- 1359 Okunma
- 5 Yorum
- 0 Beğeni
YA BUZ KIRILSAYDI!
1918 yılının, şubat ayının dondurucu soğuklarında yeryüzü sanki buzdan heykele dönüşmüştü. Her taraf ilahi kudret tarafından sanki bembeyaz bir örtüyle kaplanmış, gökyüzünden adeta pamuk yağmış gibiydi. “Evliya Çelebi’nin deyimiyle; damdan dama kedi atlasa havada donup, buzdan heykel oluyordu.”Canlılardan çıkan nefes havada gaz halinden katı haline dönüşüyordu.
Rus ordusu ileri hamle yaparak, Doğu Anadolu Bölgesinden hızlı bir şekilde batıya doğru ilerliyordu. Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşına Almanların hileleri ile sürüklenmişti. Ruslar Alman ve Osmanlı ordularına karşı doğudan Kafkas Cephesini açmışlardı. Kafkas Cephesinde amansız çarpışmalar devam ediyordu. Ne yazık ki Enver Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Allah-u Ekber dağlarında Sarıkamış harekâtında bu amansız soğuklarda doksan binin üzerinde evladını şehit vermişti. Hızla ilerleyen Rus orduları İspir-Bayburt arasındaki Baksı(Bayraktar) köyüne kadar gelmişlerdi. Köyün doğu cephesinde Ruslar, batı cephesinde Osmanlılar karargâh kurmuşlardı. Köy askeri açıdan büyük bir stratejik öneme sahipti. Köyün etrafına hendekler kazılmış, her iki tarafta köyü ele geçirmek için büyük çaba sarf ediyordu. Maalesef Osmanlıların taktik hatalarından dolayı geri çekilmek zorunda kalıp köy Rus kuvvetler tarafından işgal edilmişti.
İşgalin olacağını tahmin eden ve kaçabilecek durumda olan köylülerin bir kısmı geceleyin köyden batıya doğru kaçmışlardı. Yakalananlar köyün alt tarafında bulunan Garipler Mezarlığı semtinde acımasızca kurşuna dizilmişlerdi.
Bütün evler yağmalanıp ne var ne yok aranıp taranıp insanlar akıl almaz küfür ve hakaretlere maruz kalmışlardı.
Rus askerleri Türkçe bilmiyorlardı. Köylülere fazla dokunmuyorlardı; ama Rus ordusunun içinde bulunan Ermeni askerlerinin bir kısmı Türkçe biliyordu. Rus askerlerinin arasına Baksı köyünün yakınlarında bulunan komşu Ermeni köylerden karışmış olan kişiler çok iyi Türkçe biliyor, köylüleri de gayet güzel tanıyorlardı. Bu kişiler, Rus ve Ermeni askerlerini kışkırtıp, köyde çoluk çocuk demeden herkesin katledilmesini teşvik ediyorlardı. Hatta köylüleri yalnız bulduklarında kurşuna dizip, adeta kum eleğine çeviriyorlardı.Sanki yüzyılların birikmiş kiniyle herkese saldırıyorlardı.
İşte bu şartlar altında köy yaklaşık bir haftadan beri direniyor, ayakta kalmaya çalışıyordu. Kimse korkudan evinden dışarı çıkamıyordu. Kimisi hayvanların ahırına saklanmış, kimisi de terkedilmiş harabe haldeki izbe yerlerde izini kaybettirmenin yolunu bulmuştu.
Köyde yapılan talan ve yağmanın sonucunda köylünün elinde bir şey kalmamış, var olanlar da imha edilmişti. Açlık ve kıtlık baş göstermişti. Yiyecek erzak adeta mumla aranır olmuştu.
İlyas, Fehim ve Yusuf köyde yaşayan kapı komşusu ve can ciğer arkadaştılar. Babaları dört yıl önce askere gitmişler, bir daha geri dönmemişlerdi. Kim bilir Osmanlı ordusu içinde Çanakkale mi, Kafkasya mı, Galiçya mı, Kanal mı, Hicaz mı, Yemen mi, Irak mı, Suriye mi, Filistin mi… Hangi cephedeydi? Bunu Allah’tan başka kimse bilmiyordu. Zaten bilecek halleri de yoktu. Belki vatanları için hala savaşıyorlardı, belki de Rablerine kavuşup şehit olmuşlardı.
