- 1089 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
DİLENİRSE ALINIR KISSALARDAN İBRETLİK İZLER!
YAPILAN İYİLİKLER SÖYLENMEMELİDİR…
Vaktiyle bulunduğu küçük yerde geçim sıkıntısı çeken dürüst ve temiz yaratılışlı genç bir adam, bir gün memleketine çok uzakta bulunan bir şehir merkezine giderek iş bulup çalışmaya, kendine yeni bir hayat düzeni kurmaya karar verir.
Bu niyetle vakit kaybetmeden hazırlanıp yola koyuldu Genç adam bu yolculuğu sırasında yorum ve açıklaması kendisi için imkânsız olan bir takım olaylarla karşılaştır.
Bunlardan biri şuydu:
Bazı kimseler bir tarlaya buğday ekiyorlar, ekilen buğdaylar hemen yetişip olgunlaşıyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar, sonra bunları ateşe verip yakıyorlardı
İkinci olarak şuna şahit olmuştu:
Bir adam büyük bir taşı kaldırmaya çalışıyor, kaldıramıyor; ama bu taşa bir tane daha ekleyince kaldırabiliyor, bir üçüncüyü ekleyince daha da rahat kaldırabiliyordu
Şahit olduğu bir başka olay da şu idi: Bir adam bir koyuna binmiş, onun üzerine birkaç kişi daha binmiş koşturuyorlar, arkalarından birileri de onlara yetişmek için çabalıyor ama yetişemiyorlardı
Adam bunlarla kafası Karışmış bir halde uzun yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadan şehrin kapısına gelir. Burada nurani bir ihtiyar kendisini durdurup nereden geldiğini, niçin geldiğini yolculuğun nasıl geçtiğini sorar.
Adam her şeyi anlattır ve yolda karşılaştığı alışılmamış hadiseleri de serüvenine eklemeyi unutmamıştır. Bunun üzerine ihtiyar bu genç adama rastladığı olayları bir bir açıklar:
“Senin yolda ilk rastladığın buğday ekip hemen hasat eden ve sonra ateşe verip yakan insanlar, iyilik edip de onu sağda solda konuşarak değerini sıfıra indiren insanları simgeler…
Taş kaldırmaya çalışan kimse de şunu anlatır: İnsana ilk işlediği günah ağır gelir, onun altında ezilir Ama ona tövbe etmeden başka günahlar işlemeye devam ederse artık o günahlar ona hafif gelmeye başlar…
Koyun ve ona binenlere gelince, koyun cennet hayvanıdır Sırtındakileri cennete taşımaktadır Koyuna ilk defa binen âlimlerdir. Ondan sonra binenler her sınıftan müminlerdir Bunlara yetişmek için koşanlar ise inançsızlardır…
BİR İYİLİK İÇİN SÖYLENEN YALAN!
Vaktiyle bir padişah, ellerindeki esirlerden birini, diğer esirleri kışkırtıyor, isyana teşvik ediyor, diye cezalandırmak ister. Bu tür suçların cezası da idamdı.
Esir bunu bildiği için, “Ölümden öte yol yoktur” felsefesiyle, kendi dilinde padişaha sövüp saydı, iyice içini döker…
Padişah esirin dilinden anlayan bir vezire,
“Neler söylüyor bu adam?” diye sorar?
Vezir;
Temiz yaratılışlı, iyilik yanlısı biriydi.
Esirin küfürler savurduğunu değil de
“Ben bir hata ettim bir padişah olarak sana yakışan ise affetmektir. Allah da bağışlamayı ve bağışlayanları sever, diyor” dedi
Vezirin bu sözleri üzerine padişah merhamete geldi ve esiri affettirir. Fakat esirin dilinden anlayan kötü yürekli bir başka vezir müdahale eder.
— Padişahım;
Bu esir söylenenlerin tam tersine size en ağır küfürleri savurdu, ağzına geleni söyledi der.
