Bir Kadının Geciken İtirafları -II-
14 Haziran, “Finaller ortası AŞK kaçamağı”
-Yahu niye ders çalışmıyorsun ki?
-Yarın benimkiyle buluşacağım. Arzu çok heyecanlıyım.
-Görende seni ilk defa buluşacak zannediyor, bu ne hal kızım böyle? Yarın sınavdan kalırsan görürsün.
-Çalışamıyorum diyorum, biraz ara vereyim en iyisi.
Bir daha masanın başına dönmemiştim. Sınavdan çok, adını tam olarak koyamadığım bir ilişkinin erkek jönü ile buluşmanın telaşı sarmıştı beni. İlk kez buluşmayacaktım, ama içimde neden böyle bir heyecan vardı buluşmadan sonra bunu fark edecektim. Sınav sonunda bir kuş misali havalandım Moda sahiline. Uzaktan görmüştüm gönlüme AŞK apoletlerini takan sevgiliyi. Kalbimin tik takları nefes alışlarımla bir harmoni oluşturuyordu. Karşısındaydım şimdi Onun ve baştan aşağı oydum aslında bakışlarında. Adını da ilk kez burada telaffuz edeyim, umut veren bir isimdi, Yaşar. Sanki ölüme meydan okuyan bir ad idi bu, lakin hangi yaşayan ölmedi ki? AŞK’ın karşı koyulmaz bir güç olduğunu, sevgiliyi pervaneye çevirdiğini ilk kez bugün anlamıştım. İster platonik ister karşılıklı bir AŞK olsun. AŞK, anlatılması ve tanımlanması güç bir duyguydu.
9 Ağustos, “Penceremden aile manzaraları”
-Kızım mutfaktaki tabakları teyzene götürüver
-Tamam Anne. Başka ne yapmamı istersin?
-Sen ver gel onları söyleyeceğim sonra ne yapacağını.
-Üfff anne! Söylesene hemen, çocuk muyum ben?
-Çocuksun tabi. Hemen eve gel daha çok işimiz var.
Ne kadar büyürseniz büyüyün annelerinizin gözünde birer çocuk olarak kalırsınız, hiç büyümezsiniz. Hele bir de kızsanız korunmaya muhtaç bir bebek gibi görür ebeveynleriniz sizi. Bu durum sizi oldukça rahatsız eder, aileye karşı isyan bayraklarına fora dersiniz; ama onlar “tamam kızım der” ve yelkenler birden suya iner. İstanbul’dan sonra eve geldiğimde artık ailemin yanında rahat olamadığımı anlamıştım, yabancı gibiydim, eğreti bir duruşum vardı onlara karşı. İstanbul muydu beni kendine çeken yoksa özgürlük müydü diye kendi kendime sorular sorsam da, ailemle olmanın bana eskisi gibi tat verdiğini söylemezdim. Mutfakta bulaşık yıkayıp, kendi kazaklarımı örmenin, harikulade yemekler hazırlamanın ne kadar hamarat bir iş olduğu naralarına karnım toktu artık. Ben gezmek, sevgili ile kol kola olmak, dans etmek, bir filmden bir filme uzanmak istiyordum. Sayılı günlerdi benim için ev sakinleri ile geçirdiğim vakitler. Gitmeye yakın yüzümü bir sevinç sarar, yüreğimi tarifsiz bir heyecan kaplardı. İstanbul’dan öte özgür olmaktı benim arzuladığım, bunu sonunda anlamıştım. Özgürlüğü sınırların olmayışı, yaptıklarımdan yalnızca kendimin sorumlu oluşu olarak algılardım o yıllarda. İnsanı en çok tahrik edenin özgürlük olduğunu İstanbul’a dönüş yolculumda anlamıştım.
13 Kasım, “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” Gerçekten var mıdır?
-Kübra, masayı odaya taşımam yardım eder misin?
-Elbette, hemen geliyorum. İstersen duvara yaslayalım.
-Çok iyi olur. Teşekkür ederim Kübra.
-Rica ederim. Burası bizim evimiz elbette birbirimize yardımcı olmamız gerekir.
