- 1528 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
İÇİME BİR KOR DÜŞTÜ
Dr. Sadık Özen
Büyük bir sıkıntı içindeyim şu anda. Her yanımı saran duygu selinin içinde boğulacak gibiyim. Bir dokunan olsa hüngür hüngür ağlayacağım. Ama dayanmam gerekiyor. Çünkü onu üzmek istemem. O, dayanamaz benim gözyaşımı görmeye. Bu yüzden, gözlerimde tomurcuklanan
yaşları, yanaklarımdan aşağı süzüleceğine içime akıtmaya çalışıyorum. Canım anam !.. Onu hiç bugünkü kadar çaresiz görmemiştim. İçindeki acıyı bana hissettirmemeye çalışarak, öyle şefkatle ve masumane bakıyor ki gözlerimin içine. Mırıldanan dudaklarıyla bana dualar ederken, kendisini hiçe saydığını ve adeta unuttuğunu görüyorum. Canım anam, inan seni çok seviyorum. Ama ayrılık günleri yaklaşıyor galiba… İnsan olmanın acı sonu, bir gün bütün duyguları, bütün sevgileri alıp götürecek. Bunları düşünmek dayanılır gibi değil.. Beni doğuran, büyüten, bana saçını süpürge yapan o kutsal kadın, beni bırakıp gidecek bir gün. Tıpkı otuz yıl önce sevgili babamın gittiği gibi…
Atalarımız “Büyük lokma ye de büyük söz söyleme” demişler. İnanın doğru bu ve bizim durumumuz da buna güzel bir örnek sayılabilir. Tabii onca deneyimi olan bilge insanlar boşuna konuşmuş olabilirler mi hiç !... Anam büyük lâf etmiş meğer. Bundan 55 yıl önceydi. Ankara Tıp Fakültesi’nin giriş sınavında yirminci olmuştum. Birden elliye kadar kazananları Askeri Tıbbiye’ye alıyorlardı o dönemde. Askeri Tıbbiyeliler’in önemli bir yeri vardı toplumda. Hele de genç kızların gözdesiydi Askeri Tıbbiyeliler. Doğrusu ben de can atıyordum kırmızı apoletli caketini ve kırmızı şeritli pantolonunu giymeye. Benim hakkımda özel duygular taşımakta olan komşu kızının da böyle istediğini biliyordum. Annem bana; “Tabii oğlum, nasıl istersen öyle olsun “ diyordu. Ama bir aile dostumuzdan, “Bir tek oğlum, eğer o da asker olursa yüzünü zor görürüm, çünkü Ankara’dan uzaklaşıp gidecek” dediğini duymuş ve onun hatırına vazgeçmiştim. Ama, mezun olduğum 1958 yılından sonra hep Ankara’nın uzağında yaşadım. Tanrı annemi mi cezalandırdı yoksa beni mi, bilmiyorum. Çünkü çocukluk ve gençlik yıllarımın geçtiği Ankara’yı her zaman çok sevmişimdir. Bu duygu hâlâ içimde canlılığını korur.
Epeyi yer dolaştıktan sonra Antalya’da yerleşmeye karar kıldık. Otuz yıldır Antalya’da yaşıyoruz. Çocuklarımız büyüdü ve evlendiler. Antalyalı olduk artık. Aile mezarımızı bile aldım. Yani iyice yerleştik Antalya’ya… Ama aklımın yarısı Ankara’da desem hiç abartılı olmaz. Bütün geçmişim orada gömülü. Birçok aile yakınım ve babamın mezarları Ankara’da… Hem de canım kadar sevdiğim anam ve kardeşlerim orada yaşıyorlar. Ben de bulduğum her fırsatta gitmeye çalışıyorum. Koşarcasına… Hatta uçarcasına… Bu defa da aynı istekle gelmiştim Ankara’ya… Anamın sağlığını bozulmuş görünce büyük bir yeise kapıldım bir anda.