İlyas’la Fehim babalarının Yemen’de olabileceğini düşünüyorlardı. Çünkü anneleri zaman zaman Yemen türküsünü söylüyorlardı. Annelerine neden Yemen türküsünü çok söylediklerini sorduklarında, anneleri;
—Belki babalarınız duyar da gelir.
Diyorlardı. Başka da bilgileri yoktu.
İlyas, Fehim ve Yusuf’un yaşları küçük olduğu için askere alınmamışlardı. Yaklaşık on -on iki yaşlarındaydılar. Köyde ihtiyarlar, kadınlar ve küçük çocuklar dışında kimse yoktu. Hatta eli silah tutan ihtiyarlar ve kadınlar bile cephelere koşmuşlardı.
Bugün de yine onlara görev düşmüştü. Geceleyin anneleri üç çocuğu Allah’a emanet edip, komşu köye yollayacaktı. Bu köy işgal edilmemişti. Onlar bu köyden erzak alıp, gün ağarmadan köye döneceklerdi.
Gece olunca üç arkadaş anne ve kardeşleriyle vedalaşıp, Rus ve Ermenilere görünmeden Ahpunus (Çamlı koz) köyüne vardılar. Bu köy Osmanlı askerlerinin karargâhıydı.
Üç arkadaş köyde muhtarı buldular. Muhtar çocukları karargâh komutanına götürdü. Komutan cesaretlerinden dolayı her üçünü de alınlarından öptü.
—Aferin yavrularım! Siz bu yaşınızda Müslümanın yüksek cesaretini gösterdiniz. Yakında ordumuz Kazım Karabekir Paşa komutasında köyünüzü geri alacak. Endişeniz olmasın. Erzakınızı alın, dikkatli bir biçimde sabah olmadan köyünüze varın. Dedi.
Çocukların emniyet içinde gitmesini sağlamak için yanlarına iki asker vererek onları köyden uğurladı.Düşmanla cepheyi oluşturan Baksı köyünün batısındaki dereye kadar iki asker çocuklarla gitti.
Askerlerden ayrıldıktan sonra çocuklar sırtlarında buğday torbalarıyla sabah olmadan köye varabilmek için çaba gösteriyorlardı. Uykusuzluk ve yorgunluktan bitap düşmüşlerdi. Ama gün ağarmadan köye varmalıydılar. Kardeşleri ve anneleri onları aç, susuz bekliyorlardı.
Köye bir kilometrelik mesafe kalmıştı. Köyün mezarlığına varmışlardı. Birden mezarlığın alt tarafında bulunan dereden ağaçların arasında hareketlilik oluşmaya başlamıştı. Dereden homurtu şeklinde sesler duyuluyordu. Sesler ve hareketler gittikçe çoğalıyordu. Gecenin ürpertici karanlığı, mezarlığın sessizliği, deredeki ağaçların hışırtısı bir de çok uzaklardan gelen kurt ulumasına benzer çığlıklar adeta çocukların tüylerini diken diken yapmıştı. Bildikleri bütün duaları okumaya başladılar. Allah’tan inançlıydılar. Çünkü inançlarına dayanıp güç buluyorlardı. Kendi kendilerine:
- Allah Allah! Hortlaklar mı geliyor? Neler oluyor?
Dediler.
Karartılar gittikçe büyüyor, at ve insan sesleri ise birbirine karışıp daha yakından geliyordu.
Atlılar devriye gezen Rus askerleriydi. Tesadüfen dereden geçerken çocukları fark etmişlerdi. Çocuklar korkup, kaçmaya başladılar. Sırtlarındaki buğdayla kaçmak hem zor hem de aşırı yorucuydu. Zaten kaçacak halleri de yoktu.
