- 4619 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
KADIN ÇALIŞIRSA
Aslında kadın çalışırsa sözü bile komik bir kavram. Ben kendimi bildim bileli kadınlar hep çalışır. Sanki kadının çalışmadığı bir an varmı ki kadın çalışırsa gibi bir kelam olsun. Hiç ölmeyecekmiş gibi çalış yarın ölecekmiş gibi ibadet et der din. İşte kadın hiç ölmeyecekmiş gibi çalışandır. O yüzden cennet annelerin ayağı altındadır erkeklerin değil.
Kadın çalışırsa lafı gereçekten lügat parçalama lafıdır. Peki o zaman bizde lügat parçalayalım. Kadının çalışmadığı an yokturki kadın çalışırsa lafı lügata girsin. Kadın sadece aktif dinlenme yapar. Nedir aktif dinlenme. Aynı anda bir çok işi birlikte arka arkaya götürmektir aktif dinlenme. Ev hanımlığı, annelik, cinsel partnerlik, kariyer kadının dörde bölünmesi gibidir. Tabi bu dört lafına şimdi birden fazla kadınla evli olanlar atlayacaktır. Avuçlarını yalarlar. Erkek dördünüde paylaşacak kadınla. Doğru olan budur.
Erkekler kadınların çalışmasını istemezler. Kadın çalışırsa; erkek evde daha rahat hareket edemez, kadın çalışırsa erkekle eşit haklar sahip olur, kadın çalışırsa eve daha az vakit ayırır. Kadın çalışırsa erkekle eşit haklara sahip olur. Kadın çalışırsa erkek egolarını tatmin edemez, Kadın çalışırsa erkek aşırı ve gereksiz kıskançlıklar gösterir. Erkek eğer eski kafalıysa ve evde çocuk bakacağı için kadının çalışmasını istemez. Erkek kadın çalışırsa kendinden daha çok para alacağını düşünür ve güçsüz hisseder. Bu ifadeler kadının çalışmasını erkek neden istemez anketinden alınmış olmasına rağmen objektif olduğunu söylemek mümkün değildir. Burda bile bir erkek bakışı vardır.
Din adına hüküm veren ulemaların kadının annelik görevini ihmal edeceği, kadının tanımadığı erkeklerle beraber bulunmasının zina olayını körükleyeceği kaygısıyla pek olumlu yaklaşmadıklarını görürüz. Bu maksatla şeri hükümlerle yönetilen ülkelerde kadının erkekten uzaklaştığını görürüz. Oysa bu durmda ortaya çıkan sapkınlıkların şartları ve etkileri daha ağırdır. Zenne, oturak alemi, Köroğlu ayvaz hikayeleri, ensest ilişki hep bu kültürün ürünleri değil midir. Kadınların porno shop larda sergilenmesi ile bu kültürün bence hiç farkı yoktur.
Bakın ulemalar kadın çalışırsa neler olacağını şöyle anlatıyor.
“Kadın erkek beraber çalışılan yerlere hepimiz gitmişizdir. Zaten bu devirde kadın ve erkeğin bir arada çalışmadığı yer de yok gibidir. Oralarda çalışan kadınlarla, erkeklerin aralarındaki diyaloglara da zaman zaman şahit olmuşuzdur. Dikkat edilmişse, gayet samimi senli benli sansürsüz konuşmalar, yaşlarına ve konumlarına yakışmayan tarzda şakalar, dahası ve en acısı yaptıklarını sıradan sayan bir takım insanlar görmüşüzdür. Ayrıca çalışan kadınların çoğunda (çalışıyorum çalışmanın getirisi olarak, para da kazanıyorum öyleyse, ben ayakları üzerinde durabilen, toplumda söz sahibi olan ve kendine güvenen bir bayanım) düşüncesi içinde davrandıklarını da görüyoruz.
İş yerinde patronundan bir aferin almak için türlü çabalar gösteren çalışan bayanlar, aynı çabayı beylerini mutlu etmek, beyinin bir iltifatını kazanmak için gösterseler, o ev güllük gülistanlık olur . Aynı şey beylerin tarafında da farklı gerçekleşmekte, çalıştığı iş yerinde karşılaştığı hanımlara gösterdiği nezaketin, kibarlığın, komplimanın dörtte birini evdeki hanımına gösterse, hanımının saygı ve sevgisini daha çok kazanırdı herhalde…
Evet, gerçekten de bizim ve çocuklarımızın hizmetiyle, evimizin düzeni, tertibi, temizliğiyle, ilgilenen hatta sıkıntılara göğüs germekte hep bizimle olan hanımlarımız, dışarıdaki bayandan çok daha fazla ilgi ve nezakete layık değil mi?
Haramlardan uzak duran, hatta harama düşme kaygısıyla evinde olmayı tercih eden
tesettürüne ve ibadetlerine dikkat ederek kendini koruduğu gibi dinimizin bildirdiği şekilde davranarak beyini de günaha girme vebalinden kurtaran hanımlarımız, daha çok iltifata ve itinaya layık değil mi?
Gazetelerin insan kaynakları sayfasındaki reklâmlara baktınız mı? İş ilanlarında hep fiziği ve diksiyonu düzgün bayan eleman aranmakta… Neden daha çok bayan eleman tercih ediliyor, çok kaliteli bir eğitim almış, ev geçindirmek zorunda olup da iş bulamayan bu kadar erkek varken?
İnsanın aklına, (Sanki bu işte bir bit yeniği var, acaba kasıtlı olarak kadın sokağa çekilmek mi isteniyor?) gibi şeyler geliyor. Dış mihraklar, kendi toplumlarında aile kavramını kaybettiler, zararlarını öğrenince şimdi geri kazanmaya çalışıyorlar. Fakat bizimle uğraşmayı hızlandırıyorlar. Bir topluma verilecek en büyük zarar, aileyi yok etmek... Bunu da ailenin temelini ve birlikteliğini sağlayan anneyi, yani kadını dejenere ederek yapmaya çalışıyorlar.
Görünüşe göre de başarmak üzereler. Baksanıza kadınlar erkekleşmeye, erkekler de kadınlaşmaya başlamışlar bile... Roller değişmiş. İş bulamayan baba, evde oturup çocuklara bakıyorken, kadının çalışmasının olmazsa olmaz görüldüğü günümüzde, aile geçiminin ağır yükü hayat müşterektir adı altında kadına yükleniyor.
İşte size bir başka tablo:
Bir erkek evlenmek istiyor, annesi soruyor:
—Nasıl bir kızla evleneceksin?
Genç cevap veriyor:
—Fark etmez, çalışan birisi olsun, ben nasıl ev geçindireyim? O da çalışırsa, birimizin maaşı elektrik, su, ev kirası vs… Birimizinki de boğazımıza kılık kıyafete falan ancak yeter.
—Çok iyi oğlum, sen çalışacaksın da, o mu yiyecek, o da çalışsın tabii. Nerde çalışsın?
—Ben tezgâhtar falan istemem, öyle işler geçici olur. Öğretmen olabilir, devlet kapısı ne de olsa...
Bunun gibi konuşmalar, aranılan özelliklerde kız bulunuyor, nişan, düğün, balayı falan derken;
—Bana yazık değil mi? Hani hayat müşterekti, hani sen de bana evde yardım edecektin?
Yardım etmeyi bırak, kendi eşyalarını toplaman da yeter. Geldiğim gibi mutfağa giriyorum, yemek, bulaşık, evin toplanması bıktım artık. Sen yoruluyorsun da, ben yorulmuyor muyum? Ben de senin gibi gelir gelmez elime kumandayı alıp, televizyonun karşısına geçsem aç kalırız aç…
—Yapacaksın tabii, sen kadın değil misin, ben mi yapacağım yemeği, ütüyü? Çok konuşma da, sofrayı hazırla çok acıktım.
Bu tartışmaları dışarıdan izleyenler, belki bir çocuk olsa her şey yoluna girer diye düşünülürken aslında karışık olan durum çocuğun olmasıyla içinden çıkılmaz bir hal alır.
—Çocuğa kim bakacak? Annem hasta, ee senin annen de çocuğu çok şımartıyor, ahlakı bozuluyor çocuğun.
—En iyisi bir kreş bulalım, kreşe verelim çocuğu…
Uzun araştırmalar, arkadaş tavsiyeleriyle bir kreş bulunur, çocuk kreşe verilir, annenin aklı yavrusunda, bütün gün ne yaptı, ne yedi, ateşi de vardı, nasıl oldu acaba? Bütün bu sorular, düşünceler ve annenin gizliden çektiği; ama söyleyemediği bir vicdan azabı, bir suçluluk duygusu içini hep kemirmektedir. Aslında hesap ortadadır, kadının aldığı para kreşe, kendi özel ihtiyaçlarına kullandığı makyaj malzemesine ancak yetmektedir. O zaman neden bu kadar sıkıntı çeker ki?
Sabahın erken saatinde kalkıp hazırlanmak, çocuğu hazırlamak, üstelik tam da huzurlu sıCelle Celâluhk evinde uyurken onu uyandırmak, bütün gün iş yerinde akşama ne pişireyim, misafire ne ikram edeyim, çocuk nasıl gibi düşüncelerle boğuşmak. Mesai bitip de eve gelindiğinde aynı tempo devam etmekte, hızla yemek hazırlanıp, yine aynı hızla yenip ertesi günün yemeği yapılıp, çocukla ilgilenmeye vakit kalmadan bakılır ki, çoktan gece yarısı olmuş. Bir kenarda sizin gelmenizi kendisiyle ilgilenmenizi beklerken uyuya kalan yavrunuzu kucaklayıp, buruk bir öpücükle yatağına yatırırsınız. İşte bütün bir gün koşuşturup dururken bir de bakar ki, ömür geçmiş, çocuklar büyümüş; ama farkına bile varılamamış, ne eski güzelliği, ne eski sağlığı, ne de, artık sorunlarla başa çıkacak gücü kalmış.
