- 902 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KPSS EHVEN-ÜŞ ŞER Mİ?
1994 ya da 1995 yazıydı. Ortaköy’de oturan bir kız arkadaşımızın evindeydik. Saat 23.00 sularında zil çaldı. Ev sahibi olan kız arkadaşımız kapıda kimseyi göremeyince akşamın o saatinde zile basanın kim olduğunu görebilmek için pencereden aşağı baktı ve telaşlı bir sesle,
-Eyvah, polis gelmiş. Dedi.
O zamanlar yirmi yaşımızda bile değildik, çok genç olmanın verdiği cesaretle biz iki erkek,
-Polisse polis. Ne korkuyorsun? Korkma aç kapıyı. Dedik.
Bugünkü aklımız olsa bu akıl dışı sözleri sarf edebileceğimize ihtimal dahi vermiyorum.
Kısa bir süre sonra kapıda iki polis memuru göründü ve arkadaşımıza,
“Bizimle Beşiktaş emniyetine geleceksiniz” dediler.
Biz ortada emniyete gidilmesini gerektirecek bir durum olmadığına inandığımızdan itiraz ettik. Şivesinden doğu kökenli, hal ve hareketlerinden de agresif ve diğer polis memurundan da kıdemli olduğu kolaylıkla anlaşılan polis memuru itirazımıza öfkelendi ve neredeyse evin salonuna kadar girdi. Sonrada kendisine kapıyı açan ev sahibine,
-Ne iş yapıyorsun? Diye sordu.
-Otelciyim, Prenses Otel’de çalışıyorum.
Onun ayaküstü sorgusu bitince arkadaşıma döndü ve
-Sen ne iş yapıyorsun? Dedi.
-Sporcuyum.
-Sporcu mu, ne sporcusu?
-Kendi spor salonum var benim.
Sonra bana dönerek,
-Sen ne iş yapıyorsun? Dedi.
-Bende sporcuyum, aynı yerde çalışıyoruz.
Sıra evdeki son bireye gelmişti. Diğer kız arkadaşımıza dönerek,
-Sen ne iş yapıyorsun? Diye sordu.
-Muhabirim ben.
-Nee, muhbir mi?
-Hayır. Muhbir değil, muhabir.
-Muavir ne demek?
-Gazeteciyim yani.
-Gazete mi, hangi gazete?
-Show TV
-Show TV mi, hani gazeteciydim?
-Tamam, aynı şey işte. Hepsine gazeteci deniyor.
-Şeylik yapma, gazetecinin ne olduğunu biz de biliyoruz.
Son arkadaşımızın da sorgusu bitince kafası epeyce karışan o memur eliyle çenesini sıvazladı ve olayın başından beri hiç sesini çıkarmadan olanı biteni anlamaya çalışır gibi duran diğer polis memuruna dönerek,
-Sen bekle burada, birazdan geliyorum ben. Dedi ve koşar adımlarla basamaklardan indi.
Onun aşağı inmesinin ardından kapıyı kapattık ve bizimle kalan polis memuruna oturması için bir yer gösterdik. Gösterdiğimiz yere oturdu. Salonun ortasında duran sehpa üzerinde çerez tabakları ve şarap kadehleri vardı. Kızlardan biri misafirimize,
-Sizde içer misiniz, size de bir kadeh getireyim mi? Diye sordu.
Polis memuru gayet kibarca,
-Teşekkür ederim, görevdeyim. Diyerek arkadaşımızın ikramını reddetti. Oturuşundan bile kibar ve birazda mahcup olduğu kolaylıkla anlaşılan polis memuru kısa bir sessizliğin ardından,
-Ne var ki bunda? Gençliğimizde bizde arkadaşlarımızla böyle toplanır, eğlenirdik. Diye söze başladı ve epeyce açılmış alnını göstererek,
-Şimdi yapmayacaksınız da ne zaman yapacaksınız. Genç insanlarsınız tabii ki eğlenmek hakkınız, bizim yaşımıza geldiğinizde oturduğunuz yerden kalkacak takatiniz bile olmayacak, boş verin siz... Dedi.
Aramızda kısa sürede samimi bir sohbet havası oluşmaya başlamıştı ama telsizinin mandallanmasıyla toparlanma ihtiyacı duydu.
O agresif memurun gidişinin ardından yaklaşık onon beş dakika kadar geçmişti ki, kapının zili yeniden çalındı.
Kapıyı açtığımızda, o agresif memur kapıdaydı ve tek başına değildi. Yanında bir de emniyet amiri vardı. İkisi de doğrudan eve girdiler.
