LARA SAHİLLERİ
Yazmayı hep bulunduğum ortamdan kaçış olarak kullandım. Sessiz bir kaçış... Kalabalıkların içinde gönlüne ayna tutuş. İlk kaçmalarım, okuldaki derslerden. Sıkıştırılmış zamanları, gecelerin sessizliğinde yoğurmakla devam etti bu kaçışlar. Sonrası, uzayan toplantıların parçası… Müdavimi olma zorunluluğuma çeşni katmak, gönlüme düşenleri kâğıda, oradan da yaşanılan zamanların ötesine taşıma arzusuyla kavruldu gitti. Bazen bilinmeye yazılmış mektuplar oldu. Bazen de, nisan yağmurları misali gönlüme çiseleyen gelip geçiveren serinlik. Güneşli bir bahar gününe yağan serinlik. Bir ikindi üstüne iniveren, gölgeleri ve kasveti çökmeden, kısacık.... Bir yerlere yetişme telaşı içindeki damlacıklara nazire yaparcasına… Asıl sonrası güzel geldi hep, buram buram toprak kokusu… Yapraklar üzerinde güneş ışınlarıyla oynaşan damlacıklar…
Böylesine başlayıp birikenler, devası oldu sıcak yaz günlerinin. Bazen bir çınarın gölgesinin serinliği, bazen de uzun kış gecelerinin mangalda yanan közü oldu. Son dönem toplantılarının birikintilerinin (yazdıklarım bile diyemedim!) kaydını kaybettim. Canımın acısından olsa gerek, bu güne kadar tekrar kalemi elime alamadım. Yangım; son yıllardaki birikimlere özlem olsa gerek, duygularımın zaman içindeki rengini göremeyecek oluşuma ve o gün gönlüme düşenleredir. Bu güne kadar veda etmeden gidenler dönmedi. Hele bir de değer bilmezlerin eline düşmüşse!... Bir kenara bırakılmışlık bile üzmez. Yeter ki yok olmasın.
Yazılanların güzelliğinden, edebîliğinden değil, değerli olmasından da ziyade yazılmış olması yetmez mi?...Yazılanın, yazanı olması değer belirtiyor. Yoksa yazılan kelimeler her gün kullandığımız, tüm insanlığın orta malı. Değeri ve güzelliği dizilişte, yazanın gönlünden düşmüş olmasında. Yazan olmak bir sırrın ifşası, dile getirilemeyenin kâğıda nakşı, bendeki senin görünenidir. Okunan her yazıda, yazana sevginin yanında acıma vardır. Onu daha yakından tanıma isteği vardır. Yazılan olmayı ister her okuyan. Hatta yazılanı görmeyi arzular. Türküyü yakanı görmeyi arzulayan o kadar azdır ki, ancak o ateşle yanan ister. Dudaklardan dökülen her nağme yakılanı hayallere getirir. Her türküde kendimden bir şeyler bulur, inceden bir sızının tüm bedenimi sarışına şahidim. "denizin dibindeki hatçe…" "meşeli dağlardaki cemile…" "Ürgüp’ten çıkan cemal…" yakan, söyleyen, derleyen yok olup gitse de, onlar oracıkta, hep söylenip duracak. Yazılan bile farkında mıdır bu güzelliğinin?.. Ya da yazanın gönlüne düşen aksediş mi? Yazanın gönül penceresinden görünen güzellik asıl olandır. Yazılan tektir, bir tanedir. İçeriği sevgidir, hasrettir. En güzeli, arzulanan vuslattır. Yazanın çoğul olabilirliği, nefsin tek olma arzusuyla tezat. Kim istemez ki bir tanecik olmayı? Ama benim kaderime yazmak düşmüş! Tek tesellim; yazılanın sûlietinde ben varken, aslında sen varsın. Yazabilmek için beni öldürmek, seni yaşatmak gerek. Senin yerine olabilmek, üzüntünü, elemini, sıkıntını hissedebilmek, paylaşmak… Gülüşünde gamze, dudaklarındaki tebessümde ben olmak yeter. Bütün kutsal dinlerin ilk basamağı beni öldürmek, seni yaşatmak. Varsın herkes senin yerinde olmak istesin. (Ben) yazarak beni öldürmeyi göze almışım, yeter ki sen yaşayasın!...