Bunca yıl karı koca çalışmışlar ama elde hiçbir şey yok. Hâlâ borcunu ödedikleri evi saymazsak, ömür vefa eder de, borçtan kurtulup rahata ereriz diye beklenirken, evlatların evlenmesi gibi sebeplerden, borç üstüne borç...
—Hani iki kişi çalışırsak rahat ederdik, daha iyi yaşardık? Hep sıkıntı çektik şimdi ömür bitti, hesap verilecek ama dünyada rahat yaşamak için sıkıntı çektik, fırsat bulamadık ki ebedi yaşayacağımız yer için hazırlık yapalım, üstelik hep sermayeden yedik elde bir şey kalmadı. Ne için, kimin için, nasıl yaşadık, ne bıraktık?
Taksitlerini ödemeyi hiç ihmal etmedim ama imanını, dinini öğretmekte ihmal davrandım. Dinini öğretmeden çocuğumu Amerika’ya master yapmaya gönderdim. Çocuğum oralarda iyice bozuldu. Ahirette beni sıkıntı çekerek, günah işleyerek okuttun diyip teşekkür etmeyecek, yakama yapışıp neden benim günah işlememe engel olmadın, neden bana dinimi öğretmedin diyecek.
Peki, o zaman neden bu kadar, çalışıp günaha girmek isteriz ki? Üç günlük dünya için sonsuz olan ahiret hayatını yıkmak akıl kârı mıdır? ”
Burada ulemanın aile hayatını düzenlemekdeki fonksiyonun kaybetmemenin sessiz çığlığını görmekteyiz. Doğrudur cahil toplumlarda bu gibi sonuçlar vakidir. Peki yarın toplumda herkesin yüksel okulu bitirdiği yada kadınların erkeklerle beraber aynı eğitimden geçtiğiniz düşünürseniz ne yapacaksınız. Cevap basit. Kadınlar ayrı erkekler ayrı bir hayat yaşayacak. Yani haremlik selamlık devam edecek. Peki bu durumda erkeğin erkekle bu kadar çok bulunmasının yaratacağı sapkınlıkları nasıl öneleyeceksiniz. Cevap yok. Önleyemezsiniz. Ulema toplumun gelişmesini kendine göre frenleyemeceğine göre kendini toplumun gelişmesine parelel olarak yeniden yorumlamalıdır.
Kadın çalışırsa aldatır gibi sloganlar fanatik ulemanın yorumudur. Çağdaş demokrat düşünceli bir insanın üreten, emek veren yaşamı paylaşan bir kadına hafif kadın olarak bakması söz konusu bile değildir. Hele bir Türk’ün anasına, bacısına, olan saygısından ve namusa anlayışından dolayı beraber çalıştığı bir kadına fahişe gözü ile bakması söz konusu değildir. Dinin tarikatın yada batını lümpen kent hayatını henüz girmediğive yozlaştıramadığı Anadolu köylerine gidin ne kadar haklı olduğumuzu görürsünüz. Tarlada, denizde, evde her yerde kadınla erkek hep omuz omuzadır. Kimsede kimsenin karısına yan gözle bakmaz.
Bakın “Kadının çalışması dinen caiz midir?” sorusunu nasıl cevaplıyor ulema.
“Asla helal değildir, Caiz değildir. Çünkü: Evin geçimi ve idaresi evin erkeğine aittir. (Nisa süresi:34) Kadının evinin içinde oturması ALLAH (c.c.)’ın emridir. (Ahzab:33) Kocasının izni ve müsadesi olmadan kadın evinden dışarıya çıkamaz, her hangi işte çalışamaz. (hadisi-Şerif)
Bir kadının namahremlerin yanında kalması, oturması ve bakması helal değildir. ( Nur Süresi:33 ) Müslüman kadının tesettüre riayet etmesi farzdır. (Azhab:59)
Ama günümüzdeki çalışan kadınların durumu ortadadır. Ben başımı örtersem Almanlar veya arkadaşlarım beni kınarlar, diyenleri akla getirirsek meselenin vehameti ortaya çıkar. Evde başını örten, fakat işe giderken başını açanları ve ayrıcı evde perişan vaziyette dolaşan, işe giderken ise giyimine ve süsüne özen gösterenlerin hali ve adetleri malum, izaha gerek yoktur.
Bir müslüman kadının evinin dışında çalışması, kadına karşı işlenen büyük bir cinayettir. Çünkü kadın, bir çok işlerde erkekler gibi güç yetiremez. Zira kadın beden ve fiziksel yönden zayıftır. Bedeni güce erkekler gibi, çeşitli sebeblerden dolayı sahip değildır.
Ay hali (hayiz) dir ki, her ay bir müddet devam eder. Bundan dolayı kadın muztarip olur. İstirahat etmesi ve çalışmaması lazımdır. Taki temizleninceye kadar titizlik göstermesi lazımdır.
Hamilelik hali ve müddetidir ki, kadın buhali ile daima güçsüzlük, zor ve zaafiyet içindedir, Bu durumda çalışmaya gücü yetmez, İstirahata ve yardıma ihtiyacı vardır. Doğum ve lohusalık hali ve müddetidir ki, bu durumda kadın en zor günlerini yaşar. Rahatsız edici ağrılar ve kann kaybı. Bu nedenle kadının durumu düzelinceye ve kaybettiklerini tekrar kazanıncaya kadar istirahata gereksinme duyar.
Emzirme ve çocuk bakımıdır ki, bunu en azından iki sene devam ettirmesi lazımdır. Çünkü kadın yavrusunu anne şefkatiyle emzirir, kanından-canından gıdasını temin eder, ona bakar, korur ve terbiye eder. Burada evinin işi, kocasına ve diyer çocuklarına karşı vazifelerinide ihmal edemez. Bütün bunlarla bir de evin dışında bir iş yerinde kadının fiziksel yapısına uygun olmayan işlerde çalışması, kadın haklarına en büyük bir darbedir.Kadının fiziki bedeni ve ruhsal yapısı, hamilelik, doğum, lohusalık, çocuk bakımı ve emzirme nedeniyle çok yıpranır. Böyle bir kadın çalışırsa gerisini siz düşünün.
Sözün özü: Bir kadının bedeni, ay hali görür, hamile olur, çocuk doğurur, çocuk emzirir ve çocuk bakarsa erkekler gibi kuvvetli ve enerjisi olmaz. O halde kadın-erkek eşitliği espirisine uygun düşmez.
Aşağıdaki sebeblerden dolayı bir kadının evinin haricinde her hangi bir iş yerinde çalışması meşru değildir. Yani İslam dininin prensiplerine uygun değildir. Şöyleki: Şer’i ve islami örtünmenin farz oluşu. İşe gidip-gelme esnasında fitneye vesile oluşu. Yolda gidip-gelirken ve iş esnasında yabancı erkeklerle bir arada olmaları ve birbirine karışmalarının (ihtilat) haram oluşu
Tesettürsüz ve ilgi çeken süs ve zinetleri ortaya çıkararak, yani erkeklerin şehvetini uyandıracak şekilde zinet ve zinet yerlerini, boya ve kokularını yabancılara göstermesi haram oluşu. Kadınnnın bedeni (eller ve yüz hariç) bütünü avrettir. Kadın bir incidir korunması ve muhafaza altına alınmasısının elzem oluşu. Kadının çocuklarının, ev ve eşinin işleri ile daima meşğul olma zorunluğu varki, bu işler kadının yaratılışına en uygun oluşudur.
İşte bütün bunlarla beraber kadının evinin dışında bir iş ve iş yerinde çalışmsı mümkün değildir. Dışarıda çalışmak, kazanmak ve eve bakmak erkeğin işi ve vazifesidir. ALLAH (c.c.)’u Teala buyuruyor: “ALLAH (c.c.)’ın onlardan, kimini (erkekleri) kiminden (kadınlardan) üstün kılması ve mallarından infak etmeleri sebebiyle, erkekler kadınlar üzeri hakimdirler.” (Nisa:34) Bu ayeti kerime ile, erkeklerin fıtraten, biyolojik üstünlükleri, diyer yandanda mallarından infak etmeleri, evlenirken kadına mehir vermeleri ve de aileni geçimini temin görevi ile yükümlü olmaları nedeniyle de kesbi üstünlüklerine binaen, erkekler, ailenin hakimi olarak beyan edilmiştir.
Yani: Erkekler, dışardan çalışıp kazanmak ve aileyi yönetmek bakımından kadınlara kaimdirler. Kadınlar da, ev içerisinde, erkeğin yönetimi altında; evin tedbir ve tanziminde görevlidirler. (Ruhul-Beyan:2/202, Kurtubi:5/169) Erkeğin kadının üzerindeki haki-miyet, itina gösterilmesi gerekli olan aile yuvasının yönetiminde, korunması, himayesi ve ailenin saygınlığının devamı açısından, aile içerisinde yapılan bir vezife taksimidir.Aile fertlerinin şahsi ve hukuki hiçbir varlığı ortadan kaldırmayan bir başkanlıktır. Aynen; velinin ra’iyyesine kıyamı gibidir; Emretmek, nehyetmek, korumak ve muhafaza etmektir. Doğru yoldan ayrıldığı zaman, düzeltmek ve terbiye etmek... sebebiyledir. Yoksa, sanıldığı gibi, kadının şahsiyetini yok eden, onu esir ve köle mesabesine indiren kahredici bir üstünlük değildir ve olamaz da... Kadınları ikinci sınıf olarak kabul etmek hiç değil... (el-Keşşaf Ve İbni-Kesir)
Zaruret neticesinde kadının evinin dışında çalışmasının dinen caiz olabilmesi için bir takı şartlar vardır. Çükü, zarurutler dini bazı yasak hükümleri mübah kılar. Fakat, bu hüküm zaruret miktarınca geçerlidir. Zaruret ortadan kalkınca mubah ve caizlik de ortadan kalkar. Bir kadının çalışmasını zaruri kılan şartlar ise:
Velisinin izni olacak. Yani: Bekarsa babasının, evli ise kocasının izni ve müsadesi
olacak. Babası ve kocasının müsadesini alamayan kadın kattiyyen çalışamaz ve dinen
çalışması helal değildir. Zaten bu izinde mübah olan iş ve işyeri içindir. Örneğin: Kız çocuklarını okutmak için muallime, doğum ve benzeri şeyler için ebelik ve hemşirelik gibi.