-Çok doğru söylüyorsun.
-Kızlaaaar! Mola verin biraz, bir şeyler yiyelim acıktım yahu.
İlk kez ailemin dışında bana ait olan bir evim vardı. Yeni dönemde ilk tecrübem yeni bir eve taşınmamla gerçekleşti. Zeynep ve Kübra ile birlikte üç kişilik bir ev tutmuştuk. Kübra, Zeynep’in liseden arkadaşıydı. Aslında ilk görüşte çok şaşırmıştım, Zeynep nasıl böyle biriyle arkadaşlık yapar diye. Kübra’nın bizlere kıyasla çok zıt bir yaşam tarzı vardı. Her şeyden öte hassasiyetleri çok farklıydı; ama çok samimi bir üsluba sahipti. Uzun zamanlar hep ön yargı zırhlarımı bürünerek konuştum Kübra’ya karşı. Ara sıra ufak tartışmalarımız da oluyordu. Ev hayatının yurt hayatına nazaran zorlayıcı bir yapısı vardı. Beğenmediğim bulaşık yıkamanın ne kadar gerekli olduğunu kendi evimde öğreniyordum. Annemi anlamak çok daha kolaylaşıyordu. Şu var ki evin en çok sevdiğim yanı, istediğim zaman gelebilme ihtimalimin olmasıydı. Gecenin geç saatlerine kadar eğledikten sonra kimseye hesap vermeden eve gelişimi, bir komutanın zafer kazanmış edasına benzetiyordum. Yine bir gece Yaşar ile takıldıktan sonra eve döndüğümde salonun tam ortasında Kübra’nın ellerini açmış dua edişini görünce çok şaşırmıştım. Dua benim için, annelerin ve büyük annelerin sınavlardan, evliliklerden, yola çıkmadan önce yaptığı, geleneği andıran bir durumdu. İlk, orta ve lise yıllarımda “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi” olarak okuduğum bir derste din benim için kültür gibi bir kavramdı. Okulda öğrendiğim duaları yarım yamalak, sınıf geçmek için iyi not alma kaygısı ile okurdum. Bir de sıkıştığım zamanlarda aklıma gelirdi dua. Kübra’nın gecenin bu saatinde neden dua ettiğini ilk başta anlamadım, hatta sırf bana gıcıklık olsun diye yaptığını düşünüyordum. Daha sonraları bu durumla birkaç kez karşılaşınca Zeynep’e durumdan bahsetmeye karar vermiştim. Zeynep’in cevabı çok netti: “Git kendisine sor.” Ne soracağım yahu dediysem de kendi kendime ve aldırış etmemeye çalışsam da olmuyordu. Sonraları fark ettim ki geceleri ben de kalkıyordum; ama benim kalkış amacım kendimden çok Kübra’nın o halini görebilmek adına oluyordu. Yeni bir ev, yeni bir arkadaş ve fazlasıyla elde edilen özgürlük! Nasıl birisiydim ben ve bu gidiş nereyeydi? Kübra’ya hiçbir zaman sormadım neden gece kalkıp dua ettiğini, çünkü hayatımı değiştirecek bir şey söylemesinden korkuyordum. Özgürlüğüme kimseler ket vuramazdı ve elde ettiğim bu hürriyeti bir soruya verilecek cevapla yitiremezdim. Özgürlük uğruna korkularımı bastırmaya ve sorumluluk duygusunu yok etmeye çalışıyordum. Bu durum sürekli şişirilen bir balonun bir süre sonra nasıl bir durumda olacağının göstergesiydi. Kimlik bunalımının nasıl bir şey olduğunu bu günlerde anlamıştım.
10 Mayıs, “Çelişkiler kumpanyası”
-…Ülkemizdeki azınlıkların dinlerine saygı gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. İnsanlar dinlerini arzuladıkları gibi yaşamalı. Hıristiyanlar gidiyorlar kiliseye günahlarını çıkarıyorlar, kimseye gösteriş yapmadan yalnızca kilise de ibadetlerini yapıyorlar, ne kadar medenice. Bizler ise bulduğumuz her yerde namaz kılıyoruz, bir de hep birlikte kılışımız yok mu! Din dediğin gizli kapaklı olmalı, kime ne yahu benim Allah ile olan ilişkimden, değil mi Zeynep?
