- 815 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Nakşeden İzler (anı roman 3)
Şimdi ne düşüneceğimi dahi, bilememenin aczini yaşıyorum, evet bu dünyada işimiz bitti belli ki gidiyoruz, diye kederlenmem!
Ama nereye ve nasıl bir yere, gideceğim hakkında mütereddit olarak, tabuta kefenlenip konacağız, salaca ya konup arkamızdan gelenlere bakacağız, diyerek hayıflanmam!
Tabuttan çıkarılıp üç metre kefenle, bizi hasretle bekleyen ve asla reddetmeyen, sergisi topsak olan, meçhulde derinliği bulunan kabirr17;e bir çırpıda konacağız!
Ruhumuzun terk ettiği dünya ve nimetlerini, bir mühlet sonra da kefen ve etlerimiz çürüyerek, iskeletimizi bir ati olarak neslimize sunacağız!
Sorgu meleklerine ne diyeceğiz, bilemiyoruz haşyet ve taaccüple şaşırıp kalacağız, kabir alemi ve azabı neyse onu mutlaka göreceğiz ve öğreneceğiz!
Cehennem çukurlarından olan, bir çukura mı, yoksa cennet bahçelerinden bir bahçeye mi, kapı aralandığını amellerimiz ölçüsünde karar verilerek, mahşer gününü beklemek zorunda kalacağız!
Korku, panik, haşyet duygularını, en büyük azıkmış gibi, hep yanımızda bulacağız.
Ve bu duyguların, sadece dünyaya ait olmadığını, çok geçte olsa nihayet anlayacağız!
İmanımızı, amellerimizi, hayırlı evlat ve varsa hizmetlerimizi, çok arayacağız beklide bulamayacağız, fakat tükenmeyen bir ümitle sürekli arayıp duracağız.
Ölümün ne demek olduğunu, ancak o zaman idrak edeceğiz ve en müşahhas biçimiyle öyle anlayacağız ki, fakat bunu anlamakta bizlere bir kurtuluş sunmayacak.
İşte akıl ve izan sahipleri bu aşamaları yaşamadan, hiç vakit geçmeden ve mühlet varken, varlık ve kuvvetimiz, hatta en canlı hislerimiz, bizleri terk etmeden,
Düşünmek, idrak etmek ve bunun, en büyük sermaye olduğunu bilmek, şan, şöhret ve makamların insana asli yet kazandırmadığını deruhte etmek ve anlamak durumundayız.
Ölümü, asıl ve bu tespitlerden yola çıkarak düşünmeliyiz, yoksa ölmüş insanların durumunu, tahayyül etmek, ibret almak için belki uygundur!
Bizimde akıbetimizin, nihayetini bilmemek ve sadece tasavvur etmek ne demek!
Aklederek irdelemek ve bu tespitlerden sonra düşünmek gerek.
Gariptir belki, fakat anlayamadığım, taklide müteallik olgular benim için, bir çıkış yolu olarak, görünmüyordu.
Şu an yaşamakta olduğum ve aramakla yorulduğum, problemlere, çözümsüzlüklere, çare olacak bir tek alternatif sunamıyordu.
Maşallah, inşallah temennileri, gerekçesiz olduğu sürece, çözümün kendisi olmamalıdır!
Hayatı anlamlı kılmak adına yaşarken, mesnetsiz ve içi boş saplantılara kolayımıza geldiği için niçin bel bağlıyoruz?
Düşünün ki, rızkını arayan bir insan, çok az bir sermayeyle ve biraz da borçlanarak, akmaz, kokmaz kanaatiyle,
Sakin bir mahallenin, kuytu bir caddesinde, kira bedeli az olduğu için, bir dükkan tutarak, sermayeyi tuhafiye işine bağlıyor ve nasıl olsa Allah kerimdir niyetiyle, müşteri beklemeye başlıyor!
Geçimini, dükkan masrafını ve ödemek zorunda olduğu borçlarını, buraya gelecek müşterilerden ve kasaya girecek paradan yapacağını zannediyor.
Bu tevekkel insan, aynı zamanda namaz kılıyor, tespih çekiyor, dua ve zikir ediyor, hatta boş kaldıkça kitap bile okuyor, hiçbir kötülüğe dahi bulaşmıyor.