Padişah yerinde bir soyluluk gösterisinde bulunur ve kötü yürekli vezire hitap ederek, “Önceki vezirimin söylediği yalan, senin söylediğin doğrudan daha çok hoşuma gitti. Senin gammazlığına itibar etmiyorum” dedi ve af kararını geri almadı
CENNET KÖŞKÜ!
Halife Harun Reşid döneminin ermişlerinden Behlül Dana bir gün düzgünce kesilmiş tahta parçalarından eve benzer bir şey yapıyordu Bunu Harun Reşidin hanımı Zübeyde görüp ne yaptığını sordu Behlül:
— Cennet köşkü yapıyorum efendim, diye cevap verir.
Dindar bir kadın olan Zübeyde köşke müşteri çıkar.
— Bu köşkü bana satar mısın?
— İsterseniz satarım
— Kaç paraya satarsın?
— Sana bir akçeye veririm
Halifenin hanımı hemen bir akçeyi verip köşkü satın alır.
Harun Reşid ve hanımı o gece rüyalarında kendilerini cennette gördüler Zübeyde lüks bir köşkte oturuyordu Harun Reşid sorar:
— Hanım, sen bu köşke ne zaman sahip oldun?
— Dün bir akçeye Behlül’den satın almıştım der.
Sabah oldu, hükümdar hemen Behlül’ü çağırttırır.
— Dün hanıma sattığın köşkten bir tane de bana yapsana, der.
— Olur, yaparım, der Behlül.
— Kaça yapacaksın?
— Bin akçeye yaparım.
— Ama hanıma bir akçeye vermişsin.
— Evet, bir akçeye verdim.
Ama o köşkün değerini bilmeden aldı. Sen ise dün gece onun nasıl görkemli bir köşk olduğunu gördün Ben buna göre fiyat istiyorum diye mukabele ediyor…
İŞ BİLENE CAN KURBAN…
Gazneli Sultan Mahmud, bir av merasiminden dönerken bir köyde, Ayas adında bir delikanlı ile tanışır.
Ayas’ın söz ve davranışlarındaki farklılık, bunlardan yansıyan zekâ parıltıları karşısında Sultan Mahmud, bu delikanlıda bir cevher olduğunu sezmiş ve onu kendi rızası, ana-babasının izniyle Gaz ne’deki sarayına götürmüş.
Ayas, sarayda sultanın emriyle yoğun bir eğitim ve öğretime tabi tutulur. Tahminlerin ötesinde zeki ve başarılı bir genç olduğu görülür. Her öğretileni hemen öğreniyor, köyden gelmişliğini hissettirmemek için bir yanlışlık yapmamaya aşırı dikkat gösteriyormuş…
Sonuçta Ayas, Sultan Mahmut’un istediği nitelikte bir elaman olarak yetişir ve sultanın emrine girer. Kendisine hangi görev verilse hakkından geliyor, her işte hükümdardan tam not alıyormuş. Sultan Mahmud Ayas’ı keşfettiğine içten içe memnun oluyormuş.
Ayas, sarayda liyakat ve yetenek isteyen görevler için adı akla ilk gelen kimse olmuş… Sultanın bir paye verdiği kimseler içinde en güvendiği, en gözde kişi Ayas olmuş.
Bunun için Sultan’ın maddi ve manevi iltifatlarına mazhar oluyormuş..
Bu durum Ayas’la aynı rütbedeki vezirler ve diğer yüksek dereceli memurların kıskançlığına, Ayas hakkında ileri geri konuşmalarına sebep oluyormuş.
Ama Sultan Mahmud her şeyden haberdardı. Bir gün vezirlerinin kumandanlarının katıldığı bir gezi düzenler. Bu gezi sırasında yakınlarından geçmekte olan bir kervan Sultan Mahmut’a, Ayas’ın değerini kanıtlamak için aradığı fırsatı verir.
Sultan Mahmud, vezirlerinden birini çağırır ve ona,
— Git, şu kervan nereden geliyormuş sor, der.
Vezir gider, sorar ve döner:
— Sultanım, bu kervan Çin’den geliyormuş der.
— Peki, nereye gidiyormuş?
— Onu sormadım efendim der.
