- 557 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Bu Köşk Bizim Değil ki
Kocaman, uçsuz bucaksız bir köşkün ortasındaydı. İçinde sayısız odası olan, her odası ayrı bir güzellikte döşenmiş muhteşem bir köşkün ortasında. Zümrütten, yakuttan, safirden veya elmastan yapılmış gibi parlak birçok nesne vardı etrafta. Yalancı bir ışıltı sarmıştı her köşesini bu köşkün.
Sabahın erken saatleriydi. Küçük bir çocuğun neşesiyle gülümsüyor, mahmur gözlerle dünyaya selam veriyordu güneş. Haykırıyordu sadece gönül kulakları açık kimselerin duyabileceği bir sesle: “Akşam olacak, vakt-i seher kalıcı değil. Seyredip hepinizi bütün gün, ufukta kaybolacağım ansızın.”
Uyurgezerlerin anlaşılmaz boş vermişliği vardı yüzlerde. Aheste hareket ediyordu çevresindeki herkes. Halbuki o, tarifsiz bir telaş içindeydi. Güneşin haykırışını yalnızca o duymuştu. Diğerleri sağırdı sanki.
“Ben de onlar kadar ehli keyif olsaydım.”
“Ah, keşke ben de duymasaydım. Sağır denseydi bana.” diye geçirdi içinden.
Ne olmuştu hiç kimsenin duymadığı bir sözü duymuştu da? Başı göğe mi ermişti? Ne kadar mutluydu başkaları. Eğleniyorlardı. Gönülleri şen, yüzleri güleçti. Üstelik hava ne kadar da aydınlıktı.
Şu ihtimal geldi aklına sonra: Güneşin akşamın olacağını haykırması herkesçe malumdu. Kulağı olan, aklı eren herkes biliyordu da umursamıyordu hiçbir şeyi. Duymazlıktan geliyorlardı. Belki de böylesi daha iyiydi.
Gündelik hayatlarına devam ediyorlardı insanlar olan bitenden haberleri yokmuş gibi. Bir çocuk oyunu ya da büyüklerin sergiledikleri bir piyeste rol almışlardı belki de. O, rolünü anlayamamıştı, kim bilir? Yani herkes normaldi, sıra dışı olan yalnızca kendisiydi.
İçlerinden bir ses, köşkün asıl sahibinin sesi olmalı:
“Dolaşın” diyordu onlara.
“Keyfinizce dolaşın. Buradaki hiçbir şey sizin değil. Fakat seçin içlerinden beğendiklerinizi atın heybelerinize. Unutmayın süreniz kısıtlı. Gün akşamı bulunca, aydınlık karanlığa terk edince âlemi birini göndereceğim sizi alması için oradan. Ağlayıp sızlamadan, düşün peşine, tutun eteğinden. Size korkunç gelen bir kılavuz, bir emir kulu göndereceğim. Sakın şaşırmayın”
Köşk de onların değildi. İçindeki eşyalar da. Herkesin elinde bir heybe, içine ne atarsan at dolmuyor. Taşıyana ağır da gelmiyor.
Onun da elinde bir heybe vardı çuval gibi kocaman, açgözlü bir şey. Üstelik yalancıydı. Kandırıyordu onu “Ağır değilim, seni hiç yormam” diye fısıldıyordu kulağına.
“Evet, ağır değilsin heybe. Yok denecek kadar hafifsin. Fakat neden dolmuyorsun? Ne kadar eşya attım içine. Hepsi sende kayboldu sanki. Kâinattaki kara delikler gibisin. İçine aldığın her nesneyi yutuyor, kendinde yok ediyorsun adeta.”
Cevap vermedi zalim heybe. Ne kadar da umursamazdı. Hiç ehemmiyet vermiyordu söylenen sözlere. Çünkü eller mahkûmdu. Ayaklar hizmetkâr, akıl köle.
Çevresine bakındı. Bir itiş kakış ki sorma gitsin. Sanal bir pazarın merkezindeydi herkes. Alıp satılan her şeyin sahte olduğu bir pazaryeri gibiydi koca köşk. Zaman verip madde alıyordu insanlar sanki. Zaman verip madde alıyordu. Ne adaletsiz bir alışverişti. Ne tuhaf histi bu.
Acımasız bir hengâmenin içinde yere düşmüştü kimileri. Bazısı tepesindeydi yere düşenlerin. Belki de çelme takmışlardı birbirlerine. Bu yüzden hiç kimsenin umurunda değildi bu kirli manzara. Karar verdi birdenbire, çelme takmayacaktı hiç kimseye. Peki ya birileri onu itip düşürüverirlerse yere. Ne yapardı o zaman.
“Dikkatli olmalıyım” diye geçirdi içinden.
“Çok tehlikeli bir yer burası. Kime güvensem acaba? Yoksa güvenecek birileri yok mu etrafta? Yalnızlık da ne kadar sıkıcı…”
Birkaç dost, sadece birkaç can yeterdi ona. Güvenebileceği, sırtını dayayabileceği birkaç kişi olmalıydı bu acayip yerde. Sonra onlar da kendisine güvenmeliydiler. Hiç kimseyi itip kakmamalı, birbirlerini korumalıydılar.