Rus askerleri çocukları durduramayacaklarını anlayınca hem macera hem de geceleyin atış talimi yapmak için silahlarını ateşlediler. Mesafe uzak olmasına rağmen mermiler çocukların yanından vızır vızır geçip, mezarlıktaki mezar taşlarına çarpıyordu.Mezar taşlarına çarpan mermiler adeta akortu bozuk saz gibi ses çıkartmakla kalmıyor,keskin bir yanık kokusunu etrafa yayıyordu. Mezarlığın sessizliğini mermi sesleri yarıp sanki Azrail’in ayak seslerini andırıyordu. Ölüm kaçınılmazdı. Kurşunlardan birisi İlyas’ın sırtındaki torbaya isabet etti. Torbanın içindeki buğday boşalmaya başladı. Yük hafifleyince İlyas mermilerden birinin torbaya isabet ettiğini anladı. İlyas iki ohh! Çekti. Birincisi yükten kurtulduğuna, ikincisi kurşunun isabet etmediğine…
Çocuklar ölümü enselerinde hissediyorlardı. Adımlarını daha da hızlandırdılar. Ama atlıların yetişmesi an meselesiydi. Çünkü Rus askerlerinin altında “Gadana” denilen özel iri yapılı Rus atları vardı. Çocukların on adımına bu atların bir adımı denk geliyordu. Kesin yakalanacaklardı. Yusuf:
- Arkadaşlar! Bunlar bizi yakalayacaklar. Kaçmamız imkânsız. Gelin mezarlığın aşağısından geçen Çoruh Nehrine doğru kaçıp kendimizi Çoruh’a atalım. Bu sarp yamaçtan bunların atları inemez. Çünkü Çoruh Vadisine inen tek bir patika var onu da kar örtüsü kapatmış bizden başka kimse bilmiyor. Dedi.
İlyas ve Fehim de:
- Evet, Yusuf haklısın. Hemen kaçalım.
Sırtlarında hiçbir şey kalmamıştı. Çocuklar uçuruma yöneldiler. Güç bela patikadan aşağıya indiler. Yazın buralarda çobanlık yaptıkları için buraları iyi biliyorlardı. O da ne!
Bir baktılar ki Çoruh donmuş. Her taraf buz kesilmiş. Nasıl saklanacaklarını düşünürken birden Fehim:
- Arkadaşlar! Şurada ağaçların içinde yazın çubuk kestiğimiz büke(küçük ağaçlardan oluşan ağaç toplulukları) girelim. Burası kuytu bir yer. Adeta mağara gibi. Saklanalım dedi.
Çocuklar korka korka bükün yanındaki kırık buzdan içeriye doğru girdiler. Buzun altından Çoruh Nehri her zaman ki gibi deli deli akıyordu. Üstü ise Antarktika gibi donup buz kütlesine dönüşmüştü. Alttan Çoruh’un suları ağzını açmış, çocukları yutacak bir ejderha gibi homurdanıyordu. Çocuklar buzun altından bükün içindeki ağaçların köklerine tutunuyorlardı.
Aniden Çoruh’un bu homurtu sesini bastıracak sesler gelmeye başladı. Çocuklar kendi kendilerine:
- Allah Allah! Nasıl olur? Bu adamlar bu patikayı nasıl bulup derin Çoruh vadisine indiler diye düşünürken Yusuf hafif sesle:
- Arkadaşlar! Şu boz atın üstündeki adamı tanıdım. Yukarı köydeki Ermenilerden birisi, geçen yıl bizim köye gelmişti. Dayımgilden koyun satın almak için. Sol gözü kör, suratı da kömür gibi oradan tanıdım. O buraları iyi biliyor. Eğer bizi bulurlarsa ben kendimi bu buzun altından Çoruh’a atacam. Çünkü bir kör Ermeninin kör kurşunuyla ölmektense Çoruh’un temiz sularında boğulmayı tercih ederim.
Fehim’le İlyas’ın korkudan ve soğuktan dinleyecek ne kulağı ne de aklı kalmıştı. Zaten Çoruh’un homurtusundan da bir şey duyulmuyordu.