Sultan Mahmud bunun için bir başka vezir çağırdı ve ona,
— Git şu kervan nereye gidiyormuş öğren der.
Vezir öğrenip gelir:
— Sultanım Mısır’a gidiyormuş der.
— Anlaşıldı, yükü neymiş?
— Onu öğrenmedim efendim der.
Böyle kaç tane veziri dener, kervan hakkında tatminkâr bilgi edinemez. Bunun üzerine mevcut vezir ve diğer yetkililere şöyle der.:
— Ayas’ı çekemediğinizi, hakkında ileri geri konuştuğunuzu, gözden düşürmeye çalıştığınızı biliyorum.
Benim Ayas’a değer verişim sahip olduğu engin kabiliyetlerden, verilen her görevde gösterdiği ustalık ve beceriklilikten dolayıdır.
Beşinizin, onunuzun birlikte üstesinden gelemediği bir işi tek başına hak edebilmesi sebebiyledir.
En basiti şu kervan hakkında hanginizi gönderdimse yeterli bilgileri edinemediniz. Hâlbuki daha önce böyle bir konuda Ayas’ı denedim, bir seferde tekmil bilgiyi, akla gelebilecek tüm soruların cevabını öğrenip beni aydınlatmıştı
İşte benim Ayas’ı tutmamın, ona farklı muamele yapmamın sebebi budur der.
ANA GİBİ BAŞKA YAR OLMAZ…
Vaktiyle bir vezir, padişah katında hatırının kırılmayacağına inanarak kendisinden şöyle bir ricada bulunur:
— Sultanım benim iki tane karım, her birinden de üçer çocuğum var. Karılarımın hangisinin analık duygularının daha kuvvetli olduğunu merak ediyorum. Malımı da buna göre vasiyet edeceğim, şunları bu konuda bir sınamanız mümkün mü der.
Padişah, veziri sevdiği için gönlünü yapmak ister.
Hanımlarından birini çağırttır ve der ki:
— Ey hatun, benim vezirim olan senin kocan, gözdelerimden birini baştan çıkarmış. Bunun cezası aslında ölümdür. Ama sen kocanı affedersen idamdan vazgeçip onu sevgilisiyle beraber ülke dışına sürgün edeceğim der.
Kadının gözlerinde aniden intikam alevi parlar:
— istemem, bana yar olmayan başkasına da yar olmasın!
Asın, ipini de bana çektirin der!
Padişah daha sonra vezirin öbür karısını çağırttırır.
Ona da aynı şeyi söyler.
Vezirin ikinci karısı tam tersine bir tavır takınır:
— Aman sultanım, ben kocasız kalmaya razıyım, ama çocuklarım babasız kalmasın, idam edeceğinize sürgün edin de çocuklarım babalarıyla bir gün kavuşma ümidini kaybetmesinler der.
DARI EKMEK…
Bir hükümdar maiyetiyle birlikte ülkesinde bir gezintiye çıkar. Yolu üzerindeki bir köyde çok yaşlı bir adamın tarlasına fidan dikmekle meşgul olduğunu görünce, ihtiyara uzaktan seslenir:
— Baba, sen ne diye fidan dikmeye uğraşıyorsun?
Maşallah yaşını yaşamışsın, bu diktiğin fidanların meyvesinden herhalde yiyemezsin
İhtiyar cevap verir:
— Bu diktiğim fidanların meyvesini bizim yememiz şart değil evlat.
Biz nasıl bizden öncekilerin diktiği fidanların meyvesinden yediksek, bizim diktiğimiz fidanların meyvesini de bizden sonrakiler yiyecekler.
Bu cevap hükümdarın hoşuna gitti ve ihtiyara bir kese altın verilmesini emreder.
İhtiyar bu ihsanı karşılıksız bırakmaz:
— Gördün mü evlat, bizim diktiğimiz fidanlar şimdiden meyve verdi der.
Bu cevap da hükümdarın hoşuna gider ve bir kese daha altın verilmesini emreder.
Yaşlı köylü sıradan biri değildir.