-Bilemiyorum aslında. Bence bizim dinimizde olması gerekenler bu şekilde işliyor diye düşünüyorum. Medeni olup olmamakla bir ilişkisi yok bence.
-Yahu bizimkisi biraz gösteriş gibi sanki. Sakın yanlış anlama Hıristiyan filan olmayacağım haaa! Sadece daha göze hoş geldiğinden söyledim.
-Kübra’ya soralım bir de o ne düşüyor.
-Boş ver Kübra’yı yahu. Ne düşündüğü belli, şimdi gelir bize nutuk çekmeye başlar.
-Kübra, sence din gösterişten uzak gizli kapaklı mı olmalı? Müslümanlar Hıristiyanlara nazaran dinlerini insanların gözüne sokarak mı yaşıyor? Hangisi daha medenice bir hareket olur?
-Zeynepçiğim, insan inanışları üzerine hayatını idame ettirir. İster Müslüman olsun İster Hıristiyan veyahut neye inanıyorsa o şekilde bir yaşantısı vardır. Müslümanlar için toplu olarak ibadet makbul iken, Hıristiyanlara göre tekil ibadet makbuldür, kaldı ki Hıristiyanlarda pekâlâ toplu ayin yaparlar. Acaba bizler matematiğin getirdiği kuralları sorgulamadan kabul ederken, insanların inandığı değerleri kabullenmekte neden zorluklar yaşarız? Çünkü işimize gelmez ve maddi tatmin olarak bir getirisi yoktur. Medeni olup olmaması hususunda da ise, bu duruma hangi gözlükle baktığınızı gösterir. Bugün medeni dediğimiz toplumlarda insanlar para ile satılırken, bizim toplumumuzda görselliği bozduğunu düşündüğümüz her şey için medeni değil sıfatı yakıştırmak ne kadar doğrudur? Avusturya’daki Haçlı ordusunun ayakları altında Osmanlı askerini görmek hangi toplumu medeni yapar? İnandıkları için sürgün edilen ve jenosite maruz kalan toplumların gözünde kim daha medenidir acaba? İnsan olaylara ben merkezli bakarsa, patates kızartmasını eli ile yemek medeniyetsiz bir davranış gibi görünürken, aynı durumu Mc Danold’s da yaşamak medeni olmanın bir göstergesi gibi algılanabilir. Din de böyledir, şayet inandığın ilkeleri onda bulamazsan ve biraz da ön yargı duvarlarına sahipsen o dine mensup insanlardan medeniyetsizi olmaz sana göre.
-Üffff! Hep aynı sözler Kübra. Bir kere de medeniyetsiz olduğunu kabullen yahu. Ben de Müslüman’ım sen de Müslümansın, ben bunu kabulleniyorum da sen niye kabullenmek istemiyorsun. Aynı gözlükle bakmayı bırak artık.
-Ümit ediyorum ki zamanla birbirimizi anlayacağız. Ben inandığım gözlükle bakıyorum hayata. Çünkü “Mümin Allah’ın gözüyle görür”
-Sanki biz Şeytanın gözüyle bakıyoruz. Ne diyor Zeynep bu Allah aşkına?