……
Bilgi notu yazmayı oldum olası beceremedim. Yazmanın anlamsızlığı bu çağın hastalığı. Artık yüzyıl öncesinde kaldığına inanıyorum. Yazılan her rakam hızla tükeniyor. Bilgiye o kadar kolay ulaşıyoruz ki, not almayı ihmal ediyoruz. Okuma alışkanlığını kaybetti son yüzyılın insanları. Önümüzdeki yüzyılda da konuşmayı terk edeceğiz diye korkuyorum. İletişimin bu kadar yaygınlaştığı çağda, yanımızdakinin varlığından habersiz yaşıyoruz. Cep telefonu… Internet... televizyon... faks.... radyo masum kalır oldu bunların yanında. Ya da geçmişimden kalan olduğu için bana öyle geliyor. Her biri bizi yaşadığımız ortamdan uzaklara götüren bir unsur.
"-Merhaba" unutuldu.
"-Nasılsınız?.."
"-Yorgun görünüyorsunuz!"
"-Kıyıda doğan güneşi görmeliydiniz!... Bugün tulû harikaydı Lâra Plajında."
"-Akşamları ayrı bir güzellik Lâra Sahilleri, ayın on dördü yakamozlar gönlüm gibi küçük kıpırtılarda."
Bu güzel paylaşım sözlerinin yerine yerini neler aldı. Birçok kısaltmaları içeren anlaşılmaz, temelsiz, kurgusuz mailler. Oda arkadaşıyla konuşamayıp, başka illerdeki arkadaşlarıyla konuşmaya çalışan cep telefonu mağdurları!.. Bu konuşmalar aradaki metreleri kilometrelere çıkarmıyor mu?.. Yüz yüze konuşmanın lezzetini, kulaklara, gözlere, dudaklara temasın arasına konulan teknolojik aletlerin anlamsızlığını göremiyorlar mı?... Randevulaşmanın anlamı bile kalmadı, çalan telefonun ucunda her şey… Ulaşılabilmenin kolaylığı tüketiyor sevdaları. Vuslatın anlamını yitirdi gönüller. Dizilerin yalınlığında, sığlığında, sunîliğinde vuslat, ayrılık ve karasevda. Sevdaları yitirdi filmlerde, dizi filmlerinde arıyor gönüller. Kalabalıklar arasındaki yalnızlıklar, psikiyatrik vakaları arttırıyor. İsmi konulmamış ruh hastalıkları gün be gün ortaya çıkmakta. En son "borderlein" rahatsızlığını öğrendim. Sevgisiz büyüyen zeki bireylerin hastalığı imiş. Stres her bireyin ortak paydası. Ona bağlı sedef hastalığı, saç kıranlar, egzamalar, tikler…. Toprağa aktarılamayan negatif elektrik, suya atıl(a)mayan hayaller, kuşların ötüşünde aran(a)mayan sevdalar, aşıl(a)mayan dağlar yok artık yaşamamızda. Esmiyor seher yeli, kıpırdatmıyor yaprakları. Yalnızlığını, gurbetini bile paylaşırdı gökyüzünde uçan turnalarla. Çevresine bakmayana/bakamayan, gözlemlemeyen, sorgulamayan ruh hali… İç dünyasını, duygularını nasıl süzebilir.
Yaşama dair temel esasları kaybetmiş, teferruatta boğulmuş insanlarla doldu çevrem. Bilmemiz elzem olmayan ne varsa onlar sunuluyor iletişim kanallarından. Bilgi bombardımanından cehalet doğuyor. Gazetelerin edebi (olmayan!) eserleri içeren sayfaları kaldırıldı. Çizgi romanları bile çok gördü basın. Arkası yarın saatini kaybettik. Okuyucu köşeleri yok olurken, yazan köşeleri arttı. Bu kadar yazan var ama belirli yazarları takip eden kâriler kalmadı.
