- 709 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
GÖZ HAKKI
Tam 3 yıl yurdun bir ucundan diğer ucuna, binlerce kilometre güneyden kuzeye , kuzeyden güneye; yılda en az 4 defa gidip geldim. Yaz tatili, Şubat tatili, Ramazan ve Kurban bayramlarında olmak üzere. Karadeniz’in yemyeşil, doğa harikası , değerini bilmediğimiz yurt köşesinde bir köy. Zevkle çalıştım. Öğrencilerimi, köylüleri çok sevdim. İlçeye 26 kilometre uzaklığı olmasına rağmen ancak aybaşlarında o da maaş ve alışveriş için gidebiliyordum. Ulaşım araçları yok denecek kadar azdı. Yollar güzel olmasına rağmen. Yine de sıkılmazdım. Köylüler sıcakkanlı ve misafirperverdiler. Espriliydiler. Düğünler, kış geceleri eğlenceli geçerdi.
Evlenince eşim bakanlıkta çalıştığı için Ankara’ya yerleştik.
Öğretmenlik mesleğime başlamadan bir tekerlememiz vardı yatılı okul günlerimde. “Türk bayrağının dalgalandığı her yerde görev yapmaya hazırım.” Allah dağına göre kar verirmiş. Yürekten söyleneni duyarmış. Eş durumu atanmam bile gurbet sayılırdı. 100 kilometre, hatta daha fazla. Doğru dürüst yolu, aracı olsa içim yanmaz. Sabah tıklım tıkış bir minibüs köyden kalkıyor, akşam dönüyor. Başka seçenek yok. Var, var : Otostop. Ne tür araç derseniz: Kömür kamyonları.
İlk gidişimiz de maceralı olmuştu. Kış günü. Kar diz boyu. Kuran kursu görevlileri köye gidiyormuş ciple. Bizi de aldılar. Yer gök bembeyaz. Güç bela gittik. Okulu gördük. Aynı araçla döndük. Şanslısınız (!) dediler.
Köy yetmişli yıllar için oldukça gelişmişti.(1976) Elektrik, su, telefon vardı evlerde. Haftada bir gün pazar kuruluyordu. Bekar veya karı koca öğretmenler için idealdi. Ama ben Ankara’ya bu kadar uzak olacağını düşünmediğimden ev tutmuş, odunumu kömürümü almış, yerleşmiştim. Zorunlu köy hizmetimi tamamlamışım. Üç yıl benimle gelen annem evlenmemle “Benden bu kadar. Eşin de bakanlıkta. Bundan sonrası size kalmış.” diyerek noktalı virgül koymuştu zorunlu eşlik görevine.
İlk zamanlar umutluydum. Söz almıştık. Bugün yarın atamam olur diye bekliyordum. Birkaç gün için ev tutulmaz diyerek gidiş geliş yapıyordum. Yalnız da gidemiyorum. İki yaş küçük erkek kardeşim de yanımda. O 19 ben 21 yaşında. Sabah Yenimahalle’den troleybüsle Ulus. Dolmuşla Eski Garajlar. Köye gidecek tek minibüsü kaçırmadan Balâ’ya giriş. Yolcu değiş tokuş etme. Öğleden sonra okula varış. İlk ay öğrenciler tarlada bahçede çalıştıklarından sınıflar boş sayılır, fazla yorulmuyordum..
Dönüş yolculuğu zorlu geçerdi. Minibüsler geri dönmediğinden işimiz şansa kalmıştı. Yeni evliyim, hamileyim. Üç beş altın takım var. Kiraladığımız evin kapısı penceresi pek de sağlam değildi. Neyim varsa takıp takıştırıyor ya da çantamda taşıyordum. İki genç tin tin gün boyu yollarda. Bugün-yarın deyip sabırla gidiyoruz.
Her zaman işimiz rast gitmiyordu. Yine böyle günlerden birinde, dönüş yolundayız. Saatlerce bekledik. Günler de kısalmaya başlamıştı. Nihayet bir kömür kamyonu göründü. Şoför mahallinde yer varmış, bizi aldı. Sohbet etmeyi de çok seviyordu, konuştu durdu. Hava kararmış, tedirgin olmaya başlamıştık. Ara ara yakıtının azaldığından, almayı unuttuğundan söz ediyordu. Büzülüyor; kollarımdaki, boynumdaki altınları saklar gibi kımıldanıp duruyordum. Kardeşim de fark etti. O da gözlerini yoldan ayırmadan kaskatı oturuyordu. Olan oldu. Yolun en tenha ve karanlık yerinde durdu kamyon. “Hah , bitti işte.” diyerek aşağı atladı şoför. Sağa baktı, sola baktı; ileri, geri gitti geldi. Kardeşim bana dönerek “Ya sana kaç kere söyledim, takma şu altınlarını diye. İnanmıyorum yakıtının bittiğine. Her gün bu yollarda gidip geliyor. Ne kadar yakıt kaldığını bilmez mi? Numara yapıyor. Hadi aşağı inelim, hemen uzaklaşalım buradan. Yolda birilerine rastlarız belki.” dedi. İndik aşağı. Şoför arabanın orasını burasını karıştırıp duruyordu. Korktuğumuzu görmüştü. Uzak durur gibi yapıyordu. Sonunda aradığını buldu; sevindi. Kocaman bir bıçak! Ne yapacağımızı şaşırmıştık. Gitsen gidilmez. Çok korktuğumuzu anladı.
Çaktırmamaya çalışıyordu ama, güvenilir de görünmüyordu. Sus pus olmuştuk. “Merak etmeyin, şimdi bir kamyon gelir. Yakıt bulamasam da sizi götürür.” gibi bir şeyler geveledi ağzında. Bıçak da elinde… Bu kamyonlar, köy ile Kırıkkale arasında kömür taşırdı. Bizi de Kaman- Kırşehir yolu üzerinde bırakırlardı. Oradan tekrar bir araç bulup Ankara’ya giderdik. Öyle kolay olmuyordu. Şu an istesek de gidemezdik. Bunu o da biliyordu. Dört bir yan tarla. Ev, ağaç, en ufak bir ışık yok. Çaresizdik. Kamyonun arkasına doğru, şoförden uzak bir köşede beklemeye başladık. Huzursuzduk. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Birden çıkıverdi, elinde dilimlenmiş kavunlarla. “Buyurun ” dedi. “Göz hakkıdır, günah olmaz, tarladan kopardım; hadi yiyin.”
Hiç kötü birine benzemiyordu şimdi de. Yemeye başladık. Kavun da çok lezzetliydi. Az sonra kömür yüklü bir kamyon bizi görünce durdu. Ana yola kadar götürdü. Maç varmış Kırşehir’de. Minibüsle Ankara’ya dönen yarı sarhoş bir düzine erkeğin arasında yer bulduk. Ulus’a gelince “İnelim.” dedik. “Eve kadar götürelim.” ısrarlarını kabul etmedik. Para da almadılar “Maç için tutmuştuk.” diyerek. İyi niyetliydiler belki ama aşağı iner inmez derin bir nefes aldık.
Yenimahalle’ye giden son troleybüsü kaçırmamak için koşturduk.
Fazilet Ünsal ELİAÇIK
Forum Edebiyat/Ocak Şubat Mart 2009