Çarıklı erkânı harp diye nitelenen kişilerden biriydi:
— Evlat herkesin diktiği fidan yılda bir defa meyve verir, bizim diktiğimiz fidan yılda iki defa meyve verdi der.
Bu diplomatça cevap da hükümdarın hoşuna gider ve bir kese daha altın verilmesini emreder. Ama bu defa vezir araya girer ve hükümdarı uyarır:
— Aman sultanım bir an önce buradan uzaklaşalım. Bu ihtiyar bu gidişle tarlasına fidan dikmek yerine, devletin hazinesine darı ekecek der.
DİLENEN SORUMLULUK…
Vaktiyle her türlü maddi imkâna sahip olmasına rağmen can sıkıntısından, hayatın yaşanmaya değmez olduğundan yakman bir prens varmış.
Kardeşleri, arkadaşları gezer, ava gider, eğlenirken o odasına kapanır, sürekli düşünürmüş. Oğlunun bu haline hükümdar babası çok üzülüyormuş.
Bir gün hükümdar, ülkesinin en bilge kişisini sarayına çağırtıp ona oğlunun durumunu anlatır ve buna bir çözüm bulmasını ister. Bunun için bilgeye bir hafta mühlet verir. Bir hafta içinde bir formül bulamazsa bunun hayatına mal olabileceğini de hatırlattır.
Yaşlı bilge üç beş gün düşünüp taşınır…
Aklına hiç bir çözüm gelmez.
Bu nedenle canını olsun kurtarmak için ülkeyi terk etmeye karar verir.
Üzgün, dalgın bir şekilde ülkeyi terk ederken, bir köyün yakınında koyunlarını, keçilerini otlatan küçük yaşta bir çobanla bir süre ahbaplık eder.
Bundan cesaret alan küçük çoban yaşlı dostuna
“Amca şu hayvanlarıma biraz göz kulak oluver de, ben de şu görünen köyden azık alıp geleyim, bugün azık almayı unutmuşum” der.
Bilge de zevkle kabul eder. Bilge, kafası, karşılaştığı olaylarla meşgul bir halde hayvanlara göz kulak olurken, bir keçi yavrusu kenarında oynamakta olduğu uçurumdan aşağı yuvarlanıverir.
Aşağı inip onu kurtarmadıkça kendi kendine kurtulması da mümkün değildi. Bilge küçük çobana verdiği sözü doğru dürüst tutabilmek için kuzuyu kendisi kurtarmaya karar verir.
Bu amaçla uçurumun dibine iner. Önce kuzuyu sırtına bağlar, sonra tırmanmaya başlar. Birkaç tırmanma başarısızlıkla sonuçlanır.
Ama bilge yılmadan uğraştı, didindi, zorlandı ama sonunda kuzuyu yukarı çıkarmayı başarmıştı.
Küçük dostuna verdiği sözü tutabilmek, bunun için de kuzuyu uçurumdan çıkarmak bir süre kafasını öyle meşgul etti ki, kendini bu işe o kadar verir ki başından geçmekte olan olayı, canını kurtarabilmek için ülkeyi terk etmekte oluşunu unutur.
Fakat bu durum onun kafasında bir şimşek çakmasına sebep olur. Şöyle düşünür:
“Bir kimse ciddi olarak bir işle meşgul olur, bir girişimde bulunup onu başarı ile sonuçlandırmak arzusu benliğini tam olarak kaplarsa, o kimse için can sıkıntısı, eften püften olayları kafasına takmak diye bir şey söz konusu olamaz”
Bu gerçek herkes, dolayısıyla hükümdarın oğlu için de geçerlidir. Bilge artık kaçma fikrinden vazgeçip hemen geri döner ve hükümdarın huzuruna çıkarak şu çözümü sunar:
“Hükümdarım, eğer oğlunuzun can sıkıntısından kurtulmasını, hayata bağlanmasını istiyorsanız ona bir sorumluluk yükleyin, zamanını kaplayıcı bir meşguliyet verin.