Size göre bu insan, ailesini geçindirir, borçlarını öder ve sermayesini muhafaza ederek, müşteri kitlesine ulaşması mümkün görünüyor mu?
Tabi ki mümkün efenim, rızkı veren Allahr17;tır, nereye gidersen git, rızkın seni bulacak demek, bizlere çözümü sunacak mı?
Peki öyleyse rızkı aramanın anlamı nerede kalacak?
O zaman demezler mi ki, sünnetullah ne olacak?
Eğer o saf, samimi ve tevekkel insan, piyasayı araştırmaz, pazarda kendine malını satacağı piyasayı bulamaz, müşteri kitlesine ulaşamaz ve rekabet ortamında, kuvvet dengesini oluşturamaz ise;
İşte bu insan, büyük bir şevkle başladığı, oldukça umutlandığı, kendi ve çocuklarının geleceği için, ufuk sandığı,
Gözü gibi baktığı dükkandan ve dolayısıyla Allah tan umduğunu bulamaz.
Ve bu nedenle, borçlarını dahi ödeyemez, sermayesinin ve emeğinin hakkının ne olduğunu bilemez.
Netice olarak bu insan, karamsarlığa düşer, borçların ödeyemeyince panik başlar ve maalesef evinde huzuru dahi kaçar.
Düzlüğe çıkmak ve sükuna kavuşmak için, çıkış aramaya başlar, fakat, alacaklı durmaz kapıya dayanır ve zili çalar, zavallı kaçacak yer arar fakat uğraşmaktan feleği şaşar, takatsiz kalır. Şevk, cesaret, sevinç ve ümit bu insanın gönül dünyasında alabora olmuştur.
Arkadaş çevresi, boş ver üzülme Allah kerimdir derler, büyük bir imtihandan geçtiğini söylerler, fakat maddi bağlamda başka bir alternatif sunamazlar.
Allahr17;ın hiç insanı, gücünün yetmeyeceği bir yüke, tabi tutması mümkün değilse ve bizzat yaratan tarafından bu bir vaat ise;
İnsanlarda, akıl, bilgi, tecrübe, istişare ve tespitlerden oluşan, kuvvet dengesini, azimetini ve iradesini, sabır ve sebatını bilerek düşünmeli, buna göre de hareket etmelidir.
Nasıl kendini tehlikeden koruyorsa, yani aslanın pençesinden, timsahın dişlerinden, piton yılanının boğmasından, denize düşmekten, sağlam dişini pense ile çekmekten, vagonun altına girerek,
Allahr17;ın izniyle kaldırırım diyerek, ahmaklığa düşmüyor ve kendini sürekli korumayı biliyorsa;
Hayatımızın bütününde böyle düşünmek ve olmak zorundayız, yoksa tedbirsizlik, tevekkellik ve ahmaklık Allah için, bir imtihan vesilesi olamaz.
İşte bu ve benzeri mantıkla hareket edilince;
Rabıta eyleminde, sürekli mürşidi düşünmek, bizlere ne kazandırıyor ve bizleri nereye doğru sürüklüyor diye sorabilmeliyiz!
Bu dine inananların onca yaşadıkları zülüm ve çektikleri sıkıntılar, sadece bir imtihan vesilesi miydi, bunca zaman farkında olmadan bulaştığımız şirk illetinden, nasıl arınıp, kurtulacaktık, diye soramaz mıyız?
Ukba kelimesi, Dareyn kelimesi bizler için ne ifade ediyor, Allahr17;ın zatı ve subutr17;i sıfatlarını, niçin hakkıyla öğrenip ve idrak edemiyoruz?
Neden bunlara yabancı kalıyoruz, okumuyoruz, suya, yemeğe ve bir eşe duyduğumuz ihtiyacı, böylesi hayati konularda neden göstermiyoruz?
Oysa ki, bizlere bu hisleri veren cenabı Allah olduğunu biliyor ve bunu kabul ediyoruz, o zaman neden, onu tanımaktan korkuyoruz?
Peygamber efendimizi, hakkiyle tanıyor muyuz, Kuranr17;ı ahenkli bir şekilde okuyanın, kulağımıza gelen hoş ve güzel sesi haricimde, başka ne anlıyoruz?