Dostluk üstüne, güven üstüne bir hayli kafa yordu. Sonra birkaç tane bulabildi sanki. Hem eğleniyor hem de ellerindeki açgözlü heybelere bir şeyler atıyorlardı. Bu hal ne güzel bir haldi. İnsan sevdiklerinin yanındayken daha az endişeye kapılıyor, daha güzel şeyler düşünüyordu.
Zaman geçiyordu yine de. Zaman geçtikçe içine hüzünlü bir his doluyordu. Hani sabahın ilk ışıkları ona demişti ya: “Akşam olacak” diye. Akşam olunca gün ve gece buluşacaktı. Kızaran ufuk çizgisinde kısa bir sohbet geçecekti aralarında sonsuzluğa dair. Sonra birisi gelecekti yelesi nurlu bir ata binmiş olarak. Terkisine alıp onu bu köşkten alıp götürecekti.
Korku vermiyordu ona yolculuk fikri. Verdiği doğru karar teselli ediyordu heyecanla çarpan küçücük yüreğini. Canım çok gezmiş, çok konuşmuş, türlü türlü hatalar işlemişti ya! En azından kimseye çelme takmamıştı. Düşürmemişti hiç kimseyi yere. Dikkatli davranmıştı. Hiçbir kardeşini ezmemiş, çiğnememişti. Kendisi düştüğünde oflayıp puflamadan ayağa kalkıp işine devam etmişti. Adil bir hükümdar tanıyordu üstelik. Çok zengin, cömert ve merhametli bir hükümdar… Şu gezdiği köşke benzer bir sürü köşkü, sarayı vardı bu hükümdarın.
“Yeter ki sevmiş olsun şu biçareyi” diyordu.
“Zindana atacak değil ya! Atarsa da hak etmişim demektir.”
Sular sararıyordu yavaş yavaş. Gizli bir el köşkün üstüne sadece kendisine ait bir akşamın tozlarını serpiyordu. Bu akşam sadece ona aitti. Bir başkası için vakit henüz sabah, ötekisi için öğlendi. Anlaşılan oydu ki her yolcu kendi zamanını yaşıyordu uçsuz bucaksız sonsuzluğun ortasında. Suda balık, havada kuş, toprakta karınca çekip gidiyordu kum saati boşalınca.
Bu ne müthiş bir teslimiyetti böyle. Bu ne güzel yargıyı kabullenişti. Boynu bükük, gözleri nemli seyrediyordu güneşin devri daimini.
Biliyordu bu köşk onun değildi. Annesinin ya da babasının da değildi. Dedesinin, ninesinin de. Sonra yüzlerce yıl öncesinde doğmuş cedlerinin de doğacak olan torunlarının da değildi bu köşk. Bir dem kalınıp gidiliyordu buradan. Bizde bir ömür hissi uyandıran tatlı ve hoş bir dem…
Göz açıp kapayıncaya kadar kaldığı bu köşkü ne kadar da benimsemişti oysa. İçindeki ses “Senin değil” dedikçe daha çok sarılmıştı. Daha fazla şey atmıştı heybesine. Hiçbir zaman dolmayan bu heybe de nereden çıkmıştı? Kim tutuşturmuştu eline.
“Atsam” dedi.
Kıyıp da atamadı. Yapışmıştı zaten eline. Güzel çirkin birçok şey doldurduğu bu eşya zalimdi, umursamazdı, söylediklerine kulak vermiyordu fakat pek vefalıydı. Anladı ki köşkten ayrılırken elinde o kalacaktı sadece. Sıkı sıkı sarıldı, bağrına bastı heybesini. Devam etti seyrü seferine içindeki heves ve telaş karışımı hisle.
Kocaman, uçsuz bucaksız bir köşkün ortasındaydı. Daimi kalamayacağı, asla onun olmayacak güzeller güzeli bir köşkün tam ortasında.
YORUMLAR
Bir bebek ağlamasıyla gözümüzü açıyoruz dünyaya...Zamanla serpilip büyüyoruz. Büyüdükçe dünya nimetlerinin tadına varıyoruz...Altınlar, yakutlar, inciler, sedefler, pırlantalar... Gözlerimiz kamaşıyor... Oysa bize sunulan mücevherlerin hepsi yalan...Kimimiz bu yalan ışıltılara kaptırıyoruz kendimizi, ite kaka saldırıyoruz sahip olmak için. Kimimiz uzatıp elimizi, sadece yetecek kadar almaya çalışıyoruz ve kimseyi itip kakmamaya itina gösteriyoruz...
Aslında sırtımızda öyle bir heybemiz var ki ! İyilikler ve kötülerlerle dolu... Gün bitip, ebediyete göç ettiğimizde, heybe dökülecek, iyiliklerle kötülükler saf saf ayrılacak...
Dilerim o zaman geldiğinde yaptığımız iyilikler, kötülükleri ite kaka çıkar. Kötülüklerin üstünü örter...
Çok anlamlı ve sorgulayıcı bir yazıydı...Sevgilerimle...