Can sıkıntısının, yaşamaktan şikâyet etmenin ana sebebi başıboşluktur Oğlunuza yükleyeceğiniz sorumluluk ne derece ciddi, sonucu ne derece ağır olursa, kendini o ölçüde can sıkıntısından kurtaracak, yaşama mücadele ve azmi o derece artacaktır” der.
TERBİYE YARATILIŞA BAĞLIDIR!
Eski İran hükümdarlarından biri vezirine oğlunun hocasından yakınıyormuş.
— Ben istiyorum ki oğlum ilim öğrensin, benim yerime iyi bir hükümdar olsun, o ise devamlı müzikle, sesle, sazla meşgul. Demek ki hocası buna iyi bir yön veremiyor der.
Vezir aynı görüşte değildir:
— Hükümdarım hocanın elinde mucize yo. Çocuğun kabiliyeti neye ise hocası ancak onda ilerlemesine, olgunlaşmasına yardım edebilir. İnsanın tabiatı değiştirilemez. Terbiye yaratılışa tabidir der.
Hükümdar ise aksi görüştedir.
Terbiye ile yaratılışa yön verebileceğini iddia ederek bunu kanıtlamak için bir akşam sarayında bir eğlence düzenler.
Bu eğlence sırasında eğitilmiş kedilerin bir gösterisi de yer alır. Bu kediler, sırtlarında, bir tabak içinde yanan mumları taşıyorlar ve onları düşünmüyorlardı.
Hükümdar vezire bu kedileri göstererek:
— Görüyorsunuz, terbiyenin nelere gücü yetiyor, der.
Vezir karşılık vermez. Olumlu, olumsuz bir şey söylemez.
Yeni bir eğlence gecesini bekler.
Bir başka gecede düzenlenen eğlenceye gelirken yanında gizlice bir kaç tane fare getirir. Kediler gösteriye başladığı zaman bu fareleri kedilerin ortasına doğru salıverir.
Fareleri gören kediler sırtlarındaki tabağı, mumu unutup farelerin peşine takılırlar.
Mumlar, tabaklar hepsi bir yana yuvarlanır.
Yanan mumlardan yerdeki halılar tutuşur. Ortalık bir anda ana-baba gününe döner.
Tam bu esnada vezir padişaha yanaşıp iddiasını kanıtlamanın gururuyla şöyle der;
— Gördünüz mü padişahım terbiye yaratılışa tabidir…
HERHES SOYUNA ÇEKER…
Bir padişah Hızır’ı görmek istiyormuş. Bir gün bunun için tellallar çağırttırır.
“Kim bana Hızır’ı gösterirse onu armağanlara boğacağım” demiş.
Birçok oğlu uşağı olan fakir bir adam bu işe talip olmuş ve karısına demiş ki:
“Hanım ben padişaha Hızır’ı bulacağımı söyleyip ondan kırk gün müsaade alacağım. Bu kırk gün için padişahtan size ömrünüz boyunca yetecek yiyecek, içecek ve para alırım der.
Kırk günün sonunda Hızır’ı bulamayacağım için benim kelle gider, ama siz rahat olursunuz”
Adamın karısı kanaatkâr biriydi.
“Efendi biz nasıl olsa alıştık böyle kıt kanaat geçinmeye. Bundan sonra da idare ederiz. Vazgeç bu tehlikeli işten” der…
Ama adam kafaya koymuştu Padişaha gidip Hızır’ı bulacağını söyler. Bunun için kırk gün izin ister. Hızır’ı bulmak için koşuşturacağı kırk gün zarfında ailesinin geçimi için sarayın ambarından tonlarca yiyecek, içecek ve nakit para alır.
Bunları evine teslim edip kırk gün ortalıktan kaybolur. Kırk günün bitiminde padişahın huzuruna çıkıp her şeyi itiraf eder.
‘Benim aslında Hızır’ı falan bulacağım yoktu. Ailece sıkıntı çekiyorduk. Hızır’ı bulacağım diye sizden dünyalık almak istedim” der.
Padişah buna çok kızar.