Adamlar hızla çocukların saklandığı büke doğru geldiler. Her tarafa bakındılar. Hatta birisi Gadana atıyla çatlak buzun üstüne çıktı. Çocuklarla arasında bir metrelik mesafe ya vardı ya yoktu. Buzun altında çocuklar üstünde atıyla adam vardı. Diğer adamlar da etrafı kolaçan ediyorlardı. Çocuklar buzun altından deve benzer atı ve atın üstündeki adamı görüyorlardı. Hatta çocuklar atın derin derin çıkan homurtulu nefesini duyuyorlardı. Atın ağzından çıkan sıcak nefes soğuk buzun üzerinde halkalar oluşturuyordu. Sanki Azrail’le kapı komşusu olmuşlardı. At bir adım daha ileri atsa buz kesinlikle kırılıp, altındaki çocuklarla beraber atlı Çoruh’un azgın sularını boylayacaktı. Adamın ise sinirden ve yorgunluktan burnunun delikleri açılıp kapanıyordu. Ağzından ve burnunun deliklerinden adeta kalaycı körüğü gibi nefes çıkıyordu. Gözleri kartal gözleri gibi açılmasına rağmen çocukları bir türlü göremiyordu.
Mezarlıkta olduğu gibi sanki birileri onları koruyordu. Çünkü vakti saati gelmeden ömür ne bir dakika kısalır ne de uzardı. Buzun kırılmasını önleyen ilahi bir kudret vardı. Çocukların daha yiyecek ekmeği ve içecek suyu vardı. Kader denilen çizgi henüz onların ölüm ağlarını örmemişti. Çocuklar henüz bunu idrak edecek yaşta değillerdi. Ama öğrendikleri bütün duaları okuyorlardı. İçlerindeki inanma duygusunun onları koruyacağını idrak ediyorlardı.
Adamlar hayret içerisinde ne yapacaklarını bilemediler. Sanki Çoruh vadisi yarılmış da çocuklar içine girmişti. Aralarında bir şeyler konuştular. Sonra da ağır ağır geldikleri gibi patikadan Çoruh vadisini terk ettiler.
Çocukları koruyan korumuştu. Çünkü geceleyin anneleri onları Allah’a emanet etmişti. Allah ise kendisine emanet edilene hıyanet etmezdi.Çocukların vasisi her zaman olduğu gibi Allah’tı. Değil üç - beş Rus askeri bütün dünya gelseydi o buz asla kırılmazdı. Çünkü çocuklar Allah’ın emanetindeydi.Çocuklar emin ellerdeydiler.
15.10.2007
Tarık TORUN
HEPSİ HİKAYE
"Dedemden, Babamdan, Benden"
YORUMLAR
buz kırılsa onlar kayıp düşer kolalrını butlarınıda kırabilirlerdi.. zaten kazım karabekir onları buzdan düşmüşten beter etti sonra.... ama onlar neler etti neler.... unuttuk sanıyorlar... biz onların cezasını öyle bir güne bırakıyoruz ki korkudan gözleri bakakalcak.... tebrikler...
Çocukları koruyan korumuştu. Çünkü geceleyin anneleri onları Allah’a emanet etmişti. Allah ise kendisine emanet edilene hıyanet etmezdi.Çocukların vasisi her zaman olduğu gibi Allah''tı. Değil üç - beş Rus askeri bütün dünya gelseydi o buz asla kırılmazdı. Çünkü çocuklar Allah’ın emanetindeydi.Çocuklar emin ellerdeydiler.
yazılarınızı ilk defa okumama rağmen şu son parağraf beni kendine hapis etti.
işte burda kanım durdu.
son derece etkilendim.
çalışmanız çok başarılı,umarım başka çalışmlar da gelir bu tarz.
Kendime örnek aldığım sizi okudukça,belki bende yazarım:)))
sevgi ve saygılarımla....
hilal.
Çocukları koruyan korumuştu. Çünkü geceleyin anneleri onları Allah’a emanet etmişti. Allah ise kendisine emanet edilene hıyanet etmezdi.Çocukların vasisi her zaman olduğu gibi Allah''tı. Değil üç - beş Rus askeri bütün dünya gelseydi o buz asla kırılmazdı. Çünkü çocuklar Allah’ın emanetindeydi.Çocuklar emin ellerdeydiler.
O (c.c.), EN EMİN SIĞINAKTIR!
YÜREĞİNİZE SAĞLIK.
HÜRMETLE.