Erkeklerle bir arada bulunmayacak ve hatta yabancı erkekle tenha bir yerde başbaşa
kalmayacak, yani halvet olmayacak.Tesettür yönünden açılıp-saçılmayacak, süslerini göstermeyecek, fitneye sebeb olacak her hangi durumda bulunmayacak, aşırı ziynet içinde bulunmayacak, koku, parfüm ve ayrıca boya sürünmeyecek.Tüm bedenini örten ve şer’i şatlari içeren islami bir giysi ile kapali ve örtülü-tesettürlü olacak. “
Çağdaş bir Cumhuriyet öğretmeni doksan yaşında olmasına rağmen bakın bir kadın olarak olaya nasıl yaklaşıyor.
“Evet nerelerden geldik bugünlere?
İslãmiyet’ten önce Türklerde kadının yeri önemliydi. Siyasal hayatta söz sahibi idi onlar. Kadın erkek eşitliği vardı. Hakanların yanında daima eşleri Hatunlar bulunur, anlaşmaları birlikte yaparlardı. Kızlara çocuk bakmak, ev işi yapmak yerine ata binmek, silah kullanmak öğretilirdi.
İslâmiyet girince Türkler arasına, iş değişti. Önce çok eşlilik başladı. Arkasından örtünme bilinmezken İslamiyetle sımsıkı örtünme geldi. Böylece kadınlar eve kapatılmış, erkeğin malı haline getirilmiştir. Onların bütün işi çocuk doğurmak, onlara bakmak, ev işi yapmak ve kocasının keyfini aramak olmuş. Erkek her istediğini yapar. İsterse dört kadına kadar evlenebilir. İstediği zaman kadına boşsun der, kadın o zaman pılısını pırtısını toplayıp evden gitmek zorunda . Nereye gidecek? Çalışamaz, bir iş yapamaz, miras alamaz, nasıl geçinecek bu kadın?
İşin ilginç yanı Osmanlı Devletinin ilk çağlarında kadınlar daha özgür görünüyor. Kanuni zamanında çamaşırhane işleten, ticaret yapan kadınlar hakkında fermanlar var. Kadınlar köle ticareti bile yapmış, evden eve mal satmış. Anlaşılan sonraları kadınlar daha sıkıya alınmaya başlamış. Madam Montegü 18.yüzyılda yazdığı mektuplarda “Türkleri kılıç gücü ile yenemeyeceğini anlayan Bizans artıkları, onları manevi yönden yenmek için aralarına fanatik dinciliği sokmuşlardır” diyor. Gerçekten on sekizinci yüzyılda dinde daha çok yobazlık başlamış.
1836 Gülhane Hattı Hümayunu ile başlayan Tanzimatta yavaş yavaş Batıya doğru bir açılma oluyor. Ona rağmen yapılan ilk nüfus sayımında kadınlar sayılmamış. İkincisinde kadınlar görünmeden erkekler söylemiş onlar hakkında gerekeni.
Zamanla Batı etkisi fazlalaşıyor. Memlekette ilk Fransızca öğrenimi başlıyor. Gazeteler çıkıyor (1860’da Tercüman-ı Ahval, Ceride-i Havadis adlı gazeteler). Bu gazetelerde Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi yazarlar kadınların eğitimini öne süren, onların aşağı durumda olmalarını kınayan yazılar yazıyor. Namık Kemal’e göre Osmanlı devletinin çöküşü kadınların cahilliğinden. Evlerinde eğitim görmüş bazı kadınlar gazetelerdeki bu yazılara mektupla katılıyor. Gazeteler haftada bir kadın gazetesi eki çıkarıyor. Batı’ya gitmiş olanlar orada çıkardıkları ve kadınları savunan gazeteleri gizlice memlekete sokuyorlar.
Edebiyatçılar romanlarında kadınların bu durumunu, kızların para için zorla yaşlı erkeklerle evlendirildiklerini kınayarak anlatıyorlar. Selãnik’te 7 kadın dergisi çıkıyor. Bunların bir kısmında kadınlar sorumlu, bir kısmında yazar.
Bu şekilde kadınlarla ilgili yazılar erkekleri gruplara ayırtıyor. Katı İslamcılar kadına dönük reform düşüncesine karşı olarak böyle bir uygulamanın ailenin temelini sarsacağını, Şeriata uyulmamasının aileyi bütün kötülüklere sürükleyeceğini, Anayasa’da devletin dini İslam dendiğine göre, devlet şeriata uymayanları izlemeli ve cezalandırmalı, diyorlardı.
Onlara göre kadınları devlet işlerinde çalıştıran bütün uygarlıklar batmış. Çok karılık, diğerlerinin öne sürdüğü gibi, toplumsal yara değil, doğal yasalara ve ailenin çıkarlarına uygunmuş. Çok karılık, kadını koruyor ve ona yaşamı kolaylaştırıyormuş. Kadınların çarşaf giymesi kanunlaştırılmalı imiş.Tek yanlı boşanmaya neden de kadının kaprisli ve güvenilmez oluşu imiş. Kadına bu konuda gösterilecek en küçük hoşgörü aileyi uçuruma yuvarlarmış. Kadın erkek eşitliği, söz konusu bile olamazmış!
Biraz daha az katı dinciler de, kadının çocuklarını iyi yetiştirmesi için kız okulu açılmasını istiyorlar ama ancak orada din dersi okuyabilecekler, Fransızca, piyano gibi dersler öğrenmeyeceklermiş.
Bunlara karşı bir de Türkçüler var. (Salâhattin Asım) Türk kadınının uzun zamandan beri dinsel kurumların baskısı altında ezildiği, bu yüzden doğal niteliklerinden çoğunu kaybettiği, çarşaf giyme, eve kapatma, çok karılık, tek taraflı boşanma, miras hakkının olmaması , kölelik gibi dinsel kökenli yasalar ve törelerle kadını ağlanacak durumu sokulmuştur (Onlar) ‘’Bu yasalar ve töreler Türk erkeğini de olumsuz etkilemiş ve onların da gerilemesine ve yozlaşmasına neden olmuştur’’, diyorlar. Ona karşın İslamcılardan Sait Halim Paşa, tüm İslam öncesi etkileri, özellikle Türkler arasında hala canlı olarak varlıklarını sürdüren geleneklerin tümünün temizlenmesi gerekliliğini ve onların çöplük olduğunu söylüyor.Başta Ziya Gök Alp olmak üzere Türkçüler, ‘’Birisi modern düşünceye açık, diğeri geçmişe bağlı iki insan tipi yetiştirilmesine’’ çok üzülüyorlar. Ne yazık ki, 100 yıl sonra bu insan tiplerinin arası kapanacağı yerde daha çok açıldı.
Bütün tartışmalara rağmen kızlar için ilk kez üç yıllık okul açılıyor. Fakat 11 yaşında kızların başı örttürülüyor. 1876’da 2 sınıflı ilk kız öğretmen okulu açılıyor. Erkeklerinki üç sınıflı. Öğretmen okulunda kızlar saçlar görülmeyecek şekilde başları bağlı ve uzun siyah entariler giyiyor. Aydınlıkta pencereden bakan kızlar, cezalandırılıyor. 1913’de İstanbul Kız Lisesi açılıyor. Savaştan sonra da buna 3 lise daha ekleniyor. Fakat yalnız İstanbul’da bunlar. Yeni bir değişiklik, kız okullarına erkek öğretmenler geliyor. 1915’de açılan Bursa Kız Öğretmen Okulu’nda ilk kez kızlar ‘başlarımıza yemeni örtmeyeceğiz’ diye ayağa kalkıyor.100 yıl sonra ise bunların belki torunlarının çocukları ‘başımızı örteceğiz’ diye ayağa kalkıyor şaşılacak gibi.
Meşrutiyet döneminde birkaç kadın derneği kuruluyor. Meşrutiyet hareketlerinde bazı kadınlar mektupları saklayarak, yazıları Fransızca’ya çevirerek dışarıda çıkan gazetelere göndermek suretiyle el altından biraz siyasete de katılmışlardı. Meşrutiyet ilanında ellerinde kırmızı beyaz flama bayraklarla “yaşasın Vatan, Millet, Hürriyet’’ diye bağırarak sokaklarda gösteri yapmışlardır. Bu dönemde Rum ve Ermeniler memleketten gidince onların kadınlarının çalıştığı yerlere Türk kadınları giriyor. Adana’da pamuk, Karadeniz’de tütün, İzmir’de üzüm, incir işletmelerinde çalışıyorlar. Kamu kuruluşlarında ilk PTT’de, Maliyede ve en çok eğitimde kadınlar görülüyor. Fakat savaşlar biter bitmez kadınlar kamu hizmetinden atılmaya başlıyor.
Bütün bunlara rağmen 20. yüzyılın başında genel olarak kadın, erkek iki ayrı dünya . Erkekler dışarıda kadınlar evde haremde. Kadın eve kapatılmış. Peygamberin kadınları için tatbik edilen örtü, çarşaf olarak bütün kadınlara uygulanmış. Şehirlerde çarşaf giyme polis zoru ile uygulanıyor, çarşafta kumaşın rengi ve biçimi bile devlet, yani erkekler tarafından ayarlanıyor. Ömer Seyfettin’e göre harem ve çarşaf bir sürü ahlaksızlıkları gizlemek için bahane imiş. Yalan da değil. Erkekler çarşaf giyerek evlere girip kadınlarla sevişiyor diye duyardık.
1920 yılında ilk defa Kadıköy tiyatrosunda bir Türk kadın Jale adıyla sahneye çıkması büyük olay yaratıyor ve ahlaka uygun değil diye mahkemeye veriliyor.