Sitemler, yargılar ve geçmişe özlem şahsıma münhasır durum deyip konuyu kapatmak gerekir.
Kapandık kaldık bir öğleden sonrasına. Perdeler kalın kadife, bakışlar kaymasın güneşli ve sessiz sonbaharın son demindeki Lâra’ya. Onlarca şamdanla zor aydınlatılıyor toplantı salonu. Tavandaki, duvardaki süslemeler; incelikten yoksun, sanatsal değeri olmayan süslemelerle dolu. Biraz yakından bakıp inceleyince güzelliği kayboluyor. Belki de o nedenle kapatıyorlar pencereleri (!) Gün ışığı girip detaylar ortaya çıkmasın…. Yapay ışıklandırma, yapay olana uygun. Tam karşımdaki iki adet aynı renk ve modeldeki saat farklı yükseklikte (!) Amaç ne? Başka duvarda olsa anlamak kolaylaşır. Farklı yönlerdeki insanlara zamanı öğrenme kolaylığı derdik. Mermer sütunlar ve süslemeleri bireysel olması halinde oldukça güzel ve göze hoş geliyor. Her ikisi de alçı tavan ve süslemelere tezat. Sanırım asıl tezat şahsımda!...
Yeniye, güzele dair ne varsa onlar dökülsün isterken, bir yerlerden çıkış bulup olumsuzluklar kumkumasına dönüşüveriyor. Ama bu kez öyle olmasın diye başladım güne. Sahile inmek istedim. Gecenin yorgunu otel, uykunun koynundayken ses olmasın, ürkütmeyeyim günü. Diğer otellere inat, -bence güzel yanı- koridor ve odalar boydan boya halı. Mermer zeminin soğukluğuna bırakmamışlar, günleri sayılı uğrak yerini. Bahçe apayrı güzellik; küpler, testiler, amforalar saksı olmuş, şebboylara, karanfillere, akşam sefalarına, sarmaşıklara, menekşelere,… Sahile ulaşmak için ligustrumlardan, mazılardan labirent misali yollar oluşturulmuş. Her giriş farklı ve gizemli bir çıkışa ulaşıyor. Palmiyeler, çınarlar ve akasyalar gölgesini sunmuş bu labirentlere ve bahçeye. Yer yer yastık hissi uyandıran çim alanları oluşturulmuş. Alçıdan, taştan, kireç taşlarından kemerler, sütunlar, köprüler. Birbirinden farklı özellikte havuzlar ve havuz başı restaurantlar. Bununla yetinmeyip, suni lagün yapılmış sahile. Lâra plajının incecik kumları ayaklarının altında. Sekiler, bentler, kemerlerle gizemli ortamlar, uçsuz bucaksız Akdeniz sahilinde sizinmiş hissi uyandıran alanlar kumsalın bitimine yapılmış.
Sonbaharın son demlerinin yaşandığı, kasım ayının ilk haftası. Sahile vuran dalgalar serinlik taşıyor. Deniz, soğukluk ile serinlik arası. Hele sabahın ilk saatleri, gecenin soğukluğunu, güneşin ilk ışınlarıyla ısıtma telaşındaki dalgalar, sanki kumların sıcaklığını çalıp kaçıyor ve ona da soğukluğunu bırakarak.