Yer yüzünde en çok okunan kitabın, Kuranı kerim olduğunu biliyoruz.
Fakat hiç anlaşılmadan okunan kitabında kuranı kerim olduğunu bilmiyoruz.
Bu yüce kitabın anlaşılmamak üzere indiğini söyleyebilecek hiç kimse var mı?
Anlayanlar, ne yapıyor, neredeler, niçin sesleri çıkmıyor, niçin bunları konuşmuyoruz?
Kutbu cihan, gavsı azam diye makam tayin ettiğiniz, fakat hiçbir zaman, benim kendilerinden duymadığım,
Bu mübarek insanlar, onca zülüm ve tahripleri görmüyorlar mı, neden sürekli maslahat gözetiyorlar, şecaat askıya mı alındı, öyle bile olsa niçin,kimsenin haberi olmadı?
Yığınlarca insanlar, intisap edeli yıllar geçmiş, ama hala dar görüşlü, ufku kapalı, önünü göremeyen, fakat sorunları, başkalarına havale ederek,
Kurtulduğunu zannedenler, hat safhada, bunları Allah için benden başka gören kimse yok mu, bu kadar yozlaşma ve erozyon, ne zaman fark edilecek ve önlenecek?
Önderimiz, peygamber efendimizin, her şeyden ziyade, eğitim ve öğretime ne kadar çok önem verdiği malum, bu uğurdaki gayreti ve azmi, niçin dikkate alınmıyor?
Akıl, mantık sadece ticaret ve asvata da, acımasızca kendini gösteriyor, menfaat ve çıkarcılık maalesef fevkine çıkmış, ama hala birileri tarafından her nedense görülmüyor.
İyi niyetli, saf, dayanışma adına, cemaat ve ıhvanr17;ım,
Yani aynı yere intisaplı kardeşim diyerek, teslim olmak için gelen insanların, birileri tarafından aldatıldıklarını görmüyorlar, zira uğraş alanları tefekkür ve zikir!
Enteresandır ama, haremlik selamlık ve mahremiyet öyle anlaşılmaz bir hal almış ki, adeta tezatlar odağı olmuş.
O kadar farklı ve saklı ki, ilmihal kitaplarında dahi, konu olarak yerini alamayan, haremlik, selamlık bahsi, adeta yarışa çıkmış, koşu atları gibi.
Çok daha elzem ve bir o kadar öneme haiz olan, akaidi bilgileri sollamış, menzilde yerini almış, tesettür giyim diye bir de, yeni pazar oluşmuş!
Bizim, sizin, bacımız dediğimiz hanım kardeşlerimiz, bizlerden öyle kaçarlar ki, yüzlerini, gözlerini takva zannederek gizler kaçırırlar.
Ve hatta seslerini dahi öyle kısarak konuşurlar ki; adeta o an melek zannedersiniz mübarekleri.
El, yüz ve gözlerin ve hatta sesin haram olmadığı bir din anlayışını bunlar ne hale getiriyorlar, bilinç nerede kalıyor diye sormak lazım.
Fakat aynı hanımlar, pazardan mutfak masrafını ve kapıdan geçen seyyar satıcı ile pazarlığı veya sütçü ile gayet rahat şekilde ve hiç çekinmeden konuşuyorlar.
İhtiyaçları her neyse onu alıyorlar, bir mağazaya gittiklerinde, çarşı, pazar gezdiklerinde,oldukça rahatlar.
Aynı hanımlar resmi kurumlar dediğimiz, mekanlara gittiklerinde ise, merak ve şaşkınlık hat safhada oluyor, çünkü sosyal açılımlar öğretilmemiş, bilmiyorlar ki?
Neden bunlar hiç düşünülmez, geleceğin annelerine kalıcı çözümler üretilemez, her halde çıkmaz sokakta değiliz?
Bu insanlara, yön verenler, hedef tayin edenler, maslahat gözetenler, refahlarından taviz vermeyenler, her zaman tazim ve saygıyı hak ettiğini sananlardır.
Ey beyefendiler neredesiniz, nelerle uğraşıyorsunuz, insanların teveccühleri, çocuklarından esirgedikleri hediyeleri,sizleri çok mu meşgul ediyor,diye soramam mı?
