evimiz şimdi sese hasret, bize hasret. Düşünüyorum. Babam bizi affedecek mi dersiniz? Biz bu saatten sonra babamızın emeklerine sahip çıkabilecek miyiz? Eserlerini koruyabilecek miyiz? Sınırlarını bile bilmediğimiz tarlalarımızı ekip biçebilecek miyiz? Düşünüyorum. Bir İshak daha kalkıp köye gidecek mi? Bir Ağa Emi daha bulunacak mı?
------------------------------------
İçerik ve anlatım mükemmel.
Duygu yoğun.
Mesaj çok yerinde ve güçlü.
Paragraflar çok uzun. Ya da aralık yok ve yazıyı okumak biraz zor oluyor.
Günün en güzel yazıları arasındaydı.
Tebrik ederim.
Sevgi ve selamlar şair kardeşim.
10 numara.
bir nefeste okuduğum olağanüstü bir hayat hikayesiydi bu...
değerli arkadaşım hani derler ya ,ne varsa 'eski toprakta var' diye. bu yazıyı okuduktan sonra bu sözün neden söylendiğini çok iyi anladım...
ağa emi'ye allah cennet bahçelerinden oluşan, binbir çeşit meyva ağacıyla dolu bir mekan ihsan etsin. size de allah sabırlar versin...
bu yazıyı okuyunca inan ki, kendimden utandım. onca sıkıntıya rağmen, onca sefilliğe rağmen bir insanın azmi, kararlılığı gözlerimi yaşarttı.
nerde ağa emi'ler.... gelmezler. gelemezler.
bizler toplum olarak ,rahatlığa alışmış bir milletiz. tabi bunda yalnızca bizim suçumuz yok. gelişen teknoloji, okuma yazma oranının artması vs... gibi nedenlerde, birer sebeptir diye düşünüyorum.
eskiler ne zor şartlar altında yaşamışlar...
yeni nesil bizler ise her şeyin en rahatını, en konforlusunu bulurken yine de halimizden yakınıp duruyoruz.
arkadaşım, babanızın size bıraktığı tarlaya, bağa, bahçeye sahip çıkın. o aslında en doğrusunu yapmış. düşününce anlıyorum ki , en doğrusunu...
şehir de yaşayan insan aç kalabilir ama köyde yaşayan kalmaz.
ağa emi ileriyi görebilen bir insandı diye düşündüm içimden
neden mi?
geçenlerde okuduğum bir yazıda 30 yıl sonra, güney bölgesinin nufusu kuzeye kayacak diye yazıyordu. malum küresel ısınma
her kare toprak parçasına bunca emek, alınteri dökülmüşken,
sizde sahip çıkmalısınız diye düşündüm
kutluyorum.
(özür dilerim bu arada bilgisayarda problem var. düzgün yazamadım)
gelin çiçeği tarafından 9/3/2010 3:13:19 PM zamanında düzenlenmiştir.
gelin çiçeği tarafından 9/3/2010 3:15:46 PM zamanında düzenlenmiştir.