“Arama izni” mi? O zamanlar polise böyle şeyleri soramıyordunuz. O ancak dizi ve filmlerde mümkün olabilen ütopik ve demokratik bir ritüeldi.
Otuz ya da otuz beş yaşlarındaki genç emniyet amiri yanındaki memura dönerek,
-Hangisi? Diye sordu.
O agresif memur eliyle arkadaşımızı işaret etti ve
-Budur, amirim. Dedi.
Genç amir çok öfkeliydi. Öfkesi vücut diline de yansımıştı. Tüm öfkesiyle arkadaşımıza dönerek,
-Hanım efendi! Sizin gazeteci olmanız neyi değiştirir? Diye sordu.
-Hiçbir şeyi değiştirmez. Ne oldu ki?
-Mademki sizin gazeteci olmanız hiçbir şeyi değiştirmiyorsa niçin bu arkadaşa
*ben gazeteciyim*dediniz?
-Bize ne iş yaptığımızı sordu, ben de gazeteciyim dedim.
Emniyet amiri öfkesinde haklıydı. O yıllarda özel televizyon kanalları yeni yeni kurulmaya başlamıştı ve altın çağlarını yaşamaktaydılar.
Bu kanallarda çalışan deneyimsiz gazeteciler kendilerini dokunulmaz zannediyor ve her konuda söz sahibi oldukları gibi bir inanca sahip olduklarından da ortalığı kolaylıkla velveleye verebiliyorlardı.
Hadleri ve yetkileri olmayan her işe burnunu sokmayı gazetecilik zanneden bu tecrübesiz gençlere polis sürekli müdahale etmek zorunda kalıyor, polisin bu müdahalesi de toplumun geniş kesimlerine hitap edebilecek olanaklara sahip TV kanallarının Ana haber bültenlerinden
“Özgür basına faşist saldırı” şeklinde yansıtılıyordu.
Genç emniyet amiri de, o cahil memurunun kendisine verdiği yalan yanlış ifadenin ve mesleki reflekslerinin tesiriyle gereksiz yere öfkelenmiş ve gecenin bir yarısı kalkıp o gazetecilerden biri zannettiği arkadaşımıza haddini bildirmeyi düşünmüş olmalıydı.
Öfkesinin sebebi buydu ama mahcup olduğunu düşünüyordu. Bir süre bizi teker teker süzdü ve kendisini oraya getiren memuruna öfkeyle baktıktan sonra
-Neyse. Kusura bakmayın, bir yanlış anlama olmuş. Dedi.
Biz o saatte polislerin ne gerekçeyle bizi emniyete götürmek istediklerini sorduk. Belli ki komşular şikâyet etmişti ama emniyet amiri öyle mahcup olmuştu ki, bunu söylemek yerine
-İki sokak yukarıda bir oto hırsızlığı olmuş, (beni işaret ederek) kaçanlardan birinin eşkâli bu arkadaşa benziyormuş, onu da az önce bu binaya girerken görmüşler… Dedi ve başka hiçbir şey söylemeden memurlarını da yanına alarak evden ayrıldı. Oysaki biz binaya gireli en az iki saat olmuştu.
Emniyet amiri, o cahil memurunun kendisini düşürdüğü bu tuhaf durumdan kurtarabilmek için ayaküstü ancak bu kadarını uydurabilmişti.
İşte size iki değişik devlet memuru örneği. Biri bulunduğu makama bileğinin hakkıyla gelmiş mektepli ve zeki bir emniyet amiri diğeri muhtemelen eşdost torpiliyle devlet kapısına yamanmış alaylı ve cahil bir polis memuru.
*İşte bu yüzden biri emniyet amiri öteki sadece polis memuru, herkes hak ettiği yerde...* denilebilir ama o kadar kolay değil. Nerede olursa olsun üzerinde devletin üniformasıyla iş yaptığı sürece hal ve hareketleriyle, zekâsıyla… Devleti temsil ediyor demektir.
Acaba, hangi siyasi partinin il ya da ilçe başkanı, hangi meclis üyesi, hangi asker ya da sivil bürokrat zamanında elinden tutup devlete yamamıştır bu adamı?
Haydi, bir kazadır oldu, kim bu adamı İstanbul’un en turistlik ve en eğitimli, gelir seviyesi en yüksek kesiminin yaşadığı ilçelerden birinde görevlendirdi?