Hep gururla anlatıyordum çevreme: benim anam doksan altı yaşında, aklı fikri yerinde, her işini yapmaya çalışıyor, hayata çok bağlı, yaşamayı seviyor, beslenmesine dikkat ediyor, güncel siyasetle bile ilgileniyor diye. Ama bu kez onu çökmüş gördüm. Halsiz, bitkin, bakışları donuk. Nazarım mı değdi ne !.. Her şeye rağmen, bütün gücünü kullanarak sımsıkı sarıyor beni. “Oğlummm” derken sesinden çıkan titreşimler hücrelerimin içine doluyor sanki. İkimiz de birbirimizden saklamaya çalışıyoruz bir şeyleri. İkimiz de titriyoruz gerçekleri düşünmekten. İkimiz de gerçeklerden korkuyoruz.
O bana;
“- Oğlum, zamanım geldi artık, bekliyorum, keşke sen buradayken olsa” diyor. Bense ona;
“- Aman anne, söylediğin şeye bak, sen daha çok yaşayacaksın, bak daha yüz yaşını bile
doldurmadın” diyorum. O ise;
“- Her şeyin bir sonu var yavrum, Allah sana uzun ömürler versin, karınla çocuklarınla mutlu ol, bu bana yeter” diyor. Söyleyecek söz bulamadan susuyorum. Galiba annem haklı, bense bile bile yalan söylüyorum ona. Keşke yalan söylemeye devam edebilsem annem için. Keşke onu kaybettiğimi göremesem hiçbir zaman. Keşke hiç ayrılık olmasa dünyamızda.
Üç gün önce, telefonla “Anneler Günü” nü kutladığımda hiç de böyle değildi. Bayağı iyi geliyordu sesi. Özlediğini ve beklediğini söylüyordu. Demek ki durumunu bana hissettirmemeye çalışmış. Üzülmemi istememiş olmalı. Analar böyledir işte. Fedakârdır analar. Fedakârlık en büyük özelliğidir onların. Yaşamım boyunca anamı hep saydım. Hiç kırmadım onu. Ama yine de, zaman zaman, “Acaba ona karşı görevlerimi tam olarak yerine getirebildim mi ?” diye sorarım kendime. Çünkü ne yapılsa azdır analar için. Gençlere hep bunu anlatmaya çalışırım. Bazıları anlar, bazılarının ise bir kulağından girip ötekinden çıkar söylediklerim. Ama bir gün onların da beni anlayacaklarına eminim.
Hepimizi; önce tanrı, sonra bir ana yarattı.
Dokuz ay karnında taşıdı,
Hiç yorulmadı, hiç yüksünmedi,
Bir kerecik olsun gık bile demedi,.
Bütün sevgisini bizlere verdi.
Adeta İçindeki sevgiyle yoğurdu
Çektiği acıyı bile fark etmeden
Sevgisiyle de doğurdu.
Her fedakârlığa katlandı bizim için anamız,
Ak sütünü emdirdi memesinden.
Yemedi yedirdi, içmedi içirdi, giymedi giydirdi.
Çoraplar ördü elleriyle, kazaklar ördü,
Sabahlara kadar uyumadı bizim için.
Üşütürüz diye korktu,
Neredeyse her gece nöbet tuttu
Biz açtık üstümüzü, o örttü,
Bizi bin bir özveriyle büyüttü.
Elimizden tuttu yürüttü.
Gece-gündüz indirmedi kucağından
Ninniler söyledi, salladı, uyuttu.
Bir taraftan da hastalanacağız diye korktu.
Gözünü bile yummadı geceleri.
Sırası geldi sırtında taşıdı,
Bazen de oturup bizim için ağladı
Bütün bildiklerini öğretmeye çalıştı bizlere.
Göğsünü siper etti, bütün kötülüklerden korudu.
İpek gibi dokudu, hamur gibi yoğurdu,
Mayaladı, pişirdi ve bizi özveriyle yetiştirdi.
Nesi var nesi yok, her şeyini verdi bize.
Sevdi, sevdi, ölümüne sevdi…
Karşılığında beklediği tek şey, vefa idi.
Söyleyin Allahaşkına, bu da çok şey mi ?