Orta doğuda, daha doğrusu Müslüman ülkeler içinde ilk defa kadına gerçek özgürlüğü verip, onu uygulayan tek ülke Türkiye. Bu da Atatürk ve yanında onun gibi düşünen arkadaşlarının desteklemesi ile oldu. Bunların başında İsmet İnönü vardı. O hemen karısını çarşaftan çıkarıp şapka giydirerek Lozan konferansına yanında götürmüştü.
1920, 23 Nisan’da Ankara’da Büyük Millet Meclisi Kurulmuştu. Artık yeni bir çağ başlıyordu. Türklüğünü unutmuş Osmanlı ümmeti yerine kendini bulan bir Türk milleti canlanıyordu. Fakat Meclisin büyük kısmı yobaz ve Osmanlı kafası taşıyordu. Bunları Atatürk’ün kafasındakilere yöneltmek çelikten bir kafesi kırmak kadar zordu. Onları Atatürk önce vatanı kurtarmak, onun için de milleti uyandırmak düşüncesi etrafında birleştirdi. Böylece Kurtuluş Savaşı kazanıldı. Padişah İngilizlerle kaçtı, halifelik kaldırıldı. Lozan antlaşması oldu. Cumhuriyet ilan edildi.
Atatürk: ‘’..Savaşı kazandık. Fakat asıl bundan sonra milli ve vatani görevimiz, en uygar, en mutlu ve huzurlu millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Yüksek uygarlığa karşı, orta çağ kurumları ve hurafeleriyle yaşamaya çalışan milletler er geç yok olmaya veya başkalarının esirliği altında yaşamaya mahkumdur..’’. diyor.
Böylece Atatürk, uygarlığa adım atmamız için daha pek çok yapılacak işimizin olduğunu açıklıyordu. Fakat daha O başlamadan önce - 1921 yılının başında, o günün Milli Eğitim Bakanı, 400 medrese açtırıyor ve ‘İslam Dini’ne uymuyor’ diye okullarda resim dersini kaldırtıyor. Halbuki o tarihe 7000 medrese varmış Anadolu’da. Fakat 3 mart 1924 de bütün medreseler kapattırılıyor.
Kadınların doktora görünmesi bile mecliste tartışmalara yol açıyor. Modernlik kadının ahlakını bozarmış. 1925 deki mecliste bile kadının yüzünün tamamıyla kapanması, bunun için evde oturması öneriliyor. Bunlar Atatürk’ün çalışmak zorunda kaldığı insanların kafasını göstermesi bakımından çok önemli.
Cumhuriyetten sonra bir grup milletvekili bir aile yasası tasarısı hazırlıyor. İlk olarak Tanzimat döneminde bir aile yasası yapılmış, fakat o yasa o günün ailesini anlatmaktan ileri gitmemiş. 1924 yılında yapılan bu taslak da ondan farklı değildi.’’ Aile reisi erkek. Çünkü akıl ve din yönünden noksan ve güçsüz olan kadının karakterine bu uygunmuş.Kadın okula gidemez. Onların aklı kısa olduğu için bir işe yaramaz öğrendikleri. Kadın çalışırsa hem kendi, hem de etrafındakilerin ahlakı bozulurmuş. Kadının erkek işleri yapması toplum için hastalıkmış. Erkeklerin çok eşli olması gerekmiş.Bu hem kadın, hem erkek için iyi imiş ’’ gibi eski gelenekleri olduğu gibi tekrarlayan bir yasa tasarısı.
Bu yasa taslağını öğrenen kadınlar, dernekleri yoluyla baş kaldırıyorlar. Fakat ne yazık ki, onlar da bir düşüncede birleşemiyorlar ve ayağa kalkmaları yarım kalıyor.Yine Atatürk imdada yetişiyor ve bu yasayı görünce çok kızıyor. “..Bunlar ne çabuk unuttular kadınlarımızın bu savaşı kazanmak için geceli gündüzlü demeden çalıştıklarını, mitingler yaparak, konferanslar vererek halkı uyandırmaya uğraştıklarını..” diyor. Gerçekten askerlerimize giyecek, silah yapan, cephane taşıyan, silahlanarak düşmanla başa baş çarpışan kadınlarımızın yardımlarıyla kazanılmıştı bu zafer.
İşte bunları bilen Atatürk, 23 Mart 1923’de Konya’da Anadolu kadınının bu fedakârlığını anlatmış ve “.. Kış, sıcak soğuk demeden çocuğunu bile feda ederek cepheye gerekli olanları taşımış, büyük ruhlu ve duygulu bu kadınlarımızı şükran ve minnetle takdir ve takdis edelim; hiçbir milletin kadını onların yaptığı gibi yapmamıştır. Bu acı çeken ülkeye büyük yardımda bulunan bu kadınlarımız özgür olmalı, eğitim görmeli, erkekle eşit olmalıdır..” demiştir.
Atatürk’ün ilk ele aldığı konu eğitimin birleştirilmesi, daha doğrusu din eğitimi üzerine kurulmuş medreseleri kapattırarak ayni düzeyde eğitim verecek çağdaş okulların açılması idi. Bu okullarda çocuklarımız arasında Ulus Bağı geliştirilecek, hayata hazırlanacak, çağdaş eğitim verilecekti. Ulus: ‘’Birbirlerine dil, kültür ve ülküde ayni olan yurttaşları kapsayan bir kurum’’ demektir. Osmanlı devletinde din bağı önemliydi. Halbuki ayni dinden değişik milletler ve kültürler vardı arada. Bütün kültürler İslam Kültürü adı altında birleştirilmiş, dolayısıyla Türklerin Kültürü, İslam Kültürü olarak bütün Müslümanlara mal edilmiş, böylece Türk Kültürü ve Türklük bunlar arasında kaynayıp gitmiştir.
Artık bu memleketler kendi özgürlüklerini almış, bize de ilk gelip yerleştiğimiz ve halkının hemen hepsi Türkçe konuşan topraklar kalmıştı. Bundan sonra ümmet değil bir ‘Ulus’, ‘Türk Ulusu’ ortaya çıkıyordu. Bunu O, Kurtuluş Savaşı’nda, bir birlik halinde düşmanı ülkeden atarak göstermişti. Şimdi de onu kadın erkek elbirliği ile çağdaşlaşmanın bütün yollarından geçerek kanıtlamalıydı.
Bunları yapabilmek için önce şeriat kanunlarından kurtulmak için yüzyıllar boyunca bir çok deneyimden geçmiş İsviçre’den Yurttaşlık Yasası alındı. Çoğunluğu kadınları toplum yaşamına sokmak istemeyen erkeklerden oluşan bu mecliste yasayı kabul ettirmek hiç de kolay değildi. 1909 yılına kadar bir milletvekilini 50.000 erkek seçiyordu. Fakat o tarihte erkekler savaşlarda öldüğü için erkek sayısı azalmıştı. O yüzden 20.000 kişiye indirilmişti sayı. 1923’de kadınların da sayılması öneriliyor. Kıyamet kopuyor mecliste. Kadınların dinsel yasaya göre seçme hakkı olamaz, deniyor. 1924’de tekrar ayni konu geliyor meclise. Yine alkışlarla kabul edilmiyor. O zamanın İstanbul valisi bile kadınların görevinin evde oturup çocuk doğurmak olduğunu söylüyor. Bütün bunlara karşı 1926 yılında Yurttaşlık Yasası kabul edildi. Bu yasa onaylanınca 13 yüzyıllık bir dönem sona erecek, Türk ulusunun önünde yeni bir yaşam yolu açılacaktır. Bu yasa ile laikliğe ilk adım atılmış oldu. Laiklik bir taraftan ulusçuluk kavramına yarayacak, diğer taraftan çağdaşlık olanağını verecekti. Laiklik hiçbir zaman dinsizlik değil, herkesin inancında özgür olması, kimse kimsenin inancına karışmaması, dinin günlük işlere ve siyasete sokulmaması demekti. O zamanlar laikliği desteklemek amacıyla hiçbir din karşıtı kampanya yapılmadığı gibi, ceza yasasının 175. maddesiyle de dine karşı söz söyleyenlere ceza verilecekti.
Yeni kanunla kadınlar büyük haklara sahip oluyordu. Artık o evde bir köle değil insan sayılacaktı. Onlar da babadan ve kocadan miras alabilecek, mal sahibi olabilecek, üstlerine bir kuma gelemeyecek, istedikleri zaman kocası gibi kendisi de onu boşayabilecekti.
Evlenmeler de yazılı bir belge ile olacaktı. Sumerlilerin 4 bin yıl önce uyguladığı bu olayı ne yazık ki biz yeni uygulayacaktık. Daha o zamanlar onlar, yazılı belge ile evlenmiş, her iki taraf da mahkeme yoluyla boşanmıştı. Sumerlilerde tek kadın tanık olurken, bizde ancak Medeni Kanun’dan sonra iki kadın bir erkek yerine sayılmaktan kurtulmuş ve erkek gibi tek başına bu işi yüklenmiştir. Kadınlar da erkeklerle ayni okulda okuyacaklar, ayni eğitimi alabilecekler, erkeklerin geçtiği her eğitimi görebileceklerdi.
Atatürk, 1 Mart 1922 tarihinde Mecliste yaptığı konuşmasında “..Kadınlarımızın erkekler gibi ayni şekilde eğitim almasına önem verilecek. Onların her hususta yükselmelerini sağlamamız gerek. Onlar bilim insanı, fen insanı olacaklar. Eğer milletin anası olmak istiyorlarsa erkelerden daha kültürlü olmak zorundalar..” demiştir.
Böylece kadınlara bütün eğitim yolları açılıyordu. Bu kanunla kadınlara çalışma hakkı verildiği gibi, erkeklerle ayni işe ayni ücreti alabileceklerdi .Böyle bir yasayı Sumerliler 4400 yıl önce, İngilizler de 1975 yılında çıkarmışlardı. Kadınlar da günde ancak 8 saat çalışabileceklerdi. Gece çalışmaları kadınların lehine bazı şartlara bağlanmıştı. Böylece Türk kadını çalışma hayatına büyük ölçüde katılıyordu.