Evet ben şeytanın baktığı gibi bakıyordum hayata. Şeytanca planlarım vardı geleceğe dair. Bazen Müslüman olduğumu hatırlıyordum, dediğim gibi sıkışınca. Çelişkileri bünyemde barındırmak ruhuma atılan penslerin sayısını giderek arttırıyordu. Kedime olan sadakatimi kaybetmeye başlamıştım ve ihanet sendromları ile boğuşuyordum. İnanmak tek kelimelik bir vücuttu. Zaman zaman Kübra’nın üzerimde baskı oluşturduğunu düşünmüyor değildim. Lakin ortada ne baskı vardı ne de başka bir şey. Ben kendi kendimle çelişiyordum. Yalnızlaşmaya başlamıştım her geçen gün, yeni sorular yeni cevaplar demek olduğundan ev arkadaşlarımla konuşma saatlerim giderek yerini dakikalara bırakıyordu. Nereden çıkmıştı bu Kübra? Yalnızca bahanelerle dolu bir yaşamım vardı. Yaşar’ın yanındayken bütün bunlar aklıma gelmezken neden evime ilk adımı attığımdan itibaren soluklarını nefesimde hissediyordum. Azınlık haklarını savunurken mensubu olduğum dinin medeniyetsiz oluşuna kadar gelmiştim. Hiçbir zaman dindar biri olmadım; ama hep tahammülsüz oldum? Çünkü sindiremiyordum ve ben bu özgür yaşamımda sıkıntılarla boğuşurken, onların inanışlarının getirdiği kurallar içinde özgürlüklerini sınırlamalarına rağmen, mutluluklarına tanık olmayı hazmedemiyordum.Çanlar benim için çalıyordu.
3 Temmuz, “Bütün kızlar toplandık”
-Eee Zuhal anlat bakalım AŞK hayatın nasıl gidiyor? (Gülüşmeler)
-Ayrıldık, şu sıralar bunalımdayım. Sen beni boş ver de yanındaki yakışıklı ile tanıştırmayacak mısın beni?
-Yaşar, erkek arkadaşım. (İşaret ederek) Zuhal, Zeynep’i tanıyorsun zaten.
-Hoşçakal Hayatmı, ben yalnız gelirim (Yaşar kızlardan ayrılır)
-Esaslı çocukmuş hani. Demek senin yazar bozuntusu bu haaa! Manken kızım bu çocuk.iyi yere dükkan açmışsın.
-Ne yapalım Zuhalcım biz de ilişki ebedi oluyor (Zuhal’in suratı asılır) Hem nasıl bir ilişkin var böyle. Onunla çık bununla ayrıl, bunun sonu nereye gidecek.
-Amaaan! Boş ver takılıyoruz işte. Eee neler yapıyorsunuz, nasıl gidiyor ev hayatı?
-Düşe kalka gidiyoruz. Yurt gibi rahatlığı olmasa da özgürüm, bundan iyisi Şam’da kayısı. Kübra diye bir kız var Zeynep’in liseden arkadaşı onunla biraz sorunlarımız var o kadar.
-Oleeey! Arzu da geldi. Hoş geldin Canım.
-Hoş bulduk Zuhal, hoş bulduk kızlar.
-Ne güzel oldu muhteşem dörtlü yine bir arada.
-Haklısın Zeynep, işte bu, kızlar dayanışması. (Gülüşmeler)
Hiçbir zaman muhteşem bir dörtlü olmamıştık. Yalnızca muhteşemmişiz gibi bir hava oluşturmaya çalışıyorduk. Zuhal’in elbise değiştirir gibi sevgili değiştirmesi diğer arkadaşlarının gözünde telekız imajı oluşturuyordu. Arzu iyi niyetli bir kızdı; lakin hakkını arama konusunda çok silik bir duruş gösteriyordu. Başına vur ekmeğini elinden al sözü her halde Arzu için söylenmiştir diye düşünürdüm ara sıra. Zeynep otoritenin ta kendisiydi. Güçlü, bencil, dediğim dedik bir yapısı vardı. Genelde her şey Zeynep’in son sözü söylemesi ile yapılırdı. Ve bendeniz, ihtiraslı, kimliğini oturtamamış, özgürlük budalası bir tiptim. Kızlarla çok fazla ortak noktamız olmamasına rağmen birlikte yaşayabiliyorduk. Bu durum hem yurt ortamı hem de ailelerimizin yanımızda olmamasının bir eseriydi. Biz birbirimizin ailesi olmuştuk. Bir İskoç atasözü şöyle der: “Şartlar ne olursa olsun, şayet onları değiştiremiyorsan, içinde bulunduğun duruma ayak uydurmalısın.” İşte ben de tam bunu yapıyordum.
1 Aralık, “Bu gece başkadır başka”
-İşte burası benim fakirhane. (Gülüşmeler)
-Çok güzelmiş gerçekten. Kitap kokusu her yerde, malum yazarsın ya!