İki aydır görmüyordum anamı. Telefon görüşmelerimizde;
“Beni merak etme oğlum, ben iyiyim, bir şeyim olursa söylerim. Apar topar gelmeye kalkma sakın. Bak bir sürü kaza oluyor yollarda. Hem senin de işin gücün var, onları aksatma.” derdi. Hep korumacıydı anam. Onun için sıkıntıya girmemizi istemezdi. Yoğun kış şartlarında ziyaretine gitmeme ise kesinlikle izin vermezdi.
Her zaman iyi görmek isterdim onu. Sağlıklı ve mutlu olmasını isterdim. Hasta olduğunu, acı çektiğini görünce yıkılırdım. Bugün öyle oldu işte. Beklemediğim bir durumla karşılaştım birden. Ciddi sayılacak hastalıklar geçirmişti birçok kez. Ama bu kez farklı görünüyordu. Gözlerinin feri sönmüştü sanki. Yaşamdan umudunu kesmiş gibiydi. Artık zamanının dolduğunu ima ederken büyük bir hüzünle bakıyordu gözlerime. Onun bu hali yıktı beni. Her sözü içime bir kor gibi düştü. Ayrılık saati yaklaşıyor muydu yoksa ? Boynuna sarıldım, öptüm öptüm. Sesinin bütün sıcaklığıyla mutluluğunu anlatmaya çalıştı bana.
Onun için ne yapabileceğimi düşündüm, ama karar vermekte zorlandım. Duygusallıkla hareket etmek yerine gerçekçi olmak zorundaydım. Bir ara, onu hemen bir hastaneye götürme fikri geçti kafamdan. Sonra acı gerçek bir şamar gibi çarptı suratıma. Hangi hastaneye ? Hangi doktorlara ?
İnsanlara sevginin tükendiği, yaşlılara saygının kalmadığı, hekimlik deontolojisinin rafa kaldırıldığı günümüz ortamında, insani duyguları zaafa uğramış ve adeta robotlaşmış hekimler ne verebilirlerdi ki anama ? Yıllarımı verdiğim, sabahlara kadar uykusuz kaldığım, çaresiz insanlara çare aradığım kendi hastanemde bile farklı bir yaklaşım görebilir miydi acaba ? Altı yıl önce; doksan yaşındaki kadın, ameliyat için birinci kattaki ameliyathane yerine üçüncü kattaki ameliyathaneye gönderilip, buz gibi koridorda iki saat bekletildikten sonra titreye titreye yatağına geri gönderilmemiş miydi? Hemen vazgeçtim düşüncemden. Ne yapabilirsem kendim yapmalıydım anama. Bunca yıllık bir hekim için bunları düşünmek ne kadar acı değil mi ? Acı ama ne yazık ki gerçek bu.. Sakın bu duygularımı sadece meslektaşlarıma karşı olduğu sanılmasın. Toplumun bütün kesimlerinde hep aynı şeyler var. Toplumsal değerlerdeki kaybın, belki de en azı hekimlerde. Zira, her şeye rağmen yine de en fazla özveriye sahip olan onlar.
Acı, endişe ve kuşkularla geçen günün akşamında; biraz benim gösterdiğim çaba sonucu, biraz da sahip olduğu pozitif enerjisini kullanan annem, nispeten düzelmişti. Yatağında doğruldu, oturdu, bir şeyler yemeye çalıştı, yüz ifadesi düzeldi. Ama o sırada, hiç beklenmedik yeni bir olumsuzluk yaşandı. Klozetten kalkarken protezli bacağının üstüne düşüvermişti. Bakıcısı Gül Hanım’la zorla taşıyabildik yatağına. Bereket versin bir yeri kırılmadan atlattı bu olumsuzluğu. Rengi bembeyaz olmuş, etrafa anlamsızca bakarak;
“- Ne oldu bana, ben neredeyim ?“ diye soruyordu. Ama bir süre sonra kendini toparladı ve derin bir uykuya daldı. Büyük bir kuşkuya kapılmıştım. “Ya !..?” diye başlayan sorular arka arkaya sıralanıverdi kafamda. Büyük bir korkuya kapılmıştım. Bir süre nefesini kontrol ettim. Nabzına bakmak istedim, uyanır diye korktum. İçimdeki yangıyla, epeyi kaldım yanında. Sonra onu Gül Hanım’a emanet ederek odama geçtim. Diken gibi batıyordu yatak. Bir süre sağıma soluma dönüp durdum. Sonunda dalmışım.