Kadınlar seçme hakkını da kazanmışlardı. İlk köy kurullarında muhtar seçimlerine girdiler. Daha sonra belediye seçimlerine katıldılar. 5 Aralık 1934’de de genel seçimlere katılma hakkını elde ettiler ve 1935 seçimlerinde 18 kadınımız milletvekili seçildi. O zaman Atatürk 40 kadın seçilmesini istemiş. Fakat o kafadaki milletvekillerinin bu kadarına bile razı olması büyük bir başarı idi. 80 yıl sonra da ayni kafayı taşıyan erkeklerin ne kadar çok olduğunu, meclisteki kadınlarımızın adedi göstermektedir.
Kadınların kıyafetine gelince: Onların kıyafeti için bir yasa yok.Yalnız çarşafı savunanlara ceza var. Bu Yurttaşlık Yasası çıkınca bir gazetede uçmak üzere balona binen bir kadının, ağırlık olarak namus, fazilet ve utanmayı atar şekilde karikatürünü yapmışlar. Fakat bu tür karikatürler hemen ceza görmüş. Çarşaf üzerinde duran, onları yasaklayan mahalli idareler, yani vilayet ve belediyeler olmuş. İlginç olanı 1924 yılında yabancı bir gazeteci “…kadınların tümünde, ya da tümüne yakın çarşaf yok. Ve hiç bir erkek de buna karşı değil. Bu birkaç Avrupa meraklısı güzel kadının işi değil, İstanbul’un en Türk olan mahallerinde çarşaflı kadın çok az. Fatih camiindeki törene gittiğimde yüzlerce orta halli kadın içinde ancak 20 kadar kadın çarşaflı görünüyordu” diye yazmış.
1926’da Bursa Kız Öğretmen Okulu sınavına benimle beraber girecek kızların anneleri hep çarşafsızdı. 1923,24,25 yıllarında okuduğum okullardaki resimlere bakıyorum. Büyük kızların hiç birisi başörtülü değil. Trenler, tramvaylarda kadın erkek yer ayrımı kalkmıştı. İstanbul’da başlayan bu uygulama bütün yurda dağıldı. Artık kadınlar kocaları ile birlikte seyahat edebileceklerdi. Kadınlar parklara ve plajlara gitmeye başladılar. Okullarda kız erkek birlikte okuyorlardı. Kadın spor klüpleri kuruldu.
1929 yılında ilk güzellik yarışması düzenlendi. Son şeyhülislamın torunu olan Keriman Halis önce Türkiye güzeli, arkasından dünya güzeli seçildi. Dernekler kadınları çeşitli konularda eğitmek için kurslar açıyor, giyim modası sergileri yapıyordu. Bu arada Yüksek eğitim okulları olarak Ankara’da Musiki Öğretmen Okulu, Hukuk, Siyasal Bilgiler, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi , Bale./ Opera, Tiyatro gibi yüksek okullar açılıyor, kızlar da büyük bir coşku ile bu okullara giriyorlardı. Bu kızların çoğu Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelenlerdi . İstanbul’da eski Dar-ül-Fünun, çeşitli fakülteleriyle üniversite oluyordu. Bu arada Batı ülkelerine, hatta Amerika’ya bile açılacak veya açılan bu yüksek okullarda eğitim yaptıracak uzmanlar yetiştirilmek üzere gönderilen erkelerle birlikte kızlar da gidiyordu. Kadına siyasal yaşama girme hakkı da verilmiş, 18 bayan milletvekili olmuştu. Bugün ile karşılaştırırsak yine de çok iyi.
1935 yılında uluslararası bir bayanlar kongresi de düzenliyor hanımlarımız. 1913’de ilk Roma’da başlatılan bu kongreye kadınlarımız “ne konuşacağız” diye katılamıyorlar. Bu kez alınları, başları açık özgürce konuşabilen kadınlar olarak karşılamışlar gelenleri. İşin garip yanı bizde kadınlar bu özgürlüğü alırken faşist idareler tarafından İtalya’da, Almanya’da kadınların dernek kurmaları yasaklanmış, Güney Amerika’da da kadınlar sıkı bir baskı altına alınmış. Bu yüzden kongreye katılan az olmuş. Bu kongrede İsviçreli bir kadın delege: “Siz bizden vatandaşlık kanununu aldınız ve hemen seçimlere katılıp milletvekili oldunuz, halbuki biz henüz seçimlere bile katılamıyoruz” diyor.Bir Mısırlı Kadın da, Mısırlı kadınların 1923’den itibaren peçelerini atarak şapka giydiklerini, erkeklerle beraber gezebildiklerini, tiyatrolarda kadınları ayırtan kafeslerin kaldırıldığını anlattıktan sonra “Siz Mustafa Kemal’e Türk’ün Babası diyorsunuz, biz ise onu bütün Doğunun Babası olarak kabul ediyoruz” demiş.
Okul kitaplarında bu kadın erkek eşitliği resimlerle de belirtilmiş. Evlerinde oturan bir ailede baba ve anne bir şey okurken, kız ve erkek çocuklar ayni işi yaparken gösterilmiş. Ne yazık ki 1950’den sonraki kitaplarda anne mutfakta, kız çocuk ona yardımcı, baba ve erkek çocuk bir şey okuyor, gösterilmiş. Derslerde kızlar ilk zamanlarda deneylere katılırken, daha sonra onlar uzaklaştırılıyor. Bu konuyu Doç. Firdevs Gümüşoğlu bir kitapta çok güzel göstermiş [1].
Gittikçe kadın erkek eşitliği daha kuvvetleneceği yerde, bir türlü sonu gelmeyen geri kafalılar düzenli olarak eskiyi hortlatmaya çalışıyorlar.
Atatürk kadın erkek bir arada yaşamayı, dans etmeyi öğrenmemiz için şehirlerde balolar, danslı eğlenceler yapılmasını önermişti. Ben o zamanlar Eskişehir’de öğretmendim..4-5 ailelik gençli yaşlılı bir grubumuz vardı. Balolar olduğu geceler hepimiz faytonlara doluşur , birinden diğerine gider dans eder, eğlenirdik, İçki yoktu, sululuk yoktu. Hepimiz kardeş gibiydik. Ayrıca hafta sonları bir ailede toplanır, çaylar içerek gramofon eşliğinde danslar ederek hoş vakit geçirirdik. Şimdi hepsi birer tatlı hatıra oldu.
Bütün bunlara rağmen kırsal bölgede durum pek değişmiyordu. Onların kadın erkek eşitliğinden, vatandaşlık kanunundan pek haberi yoktu. Kadınlar yine tarlada evde çalışıyor, genellikle erkekler kahvede oturuyordu. Eğer kasaba yakınsa gidip resmi nikahla evleniyorlar, değilse bir imam nikahı ile kendilerini evli sayıyorlardı. Bunların eğitilmesi gerekti. Bunun için Halk Evleri açıldı. Halk onunla uyanmaya, okuma, tiyatro, müzik, kadın erkek eşitliği nedir anlamaya başlamıştı.
Atatürk kendisi de akşamları etrafında olanları yemeğe davet ederek çeşitli konularda açtırdığı tartışmalarla onları eğitmeye çalışıyordu. O, kadınlarımızın her türlü işi yapabileceğini göstermek için Sabiha Gökçen’i havalarda uçurtmuş, Afet İnan’a bilim yaptırtmıştı.
Ne yazık ki Atatürk çok erken öldü. ülkesini tepeden tırnağa kadar değiştirmesi, ulusunun kültürel ve ruhsal mirasını yeniden canlandırması ve kişiliğini verebilmesi için 15 yıl çok kısa idi. Ona rağmen O, bütün yeniliklere kapalı bir ülkeyi uygarlığa taşımış ve Türk Ulusu kavramını ortaya koymuştur.
Kadının erkek ile eşitliği, özgürlüğü O’nun isteği ile başlamıştı. Etrafında O’nun gibi düşünenler varsa da bir çoğu böyle bir reformun hemen olabileceğini pek kabul edemiyorlardı. Bunlardan bazıları milletvekili olarak, ölümünden 13 yıl sonra 1951’deki meclise kadınların çarşaf giymeleri, başlarını örtmeleri için önerge veriyor. 1946- 50 yılları arasında yeni kurulan demokrat parti başa geçmek için Anadolu köylerinde devrimlerin kaldırılması için kampanya yürütüyor. Doğuda fes giyme başlıyor. Parti bunlara alabildiğince yüz veriyor. Bunun üzerine CHP 1949’da bir yasa çıkarıyor. Buna göre devlet düzenini din temeline dayandırmak isteyen dernekler, ona üye olanlar 2-7 yıla kadar ceza alacaklardı. Demokrat Parti’nin Türkçe ezanı kaldırması ile yobazlıkta adımlar ilerlemeye başladı. Konya’da yapılan kongrede iki milletvekili vatandaşlık kanunun kaldırılarak şeriat kanunun getirilmesi, çok eşliliğin yeniden başlamasını istiyor. Bundan cesaret alarak 65 çarşaflı kadına Adana’da gösteri yaptırıyorlar. Bir millet vekili kadınlar çarşaf giysin, diye önerge veriyor. Mecliste olan Süleymancılar Kuran dışında her türlü eğitimin karşısındalar. Çünkü Kuran insanlara yarayan her bilgiyi veriyormuş!! 50.000 Kuran kursu ile İmam Hatip Okulları açıldı. Bu okulların eğitim sistemi kontrol edilmedi, yazılanlara kulak asılmadı, bu okulların sakıncalı eğitimleri hakkında konuşanlar susturuldu. Böylece Atatürk ile çağdaşlığa açılan yolumuza, önce onun sevgisini yok etmek engelleri konuldu. Devlet eskiye dönüyor düşüncesinden cesaret alanlar Atatürk’ün heykellerini kırmaya, taşlamaya başladılar. Bu defa Atatürk’ün ülkemizi nereden nereye getirdiği çeşitli yollarla anlatılacağı yerde O’nu koruma kanunu çıkarılarak adeta tabulaştırıldı.