“Padişahı kandırmanın cezasını hayatınla ödeyeceğini hiç düşünmedin mi?” diye bağırır. Adam da her şeyi göze aldığını söyler. Bunun üzerine padişah yanında bulunan üç veziriyle görüş alış verişinde bulunur ve birinci vezire sorar;
— Padişahı kandıran bu adama ne ceza verelim?
— Efendimiz, bu adamın boğazını keselim, etini parçalayıp çengellere asalım der.
Bu sırada peyda olan, nurani, aksakallı bir ihtiyar I. vezirin sözleri üzerine söyle der: Küllü şeyin yerciu ila asıhı”
Padişah ikinci vezirine sorar:
— Bu adama ne ceza verelim?
— Hükümdarım bu adamın derisini yüzüp içine saman dolduralım der.
Biraz önce ansızın ortaya çıkan ihtiyar yine “Küllü şeyin yerciu ila aslını” der.
Padişah üçüncü vezire sorar.:
— Ey vezirim sen ne dersin, beni kandıran bu adama ne ceza verelim?
— Padişahım bana göre, bu adamı affedin. Size yakışan, sizden beklenen budur. Bu adam önemli bir suç işledi ama sanıldığı kadar da kötü biri değil. Çünkü çoluk çocuğunun rahatı için kendini feda edebilecek kadar da iyi yürekli der.
Nurani ihtiyar yine söze karıştı: “Küllü şeyin yerciu ila asıhı”
Bu defa padişah o yaşlı zata yönelir:
— Sen kimsin?
İkide bir tekrarladığın o laf ne demektir?
İhtiyar cevap verdi:
— Senin birinci vezirinin babası kasaptı.
Onun için kesmekten, etini çengellere asmaktan bahsetti. Yani aslını gösterdi.
İkinci vezirin babası yorgancı idi. Yorgan yastık, yatak yüzlerine yün, pamuk vb doldururdu o da babasına çekti.
Üçüncü vezirin ise babası da vezirdi. O da soyuna çekti, büyüklüğünü gösterdi. Benim söylediğim söz “Herkes aslına çeker” demektir.
Vezir istersen (üçüncü veziri göstererek) işte vezir, Hızır istersen (kendini göstererek) işte Hızır, bu adamı mahcup etmemek için sana göründüm, dedi ve kaybolur gider.
DOĞRU YOLDAN AYRILMAK…
Aylaklıktan, başıboşluktan usanan, bunun çıkar yol olmadığını anlayıp doğru yola gelmeye karar veren mirasyedi bir adam, ülkesinin kralına çıkıp, doğruluktan ayrılmadan, dürüstçe yaşamak için kendisine bir yol göstermesini ister.
Kral adama ağzına kadar dolu bir fıçı zeytinyağı verir. Bunu tek bir damla bile dökmeden şehrin bir ucundan öbür ucuna götürmesini, bir damla dahi döktüğü takdirde hemen orada boynunun vurulacağını söyler.
Yanına da kontrol için yalın kılıç iki gözcü verdi Adam fıçıyı kralın buyruğuna uygun şekilde, bütün gücünü, dikkat ve zekâsını kullanarak bir damla bile dökmeden şehrin bir başından öbürüne götürür.
Sonra geri dönüp kralın huzuruna yeniden çıkar. Verilen görevi eksiksiz yerine getirdiğini söyler Kral adama sorar:
— Şehirde ne gördün, neye şahit oldun?
O gün şehirde pazar kurulduğu, her yanın iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık olduğu bir gündü. Buna rağmen adam şu cevabı verir.
— Efendimiz, ucunda can kaygısı da bulunduğundan fıçıdaki yağı dökmemek için öylesine bir dikkat içindeydim ki, bir an bile gözümü fıçıdan ayırıp çevreye bakamadım. Bu nedenle ne kimseyi gördüm, ne de bir olaya şahit oldum der.
Kral bu dersten sonra gönül rahatlığı ile tavsiyesini yaptı:
— işte, yaptığın her işte, sana verilen her vazifede böyle dikkatli olur, kendini işine verirsen, Allah’ın her an seni kontrol ettiğini de aklından çıkarmazsan, hiç bir zaman doğru yoldan ayrılmazsın der.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.