Zamanında birileri bu adamın elinden tutmasaydı bu adam memur olabilir miydi? Bırakın memurluğu özel sektörde dahi böylesine prestijli bir iş bulabilir miydi? Mümkün değil.
İşte KPSS bu yüzden önemli. Ecevit hükümeti; işe memur alınacaksa bu memur adaylarının bilgi ve genel kültür seviyelerinin merkezi bir sınavla tespit edilmesi gerekliliğinin farkına vardı.
Ecevit, bu fikrinde samimiydi belki ama kanunu hazırlayan bürokrasiyle mecliste oylayan vekiller başlarına geleceği bildiklerinden pek çok kanunda yaptıkları gibi bu kanunda da bilinçli olarak bir iki gedik bıraktılar.
Yine birileri eşini dostunu devlet kapısına yamamak isteyecekti ve bunun için de ucu açık bir eleme sistemi olan mülakat uygulaması devreye sokuldu.
Böylece, Türk solunun herkesi yoksullukta eşitlemeyi sosyal eşitlik sandığı gibi tüm memur adaylarını da eşitsizlikte ve haksızlıkta eşitleyerek eşitliği, adaleti sağlamış olduklarını sandılar çünkü mülakatı yapacak olan heyetin huzuruna çıkabilmek için KPSS’den belli bir puan alıp barajı geçmek gerekiyordu.
Şayet, bir haksızlık yapılacaksa en azından zeki insanlar arasında yapılmalıydı.
Bugün pek çok devlet memuru adayı KPSS’ye isyan ediyor. Bu isyankârlardan pek çoğu isyanlarında haklı pek az bir kısmı isyan ederken sadece ezberlerini okuyor.
Samimi isyancılar isyan ederken aslında şunu söylemeye çalışıyor,
-Bu sınav saçmalığı da nereden çıktı? Benim babam meclis üyesi, biz filanca beyi tanıyorduk, biz yalanca paşanın ya da müsteşarın akrabasıyız…onlar beni ne güzel; istediğim bir kurumda istediğim bir makama yerleştirivereceklerdi ve ben de ömrüm boyunca hiç işsizlik kaygısı taşımadan, tam bir sosyal güvenlik şemsiyesi altında, devletin sadece memuruna tanıdığı her türlü imtiyazdan sonuna kadar faydalanacaktım. Beş senedir her yıl giriyorum bu sınava hala barajı bile geçemedim.
Haksızlık, ilkellik bu!..
Eskiler bu neviden bir durumla karşılaştıklarında “Ehven-üş Şer” yani “kötünün iyisi” derlermiş.
Bu sınav sistemi de şimdilik eskiye nispetle ehven-üş şer (Adalet-i İzâfiye) işte…
23 Ağustos 2009
Erdal Fikret AKSAN
YORUMLAR
Durumunuza samimiyetle üzüldüm. Sizin durumunuzda olan onlarca kişi tanıyorum.
KPSS'den 85 puan alıp da kendini heyete beğendiremeyen ancak aynı sınavdan 56 puan aldığı halde heyetin bağrına bastığı kişiler de biliyorum.
Bakın, Hûlkli CEVİZOĞLU bir programında şöyle demişti;
"Fakülteyi bitirdikten sonra tek emelim vardı. Diplomat olmak için Dışişleri'nin açtığı sınava girdim. Sınavdan çok yüksek bir not aldım sonra yabancı dil biliyor musun diye soktukları dil sınavından da yabancı dilde bir makale yazarak çıktım.
Beni mülakata aldılar. Orada bana sordukları ilk soru
*Dışişlerinde bir tanıdığın var mı?" oldu.
Ben de kimseyi tanımıyorum dedim. Sınav sonuçları açıklandı ve ben sınavı kazanamamıştı...
Anladım ki, sınav sadece formalite esas olan kimi tanıdığınız..."
Geresini sizin anlayışınıza bırakıyorum.
merhaba,ben de bir kpss mağduru olarak cevap vermek istedim.mağdur diyorum çünkü bir yerlerde dayım yok.sadece bilinçli bir şekilde öğretmenliği seçtim.yapabileceğim en iyi bölümü edebiyatı. ama komik bir şekilde görev alamıyorum. bu durum da kpss haklı diyemem. benim genel kültürüm sırf ezbere dayalı değil kusura bakmasınlar...ezberci hiç olmadım.hakketiğime inandığım bir işi istiyorum. ama denilen şey "biz iyinin iyisini seçiyoruz."85 alan iyi 84 alan kötü...vay be...