Aslında tûlu vaktinde inişimdeki maksat, sana rastlamak. Bendeki sen ile yüzleştirmek. Serçelerin neşeli, telaşlı ötüşlerine, bülbülün figânı sana yakılmış türkü. Martılar, çığlıklarıyla arayışımın yanlış olduğunu haykırıyor. Kumrular dedikodumu yapıyor sanki. Onlara kulaklarımı tıkayıp, üşüyen ayaklarımı ıslanmış kumsaldan kaçırarak ısınmaya başlayan dalgaların ulaşamadığı kumsalda yürüyorum. Açıklardan bir gemi Antalya’yı selamlıyor. Sahilde bir adam sanki kendisinden kaçıyor. Düşünmemek için olsa gerek, sabahın bu vaktindeki koşu. Günümüzde sağlık eklemlediler koşunun ardına. Gerçek yorgunluğu içermeyen bu koşularla atılan terler, yapay ve sathí. Bahçe belleyen, ağaç budayan, harmanda sıcağın altında dönenin teriyle bir olur mu?.. Bazen sıcak yaz günlerinde, klimanın karşısındaki uzmanlar, öğle saatlerinde sokağa çıkılmaması için uyarıyor(!) Peki otobüsü, minibüsü kim sürecek? İnşaattaki kumu, tuğlayı kim taşıyacak? Başka uzmanlarda betonların ve asfaltların sıcak yaz günlerinde atılmasını söylüyor. Hele hele soğuk su satan çocuklar nasıl olmayacak!.. Birileri sıcakta, soğukta, karda koşturmazsa biz nasıl ekmek yiyeceğiz.
Koşan bir adamın ardına takılıp, seni aramayı yine unuttum ya da senli düşüncelerden kaçtım. Gözlerim kumsaldaki ayak izlerine dönerken, seni bulmak arzusu içimi ısıtıyor. Bendeki sen ile senin vuslatın mutlak olacak bir gün; belki böyle bir sahilde, bir köy ardındaki korulukta ya da uçsuz bucaksız sarı sıcakların altındaki Anadolu bozkırlarında. Belki de kalabalıkların koşuşturduğu caddelerde. Önemli olan benim o an orada olmam. Ama bana kalsa, ayak seslerimle inleyen yorgun bir şehrin dar bir sokağında, Arnavut taşlı kaldırımlarında (olsun). Vuslat, sıcak yaz günlerinde olacaksa eğer, sarı başaklı Anadolu bozkırlarında bir ahlat ağacının gölgesinde olsun. Eylüle kalmışsa, büyük bir parkta, çöpçülerin yaprakları süpürmediği grup vakti olsun ki gecelerin sessizliğine sarkabilmeli banktaki vuslat. Konuşmak, gecenin sessizliğini bölmek anlamsız. Ellerimde ellerinin sıcaklığı, zaman zaman göz göze gelişlerde akan yaşlar donmalı ve içeriye seni almalı. Dudaklardan dökülen kelimelerin anlamı olmalı mı!... Islak çimlere kayan bakışlar, sessizce, anlamsız ayrılığın muhasebesi, savunması konuşmadan söylenmeli. Sıkıca tutulan eldeki sıcaklıkta, gençliğin hamlığında işlenmiş faili meçhul sevdanın katlinin yargısı, yargıcı olmaz!... Ben ve sen varsın o an. Bendeki senin senden ayrılışı değil, sensizliğinde yaşanmış seni anlatmalı. Ben biliyorum ve inanıyorum ki, bendeki sen aslında sensin. Bu ayrılık olmaz ise,… sensizliği yaşayan bu gönül olmaz ise,… vuslatı arzulayan bendeki sen ve bu sevdanın öyküsü, türküsü, şarkısı yazılmamış, sessizliğinde yaşanmış bu sevda da ben olmaz isem, anlamı var mı?... Ben var isem sen varsın ve sevdan var. Sen olmasan da var!... Vuslata arzu var. Ama vuslatsız sevdaların öyküsü, türküsü var!.. İnan kararsızım; istediğim vuslat mı, yoksa sevdan mı!...
Birden dönmek geldi içimden. Üşüdüğümü hissettim. Montumun fermuarını çekerken, sanki, seni içime hapsettim. İçim titredi. Sahile, gözlerime kamaştıran denizin yüzeyinde parlayan güneşe, doğuşu tamamlanmış güne, ardımı dönme vakti. Bu günde gelmedin sahile. Belki odamda bekler bulurum diye adımlarımı hızlandırdım. Bu hülya koridorda bana eşlik edip, tedirginlik içinde kolu açarken, birden derin bir soluk olup, terk etti gitti. Senin gibi!... sırt üstü attım kendimi, yorgunluğumu yatağa. Gözlerim kapanırken, kuşluk vakti düşlerinde umudum.
ANTALYA 03-12 Kasım 2008