İmam Hatip Okullarına kızlar alınmaya başladı, buraya giren kızların başlarını örtmesi konusu 1981 de meclise getirildi. Ben onun için önerge veren milletvekiline hemen bir mektup yazdım. Daha sonra Erbakancılar okul okul dolaşarak fakir fakat çalışkan kızlara aylık vererek başlarını örttürdüler. Buna zamanın hükümetleri ses çıkarmadı. Partiler, profesörler isteyen kızlar başlarını örtsün, örtmesin tartışmalarına giriştiler.”Laik devletin kurumlarına din kıyafeti ile girilemez “ diyemediler. Başörtüsü mahallelerde de para ile örttürüldü. Devleti idare edenler bu paraların nereden geldiğini sormadılar.
Bugün başörtüsü ile gelinen durumun dinle bir ilgisi yok, yalnız dinin siyasete alet edilmesidir. Ne yazık ki, kadınlarımız para ile özgürlüklerini sattılar. Erkeklerin verdiği hakları, o zaman karşı çıkamayan Osmanlı artıklarının çocukları, para ile geri almaya çalıştılar ve çalışıyorlar. Batılılar buna ‘’İnsan Hakları’’ diyor. Fakat başı kapalı bir kadın onlarla konuşunca onu adam yerine koymamayı da biliyorlar. Diğer taraftan bizim memlekette başka insan hakları hiç düşünülmüyor.
Atatürk Kıyafet Kanunu ile Müslüman ve Hırıstiyan bütün din adamlarının sokaklarda din kıyafeti ile gezmelerini, halkımızın, tarikat ve yöresel kıyafetlerle dolaşmalarını önlemek istemişti. Böylece insanlarımız çeşitli gruplara ayrılmayacak, tek bir millet halinde görünecekti. Şimdi bundan yüz yıl önceki kıyafetleri ortaya çıkarmaya çalışıyorlar. Yabancıların bizi bölmek istemelerine yardımcı oluyorlar. Bu ne din, ne hoşgörü, ne de demokrasi işi, tamamıyla ülkemizi çökertmek isteyenlere, para ile satılanların oyunu.
Yalnız şunu unutmamak gerek, tarihte geriye dönüş yoktur. Ancak çok güçlü sivil toplum örgütlerinin; “Kamu kuruluşlarına din kıyafeti ile girilemeyeceği, kadınların çarşaflı, erkeklerin takkeli şalvarlı gezemeyeceği, devlet büyüklerinin eşlerinin biz Cumhuriyet Kadınlarını çağdışı bir kıyafetle dışarıda temsil edemeyeceğini her fırsatta gündeme getirmesi, bunlara göz yuman idarecilere, siyasetçilere tepkiler göstermesi" ile önlenebileceğine inanıyorum.”
Aslında; insanın insandan, insanın toplumdan alacağı hakkın dışında; kadının hakkı diye bir kavram olması, toplumda iki cinsiyet arasında, erkeğin lehine bir hak fazlalığı olduğunu teyid ediyor. Kadın bir azınlıkmıdır. Azınlık hakları diye bir kavram vardır. Gücü az olan eksikmidir. “Eksik etek” deyimi maalesef kadınlarımıza erkeklerin yakıştırdığı bir deyimdir. Çocuk hakları, hayvan hakları, insan hakları diye kavramlar olabilir. Erkek hakları diye bir kavram neden yok?
Evet; kadın hakları diye bir kanun olması, erkek hakları diye bir kanun olmaması, erkeklerin haklarının sonsuz olduğunun, bu nedenle erkek hakkı diye bir kanuna ihtiyaç duyulmadığının bir delili değilmidir.
Tanrı bile bu ayrımı yapmamıştır. Bir kadın bir erkek yaratmıştır. Ve bugüne kadar bu denge bozulmamıştır. Bugün dünya nüfusunun yarısı kadın yarısı erkektir. Kuran-ı Kerim Arapların kadına karşı uyguladığı soykırımı en büyük hedef seçmemiş midir. En ağır cezaları kadınların yaşama ve diğer haklarına karşı işlenen suçlara vermemiş midir.
Madem bu aşamada kadının erkeğe ve topluma hakları kanunla teminat altına alınmış, ama mademki bugüne kadar kadınlar kanunla 70 yıl önce teminat altına alınan bu hakları kullanmada erkeklerle aynı düzeye gelememiş; o zaman bize düşen görev, bu hakları topluma ve erkeklere kabul ettirebilecek, yada başka bir deyişle; kadınların yaşamın her alanında, erkeklere karşı, bu hakları çatır çutur savunabilecekleri, siyasi, elonomik..., kısacası milli gücün bütün unsurlarında güç merkezi haline getirecek ve kadınlara mevzi kazandıracak, yeni uygulama kanunlarını bir an önce çıkartmak olmalıdır.
Bunun için kadınlara, bireysel anlamda düşen ilk görev; önce babalarını, sonra erkek kardeşlerini, sonra da eşlerini, en sonunda da erkek çocuklarını hatta damatlarını bu kanunların gerekliliğine inandırmak olmalıdır.
Şu anda toplumun yönetimini elinde tutan bütün erkeklerin hanımlarını da işbirliğine zorlamalıdır. Hatta bunun öncesinde kadınlar kızlarıyla, gelinleriyle, anneleriyle işbirliği yapmalıdır.
Yıllardır; kadınların haklarını savunmaları, bir cilve, bir naz, bir fantezi, bir boş zamanı değerlendirme faaliyeti olarak görüldü erkekler tarafından. Dikiş nakış kursu gibi. Altın günü gibi. Konken partisi gibi.
Aslında bu kozu erkeklere biraz da kadınlar verdi. Zira kadın haklarını savunmak için oluşturulan dernekler, muhtaçlara yardım kuruluşları gibi örgütlendi ve faaliyet gösterdi senelerce.
Oysa bu dernekler kadın haklarının uygulamaya geçirilebilmesi için somut teklifler oluşturamadılar ve bunları aramadılar. Oylarından gelen güçlerini siyasetin üstünde bu somut taleplerin gerçekleşmesi için kullanmadılar.
Bu yazının son kısmında işte bu somut taleplerin neler olduğunu okuyacaksınız. Mesela bu kadın dernekleri genç kızlarımızın sinsi bir plan dahilinde türbana sokulmasına, kapanmasına, kara çarşaf giyindirilmesine sessiz kaldılar son kırk yılda. Tepkileri çok cılız kaldı. Örneğin 2003 seçimlerinde afişlere bıyıklı kadın resimleri koyma eylemi bunlardan biriydi. Türban takma hakkının baş açma yasağına giden yolun ilk adımı olduğunu anlamadılar. Kadın dernekleri yaptıkları her eylemde, her lobi faaliyetinde bile erkeklerden yardım aldılar.
Nitekim yürütme erkinin en yetkili kişisine, TÜSİAD’ın kadın başkanı “Gelin 2007 seçimlerinde partiler kadınlara kota uygulasın.” deyince; yetkili kişi “Kadın mal mı ki? Kota koyalım” diyerek teklifi reddetti.
O zaman gelin ilk önce kadın hakkının tanımını yapalım. Kadın hakkı; kadınların, insan haklarını erkeklerler kadar özgür kullanma iradesini kazanmalarıdır.
Yetkili kişinin kadın mal mıdır sorusuna TÜSİAD’ın kadın başkanı şöyle cevap vermeliydi kadın hakkının yukarıda yaptığımız tanımından yola çıkarak.
“Evet şu anda kadınlar kentlerde gizli olarak, kasaba ve köylerde açık olarak, kadınlar emtia, mal yada eşya gibi muamele görüyor. Hangi kadın hangi kız kocasının yada babasının izni olmadan geleceği ile ilgili karar verebiliyor. Kocasının izni olmadan sokağa çıkabiliyor. Annesinin babsını evine gidebiliyor. Bunun toplumda ki oranı kaç ilimizde yüzde 10’u geçebiliyor. Peki erkeklerin yüzde kaçı geleceği ile ilgili karar verirken yada alırken, en azından ailenin ortak geleceği ile ilgili kararlarda anasına, bacasına, eşine, kızına danışıyor. Sokağa çıkarken yada eve geç dönerken kaç kişi karısından izin alıyor. Ya da haber veriyor. Bunu yapanlara diğer erkekler ne diye hitap ediyor. Kızının eteğinin boyuna, okuldaki erkek arkadaşlarına, yüzüne yaptığı makyaja karışmayan kaç baba var.
Kendimizi kandırmayalım...
Ortak yaşamın devamında söz ve oy hakkı olmayan, hatta siyasi tercini kocasının söylediği şekilde yapmayan, hatta kendi yaşamı üzerinde, ekonomik bağımsızlığı olmadığı için ipotek olan bir canlının; bir bitkiden, bir hayvandan, bir eşyadan yani mal olmaktan tek farkı nefes almasından ve hareket etmesinden başka ne olabilir ki?
“Efendim bu olayı bu kadar dramatize etmeyin. Atatürk ksdıns bütün kadın haklarını devrim yaparak verdi. Şimdi bu hakların evrimsel bir süreç içerisinde, erkek egemen bir toplum tarafından hazmedilmesi dönemini yaşıyoruz.” Demeyin sakın.
Bende derim ki o zaman; hazmetmeyi bırakın, hazmedememenin sıkıntılarını yaşıyoruz üzerinize afiyet. Türban, töre ve namus cinayetleri, dayak, berdel, genç kızların kendini asması, çocuk pornosu ve tecavüzleri, ensest ilişki, başlık parası bu hazımsızlığın en somut örnekleri değil midir?
Yazımın başında belirttiğim gibi kadına hakkını hakkını kadı verecek ki yani hakim verecek ki o zaman bu hazım kolaylaşsın.
Şu kabul edilmesi ve bilinmesi gereken tarihi bir gerçektir ki Atatürk’ün sağladığı kadın hakları nedeniyle Türk kadını, Türk erkeğinin ve Türk toplumunun midesine oturmuştur. Yani Türk erkeği, Türk kadınına verilen bu hakları hazmedememiştir. Çünkü bu haklardan önce başlatılan eğitim ve kültür hamleleri Atatürk’ün ölümünden sonra yavaşlatılmıştır. Bu nedenledir ki erkek kendisi okumadığı gibi kadının okumasını dahi istememiştir.
“Kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin, Kzının dövemeyen dizini döver. Kızını kendi başına bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya.” Şeklindeki baba nasihatleri, “Kadınlar şeytandır. Uğursuzluk kaynağıdır. Onlara güvenmeyeceksin” şeklinde ki islamiyetle ilgisi olmayan mezhep fetvaları ile büyüyen Türk erkeği; kadın haklarını eğer sindirici tebdirler alınmaz ise daha bin yıl geçsede hazmedemeyecek ve maço erkek kimliğinden kurtulamayacaktır.
Var sayalım ki bin yılda hazmetti. Peki bu süreç içerisinde Dünya hayatını yaşayan onar yıllık yüz kayıp kuşağın günahını, vebalini tarihe ve insanlığa karşı kim yüklenecek ve hesabını analarımıza ve eşlerimize kim verecek?
Erkeklerin yatak odalarında kadınlara gösterdikleri nezaket, taviz ve toleranslar; önce bu odanın dışındaki evin diğer odalarına taşınıncaya, daha sonra sokağa yansıyıncaya kadar; bu tarihsel vazifeyi, yarın değil, biraz sonra değil derhal yapmazlar ise, bu süreç, yani bin yıllık süreç dahada uzayacaktır. Ve erkeklerin bu vebalin ve bu günahın altından kalkmaları, annelerinin, eşlerinin, kız çocuklarının yüzlerine, gözlerine, gözbebeklerine utanmadan bakmaları, imkansız hale gelecektir.
Ben başı açık iken, genç yaşta örtünen bir kadını sokakta gördüğümüzde eşimin “Aaaa! Ali beyin eşi Ayşe hanımda örtünmüş” dediğinde, eşime cevap vermek şöyle dursun; yüzüne bakamıyorum. Kem küm ederek konuyu değiştiriyorum.
Televizyonlarda gazetelerde intihar eden, namus cinayetine kurban giden genç kızlarla ilgili olarak kızımın; “Baba bu abla niye intihar etmiş?” sorusuna cevap veremiyorum.
Evet kadın milletvekillerinin meclisteki oranın artması için yapılan teklife “Kadın malmıdır ki kota koyalım?” diye cevap verenlere demek gerekir ki “Siz ne zaman ki eşinizin sizin gibi başı açık, alnı ak olarak sizin kapattığınız kadar mahrem yerlerinizi kapatmasını hazmederseniz işte o zaman kadın Türkiye’de mal olmaktan çıkar.
Zira insan malını gizlemek için üstünü örter, kapısına kilit vurur ve anahtarını cebinde taşır.
Ne zaman ki siz eşinize güvenir ve din kardeşim dediğiniz Türk Milletinin her fedine inanır, namusunuzu mal gibi korumak için, eşinizin başını mal gibi örtmekten vazgeçerseniz, o zaman kadın mal olmaktan kurtulur.
Bunun doğal sonucu olarakta kadın mal olduğuna göre veya mal olmaması için konulan kanunlar, yukarıda anlattığımız şekilde kağıt üstünde kalmışsa ve gelecektede kağıt üstündende silinmesi muhtemel hatta muhakkak olduğuna göre, malında bir hakkı hukuku olması gerektiğinden, kota talep edilmesini normal karşılamanız gerekir.
Ama ne acıdır ki bu soru bir itiraf belgesidir. Kadının şu anda ülkemizde maldan bir farkı olmadığını anlamayacak kadar gaflet ve dalelet içinde olduklarını belgelemektedir.
Kadının adı yok demişti Duygu ASENA. Nasıl olsun ki? Kadının varlığının olmadığı bir toplumda adı nasıl olsun ki? Evet her canlı gibi varlığı var. Aslında onu bile yok saymışız. Kadının varlığının gölgesi dolaşmış evde sokakta. Kadını ruh saymışız. Bedenini mal. Oysa diğer canlıların sesi var. Dokunabiliyorsunuz. Etinden sütünden faydalanıyorsunuz. Seviyor, okşuyorsunuz. Sokakta dolaşabiliyor özgürce kediler köpekler. Oysa kadınların, seslerini bile duyamıyorsunuz.
Aynı odada oturmak bile şartlara bağlanmış tarikat hayatında. Sakın ha bunu din emretmiyor demeyin. Evet öyle demiyor Ama mezhepler yorumlamış tanrı kelamını. Kendi işlerine geldiğince. Ve şimdi mezhepsiz, peygamber sünneti ile yaşanan kaç yer kaldı, Dünya’da İslamiyet’i?
Erkeğin yanında kadın ne zaman yok olmuşsa toplum sapkınlaşmıştır. Köroğlu’nun ayvazı, zennelik, oturak alemi, çocuk pornosu, çocuk tecavüzü, ensest ilişki, berdel hep bu ayrılığın meyvesi değilmidir.
İslamiyeti şemsiye olarak kullanan ve Türk kültüründe yeri olamayan ve islamiyetin kabulü ile arap aşiretlerinden Türklere geçen bir erkeğin dört kadınla evlenmesi benzer bir tehlikeyi içermektedir. Yüzde 50’si kadın, yüzde 50’si erkek olan bir toplumda kadınlar ancak erkeklerin dörte birine yetecek ve erkeklerin yüzde 37’si kadınsız kalacaktır. O zaman kadınsız kalan erkekler ya birbirlerine yada hayvanlara yönelecek ve sapkınlık başlayacaktır. Böyle bir sapkınlığı İslamiyetin emretmesi mümkün değildir. Emrettiğini söylemek dinimize atılacak en büyük iftiradır.
Kadına bir gül, bir çiçek muamelesi yapan zihniyet işte bu zihniyetin riyakarlığıdır. Kadın bir melektir zihniyetide aynı riyakarlığı taşımaktadır. Evet çiçek hoş kokar, keyif verir ama bitkidir. Evet gühasızdır en saflığın sembolüdür. Ama sadece ruhtur. Neden kadın insandır tezi işlenmemiştir de; kadın çiçektir, kadın melektir tezi işlenmiştir bu zihniyette.
Niye? Kadın ruh ve bitki olmaktan yani mal olmaktan ve görünmez olmaktan öteye geçmesin diye. Yani insan olmasın diye. Hadi ana deriz, yar deriz yüceltirizde niye insan demeyiz. Analık ve yarlık duygusal bağlardır. Ana ve yar kavramlarında bonkör davranıp, beden ve ruhu birleştiririz. Ama hani akıl? Duygusal kavramlar olan ana ve yarda bile mantığa, ilme ve akla yer vermemişiz. Çünkü bu anlayışa göre erkek akıllı kadın duygusal yani aptaldır.
Zira kızını kendi başına bırakırsan ya davulcuya varır ya zurnacıya. O yüzden kızını koruyacaksın dışardaki kurtlardan. Hatta eve gelen misafirdende. Dışarda örteceksin. Evde de örtmediğin için saklayacaksın. Görünmez olacak kadın. Gölge olacak. Bunu başarmak için eğiteceksin. Yetmedi korkutacaksın. Yetmedi mi döveceksin. Ziar malumdur kızını dövmeyen dizini döver.
Kadını dokuz yaşında türbana sokup, bu dünya hayatından uzaklaştıracaksın. Erkek ise bu dünya hayatının sonunda, Hacca gittikten sonra, Dünya hayatından uzaklaşacak. Niye böyle? “Efendim, erkek ailenin gelirini temin için mecburen dışarda. O durumda İslamiyeti ister istemez yaşayamıyor. Şartlar onu yaşlanınca Hacca gitmeye zorluyor. Kadın öylemi ya? Ondan para kazanmasını isteyen yok ki. Dokuz yaşında türbana girebilir. İslamı yaşayabilir. Bakın dini bile mezhepler araclığıyla ve din emretmediği halde erkekler kendi lehlerine ne güzel kullanmışlar.
Peki ya iş bölümü? İş bölümünde bile eşitsizlik var. İş bölümü kadını soyal hayatta, yani toplum hayatında erkeğin gerisinbe düşecek şekilde planlamıştı. Kadının örtünmesi sosyal hayatta geri plana düşmesini niye etkilerki Türbanlı kadında okur, meslek seçer, çalışır. Sen kadını türbana sokacaksın, doktor yapacaksın ve erkek hastayı doktor muayne edecek. Edemez, çünkü günahmış. Peki türbanlı doktor evde mi oturacak. Hayır efendim. Kadınlar için ayrı hastane açacaksın. Orda çalışacak. Ayrı hastane, ayrı postane, ayrı pastane... Ayrı, ayrı, ayrı... Maksat ayırmak. Maksat çözmek. Maksat bölmek. Maksat şeriate bir adım daha atmak.
İslamiyette ayrımcılık varmıdır? Yoktur. İslamiyet; birleştirici, bütünleştirici değilmidir. Evet öyledir. Öyleyse cinsiyete dayalı bu ayrımcılık niye.
Bir ortamda bir kadına aile hayatında iş bölümünden bahssediyorum. Diyor ki çamaşır yıkayan erkek varmı? Görülmüş mü böyle bir şey. Kulağa hoş geliyor ama. Diyor yıllardır yazılıp, çiziliyor, kadın hakları falan diye. Ama bir şey yapılmıyor.
Türban takmayı bir kadın hakkı olarak kadınlara pazarlayan vede bayağı kadını buna inandırarak, onu eski deyimi ile çarşafa sokan ve haremciliği hayal eden zihniyet, dünyanın en tehlikeli kadın düşmanı zihniyetidir.
Türbanlı kadında ne yapsın, bir mücadele veriyor. İnanıyor, okuyor. Ama çalışamıyor. Zaten ondan çalışmasını isteyen yokki. Sadece çalışmamanın kamuoyunda mağduriyetin yarattığı mazlumiyet rolünü oynamak için ve destek sağlamak, reklam yapmak için kullanıyor.