Çeşitli rüyalar görerek geçmişti gecem. Hepsi annemle ilgiliydi. Günün ilk saatlerinde bir korna sesi ile uyandım. Yattığı odanın kapı aralığından sessizce içeriyi gözetledim. Rahatça uyuyordu. Derin bir nefes aldım ve yüzüme biraz su serptikten sonra bilgisayarımın başına geçtim ve geceden aklımda kalanları anımsamaya çalıştım.
Darende’deymişiz. Annem elimden tutmuş, Küçük Tohma’nın kenarındaki bahçemize gidiyoruz. Çeşitli meyve ağaçlarının gölgelediği bayırdan saka kuşlarının ötüşlerini dinleyerek yürüdük. Ulu ceviz ağaçlarının altından geçerken yakınımıza “paat” diye bir ceviz düştü. Sonra “gak, gaaak” diye bağırarak hışımla inen bir karga, onu düştüğü yerden alıp götürdü. Tohma kenarına yaklaştığımızda birbirleriyle konuşan kurbağaların seslerini duymaya başlamıştık. Cır cır böcekleri de ötüşleriyle onlara eşlik ediyordu. Çayın karşı kenarında bahçemiz göründüğünde bayağı heyecanlandım Orada benim bir dut ağacım var. Tahta köprünün kenarına geldiğimizde, annem beni “aman oğlum dikkatli ol, bak kardeşinin ayağı kayıp da düşmüştü buradan, neredeyse boğulacaktı” diye tembihliyor. Sonra da, “dur, en iyisi kucağıma alayım seni” diyor ve kucaklamak istiyor. “Olmaz, artık kocaman oldum ben” diye karşı çıkıyorum. Tahtalara sıkıca basarak geçiyoruz köprüden. Doğruca benim dut ağacımın yanına gidiyoruz. Bembeyaz dutları olur ağacımın. Ama şimdi mevsimi değil. Ama bahçe sınırımızdaki alıç ağacındaki alıçlar iyice olgunlaşmış. Sapsarı renkleri ve etrafa yayılan nefis kokularıyla iştahımı çekiyorlar. Ama benim boyum yetişmez ki onlara. Hem de dikeni batar ellerime. Bir defasında, ellerimle koparacağım diye tutturmuştum. Ablam beni boynuna oturtarak yardımcı olmaya çalışmıştı. Ama daha elimi atar atmaz dikeni batmış ve kanatmıştı elimi. O günü düşünürken, annem, “ben sana toplayım” diye elimi bırakıyor ve o anda ortadan kayboluyor. Bir anda, ne yapacağımı bilemeden “Anneee !.. Anneee !..” diye başlıyorum ağlamaya. Tam bu sırada, sokaktan geçen aracın korna sesi geldi kulağıma ve uyandım. Güzel bir rüyaydı. Çok sevdiğim annemle, çok sevdiğim Darende’de çocukluğumun geçtiği yerlerde olmak iyi gelmişti bana. İçine düştüğüm karamsarlıktan biraz olsun uzaklaştırdı beni.
Geceyi deliksiz bir uykuyla geçiren annem, uyandığında iyi görünüyordu. Zaten, oldu bitti çabuk toparlar kendini. Çünkü yaşama bağlı ve azimli. Onu iyi görmek beni de rahatlattı. İçimdeki kor küllenmeye başladı. Bir gün yeniden alevleneceğini biliyorum. Dilerim o gün geç gelir. Zira doğanın değişmeyen yasaları var. Hepimiz uymak zorundayız onlara. Rahmetli babaannem hep “Allahım gecinden ver, gücünden verme” diye dua ederdi. Sürekli olarak ben de bu dilekte bulunurum.
Kimselere muhtaç olmadan ve sıkıntı çekmeden gitmek isterim. Annem için de aynı şeyleri istiyor, ama bir taraftan da o günün gelmesinden korkuyorum. Bu gibi durumlarda yaş faktörü önem taşımıyor. Hani atalarımız ne demişler: “Ateş düştüğü yeri yakar”