-Ben alıştım artık bu kokuya, duyarsızlaştım. Kalem bir şeyler yazarsa kitap olur ve koku olur, kalem yazmadan koku nasıl olur.
-Aaaa! Bu şemsiyeyi nereden buldun? (Kapı arkasındaki şemsiyelikte görür)
-Çok güzelsin ve çok farklısın. (Göz göze yakın temas)
- Teşekkür ederim. Sen de öylesin (Öpüşürler)
İlk defa bir erkeğin kollarında geçirmiştim geceyi ve sabah ilk defa bir başkasının yatağında uyanmıştım. Kelimelerle ifade edilemeyecek kadar farklı bir durumdu bu yaşanılanlar. En mutlu anınızın sevdiğiniz adamla beraber olmanın olduğunu zannedersiniz, hiçte öyle değildir aslında. Şayet ihtiras sahibi ve özgürlük budalası iseniz, işte ilk kaleniz o zaman fethedilmiştir. Bağlanırsınız çünkü ve her seferinde Ona koşarsınız. Bu yaşanılanlar sonraki günlerde defalarca kez tekrar etti. Her seferinde bir kalemi bırakıyordum Yaşar’ın evinde. Savunmasız hissetmeye başladım kendimi ve esir alınan bir cariye misali yaşıyordum. Giderek farklı birisi olmaya başlıyordum, uzaklaşıyordum insanlardan daha da önemlisi kendimden. Gecelik ilişkilerim haz vermekten çok azap ediyordu ruhuma. Sevgimizi yitiriyorduk giderek, Yaşar neredeyse sadece gecelik ilişkilerimiz için benimle olmaya başlamıştı. İlk tanıştığımızdaki gibi etkileyici sözlerden ve bakışlardan çok, şehvetli bir yaratık misali ağzının suyu akarak bana bakmaya başlamıştı. Saklı olan, mahrem olanın neden değerli ve korunması gerektiğini o geceden sonra çok daha iyi anladım.
15 Nisan, “Ah bir zengin olsam”
-Bana yarın mülakat için randevu verdiler. Ne yapmalıyım Zeynep?
-Önce Sana güzel bir elbise bulalım, sonra allayalım pullayalım yollayalım. (Gülüşmeler)
-Dalga geçmesene. Bu işe girmeliyim, çok önemli bir kariyer fırsatını yakalamış olacağım.
-Girersin dert etme. Heyecanlanma, diksiyonun zaten iyi, e hani fıstık gibisinde, olur bu iş.
-İnşallah olur Zeynep.
-(Kübra odasında ibadetini yapmaktadır) Kübra bana da dua eder misin?
- (Kübra başını sallayarak evet iması yapar) İnşallah İstediğin gibi olur.
-Çok teşekkür ederim Kübra. (Tebessümle)
Harika geçen bir mülakatın sonrasında işe alınmıştım. Çok büyük bir tekstil firmasının pazarlama departmanında part time olarak işe başlamıştım, iyi de para alıyordum. Mutlu olmak gerçekten çok farklı bir duygu ve tarifsiz. Bu güzel olayı Zeynep ve Kübra ile evde küçük bir eğlence yaparak kutladık. Malum Kübra ile öyle barlara filan gidemezdik. Kübra dua etti mi bilmiyorum, şayet ettiyse işe yaramıştı. Bu iş kariyerim açısından çok değerli bir adımdı ve ben burada adımlarımı tek tek değil koşarak atmak istiyordum. Eğer biraz güzel giyiniyorsanız, diksiyonunuza güveniyorsanız, birazcıkta fıstık gibiyseniz emin olun kapılar önünüze açılıyordu. Yalnızca kapılar açılıyordu, basamakları çıkmak için bu saydıklarımın yanına bilginizi de eklemeniz gerekiyordu. Başarı merdivenleri önümde belirmişti yalnız bana adım atmak kalmıştı.
11 Eylül, “Sen de mi Brutus? Öyleyse yıkıl Sezar”
Fatih Mehmet Mirza
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.