Oysa doğuda binlerce köy doktor bekliyor., öğretmen bekliyor. Devlete okumuş insan maliyeti, gelişmekte olan ülkeler için çok ağır bir yüktür.
Sen devlet okullarında bedava okuyacaksın. Sonra evinde türbanlı doktor olarak oturacaksın. Bunu ne devlet, ne millet ne de o kadın ister. Ama cumhuriyeti bir zorlama noktasına getirip, şeriat devletine gidene kadar, ortamı olgunlaştırmak isteyen tarikat şeyhleri ve devletteki uzantıları bunu böyle ister.
Dengenin değişik anlamları ve türevleri vardır. Tabiattaki var olan fizik kurallarında boşluk bulamazsınız. Her konuda bir denge vardır. Doğal afetlerde oluşan boşluklar da bile tabiat hemen boşluğu doldurarak bir denge oluşturur.
Toplum hayatında da bir denge vardır. Türk aile hayatında da bir denge vardır. Ama bu denge yukarıda anlattığımız gibi sunidir. Yani erkeklerin oluşturduğu bir dengedir bu. Kadın evin içine hapsedilmiştir. Erkek ise evin dışına. Kentte durum böyledir. Köyde ise bazı bölgelerimizde tarlada ki üretim faaliyeti bile kadının sırtına yüklenmiştir. Erkek kahvede pişbirik oynar.
Atatürk’ün yaptığı devrimlerin uygulanabilmesi için kadına erkeğin işgal ettiği, her iş alanında yer açılarak, kadın erkek eşitliği için doğal bir denge ortamı yaratılmalıdır. Bu da tam olarak her alanda matematikel eşitlik sağlanıncaya kadar, kanunla teminat altına alınmalı ve teşvik edilmelidir.
Başka bir deyişle Atatürk’ün yaptığı sosyal devrimler gibi kadın haklarıda toplum henüz eğitim ve kültürel gelişimin tamalayamadığı için hayat geçirilememiştir. Toplum; eğitim ve kültürel gelişimini tamamlayana kadar, yani doğal süreç içinde kadın haklarında fırsat eşitliği sağlanıncaya kadar, kadının eğtim, siyaset, ekonomi başta olmak üzere tüm milli güç unsurlarında yüzde 50’lik katılım payı yasa ile teminat altına alınmalıdır.
Bu konuda yapılacak yasa çalışmaları için aklımıza gelecek önemli konuları şöyle sıralayabiliriz.
Üniversitelerde her türlü bölümün öğrenci kontenjanları yüzde 50 erkek, yüzde 50 kadın olarak ikiye ayrılmalıdır. Lise eğitimi mecburi hale getirilmelidir. Lise eğitimini tamamlamayan hiçbir kadına resmi nikah yapma hakkı tanınmamalıdır.
Kadın haklarını yasal süreceini hızlandırmak için, kadın hakları ihtisas mahkemeleri kurulmalıdır. Lise eğitimin tamamlayan ve evlenmek isteyen kadınlara devlet evlenme yardımı yapmalıdır. Kadının ikiden fazla çocuk yapması durumunda erkekten vergi alınmalıdır.
Devlet sektöründe ve özel sektörde fiziki güç gerektirmeyen, bütün iş kolarında kadroların asgari yüzde 50’si kadınlara ayrılmalıdır. Bu kadroların hemen doldurulabilmesi için özel sektöre eğitim masrafları nedeniyle devlet yardımda bulunmalıdır.
Tüm bu konularda kadınların lehine yapılacak yasal düzenlemelerde, siyasi iradeyi eşit hale getirmek ve temsil yetkisini fiziki olarak eşit bir şekilde gerçekleştirmek için, siyasi partiler seçim listelerini hazırlarken, tek numaralı sıraları erkeklere, çift numaralı sıraları kadınlara tahsis etmelidir. Bu durumda o parti kaç milletvekili çıkarırsa çıkarsın yarısı otomatikmen kadın olacaktır.
Burda erkek egemen siyasi partilerimizin kadınlara yaptıkları bir oyunu açıklamak gerekir. İstanbuldan 80 milletvekili çıksın diyelim. Seçim öncesi anketlerde her partinin hangi ilde kaç milletvekili çıkaracağı bellidir. İstanbuldan partiler seçim aday listelerini çıkartırken yüzde 30-40 arası kadın milletvekili adayını seçim kuruluna bildirirler. Ve kadın seçmene bakın kadınlara yeterli miktarda kontenjan verdik derler. Oysa kadın adayların çoğu arka sıralara konulmuştur. Ve sonuçta kadın milletvekili sayısı yüzde 5’i geçmemiştir.
Bu süreç içerisinde kadınlardan pasaport ve ehliyet ücreti alınmamalıdır ki erkeklerin “ne gereği var şimdi kullanmıyorsun ki boşuna masraf” bahanesi önlensin.
Kadınlardan cep telefonu ücretlerinde yüzde 50 indirim yapılmalıdır. “Ne gereği var çlışmıyorsunki evden dışarı çıkmıyorsun ki ev telefonu yeter” şeklinde ki erkek bahanesi ortadan kalksın.
Bu sayede araba ve cep telefonu kullanan kadın sayısının artması kanunla teşvik edilmelidir. Ailece yurt dışına çıkılan iş ve sosyal amaçlı geziler bu şekilde artırılarak, kadının sosyal seviyesi yükseltilmelidir.
Askerlikte kadınlara generallik yolu açılmalıdır. Kadınlarda askerliği meslek olarak seçebilmelidir. Bu maksatla tank, top, piyade sınıflarının dışındaki bütün idari sınıfların yüzde 75’i, bu sınıfların yüzde 25’i kadınlara kontenjan olarak ayrılmalıdır. Aslında ordumuz bu konuda öncülük yapmıştır. Kanuni her hangi bir kısıtlama yoktur. Ama askerlik bedenen fiziki güç gerektirdiği için kadınlar tarfından tercih edilmemektedir. Tercih edenlere ise en büyük kolaylık ordumuzda gösterilmektedir. Bu gerçek bayan subaylarla yapılan röportajlarla sabittir.
Bakanların yarısı kadın olmalıdır. Cumhurbaşkanı bir dönem kadın bir dönem erkek olmalıdır. Parti liderleri bir dönem kadın bir dönem erkek olmalıdır. Parti organları ve delegelerin, yani bütün kurul ve komisyonların yarısı kadın yarısı erkek olmalıdır. Partilerin belediye başkan adayları bir dönem erkek bir dönem kadın olmalıdır. Valilerin, kaymakamların aynı anda yarısının kadın olması, yarısının erkek olması gerekir.
İşletmeler; her türlü yemek, toplantı uygulamalarında kadınlardan yemek ve içme ücretlerinde erkeklerden alınan ücretin yarısını almalıdırlar. Erkekten fazla kadın çalışan işletmelerde yüzde 50 vergi indirimi uygulanmalıdır. Yarıdan fazla olan kadınların sigorta primleri devlet tarafından ödenmelidir. Evlerini kadın adına alan ailelerden konut vergileri yüzde 50 indirimli uygulanmalı, banka konu kredilerinde evin tapusu kadının üzerinde ise yüzde 25 faiz indirimi uygulanmalıdır.
Araba kadın tarafından kullanılıyorsa ve arabada erkek yoksa benzin istasyonları yüzde 10 indirim yapmalıdır. Araba kadın adına alınmışsa yüzde on satış fiyatından indirim yapılmalıdır. Devlet kadın mülkiyetli arbalarda yüzde 20 vergi indirmi yapmalıdır.
Kadın kıyafetleri ve makyaj ürünleri, bakım malzemeleri, diyet ilaçları satan mağazalar, sağlık kuruluşları, fabrikalar her türlü vergi indirimi ve muafiyet uygulanarak kadınların bakımlı olması , güzel giyinmesi teşvik edilmelidir. Devlet bu konuyu da mali olarak desteklemelidir.
Özellikle bekar olan kadınlar tarafından işletilen işletmeler vergi muafiyeti, teşvik primi, kredi desteği faiz indirimi ile desteklenerek iş hayatındaki kadın girişimci sayısının artması sağlanmalıdır.
Bu örnekler çoğaltılabilir. Her konuda denge sağlandığı, eşit noktaya gelindiği, nüfus sayımı ile istatiksel olarak doğrulandığında, kadınları koruyan bu kanunlar ihtiyaç kalmadığından kaldırılabilir.
Unutulmamalıdırki kadın haklarının bedeli özgürlüğü değildir. Zira özgürlük en önemli kadın hakkıdır. İslamiyetinde kadın haklarının bedeli olarak özgürlüğünü istediği de doğru değildir. Bu istek İslamiyetin Peygamber efendimizin tebliğleri gereği dünyaya yayılması gibi bir kaygısı olmayan Acem ve Arap kültürünün islamiyetten önceki geleneklerini tarikatlar aracığıyla İslamiyete dayatmasından başka bir şey değildir.
Kadın ancak bu şekilde ve bu anlayışla mal olmaktan kurtularak insan olabilir.
Tıpkı erkekler gibi..
KAYNAK:Tırnak içindeki yazılar GOOGLE arşivinden alınmıştır.
YORUMLAR
"Bu örnekler çoğaltılabilir. Her konuda denge sağlandığı, eşit noktaya gelindiği, nüfus sayımı ile istatiksel olarak doğrulandığında, kadınları koruyan bu kanunlar ihtiyaç kalmadığından kaldırılabilir."
Sanırım yazımdaki bu ifade Fikret Beyin endişesinin ve kaygılarının cevabı olur....
Sevgili Yazar ; kadınların ezilmesine hayır, hor görülmesine hayır, eşitliğe - özgürlüğe evet...Fakat sizin tarif ettiğiniz şekildei abartılmışbir pozitif ayrımcılığa hayır diyorum. Çünkü bu işin sonu kadın egemen bir toplumun meydana gelmesine kadar varır ve günümüzde onların düştüğü duruma erkekler düşmüş olur. Aynı mücadeleyi biz kendi adımıza vermek zorunda kalırız. Kadın egemen toplumu emin olunuz kierkek egemen toplumdan çok daha farklı olur...