Devletin tahakkümünden bıkmış, adı milli eğitim denen kurum adeta İslamr17;a savaş açmış, peygamber ocağı denen kışlada, mümin erat dışlanmış, millet adeta sahipsiz bırakılmış,
Kuranr17;a, peygambere İslamr17;a susamış, yıllarca hasır altı ettiği ne kadar ezilmişliği varsa, gözleri kapalı olarak, daldıkça dalmış.
Ve böyle çaresizlik içinde, aczi yetini sorgularken, ufukta oldukça sakin görünen ve gönül enginliğinde serinleten,fevkalade huzur veren bir limana çıktığında yaratana teşekkür ederek şöyle bir düşünmüş.
Ümmeti olduğu ve yıllarca özlem duyduğu sevgili peygamber efendimiz, her zaman kendi nefsini değil, ümmetinin kurtuluşunu ve huzurunu tercih eden, onun için her şeyini vakfeden ve her zaman çözüm üreten, özeli bulunmayan bir insan.
Asliye tinden ve aidiyetinden, taviz vermeyen, teklif edilen dünya ve nimetlerini reddeden, toplumunun her zaman sosyal dengelerini gözeten,
Her zaman zenginlerle değil, mazlumlarla olan, varlığını suffe sakinleriyle paylaşan, her bir sorunda baş vurulan, çözüm mercii olan,
Rahmet peygamberi olarak gönderilen, hepimizin yüreğini fetheden, şefaat cimiz olacağını müjdeleyen, aleyhi selatü vesselam efendimiz.
Önderimiz, hiç tereddüt etmeden, uğruna başımızı koyacağımız, o kutlu insanın, kainatın sonuna kadar, mesajının silinemeyeceği efendimizin, asrıydı.
Fakat o kutlu insanların, yaşadığı saadet asrını, iyice, anlayamadan, özümsemeden, kıyas etmeden, sosyal dengeleri düşünmeden, duyulduğu gibi yaşamaya kalkarsak,hatalarımız, maslahatlarımız gün yüzüne çıkarak sırtarır.
İşte çözümsüzlüğe, keşmekeşliğe, bulanık suda avlanmaya, o zaman kapı aralamış oluruz, o nedenle Allahr17;ın veli kulları, gecenin karanlığında ki bir yıldız gibi, cazip, çekici ve celbeden olurlar.
Gecenin o kuşatan esrarında, yıldızlar bizler için ne kadar muamma ise, hedefinden sapmadan, fire vermeden vuslata koşuyorsa, Allahr17;ın veli kulları da, ancak o kadar berrak ve şeffaf, olmak durumundadır.
Olduğunca, züht ve takvayı kuşanarak, dünya ve nimetlerine boğulmadan, efradının felahını temin ederek, en güzel şekliyle Allah resulünün, ilkelerine azimet dekliğinde yaşayarak hal ehli bulunan bir kimlikte, olmak zorunluluğu vardır.
Bu ölçü ve mihengi, kuşanmış olan, muttaki insanları, dareyn saadetine bir muştu sunan, Allahın hanif kullarını, Allah ve resulünün dostları olarak elbette aramalıyız, bağlanmalıyız, nasihat ve tavsiyelerine uymalıyız.
Fakat böyle güzide ve müstesna insanları bulana kadar, hiç boş durmadan, ve hatta yorulmadan Cenabı Hakkın lütfettiği, tüm enerjimizi ve asli hislerimizi,
Aklımızı, mantığımızı ve vicdanımızı, duygularımıza teslim etmeden, onun emrine vermeden, gerçeğe koşmalıyız.
Bu hedefte olmadığımız an, akıl ve mantığımızı askıya aldığımız zaman, öyle sorunlar çıkar ki, içinden çıkabilmek gayri kabil.
İşte o zaman neden bu hanım bacılar neden bizlerden kaçıyorlar, hiç konuşmuyorlar ve bir hoş geldiniz dahi demiyorlar, diye merak ediyorum.
Bacımız, namusumuz, diyerek onu baş tacı yapmışız, bu insanlar, tasada, sevinçte ve başlarına bir iş geldiğinde, bizim dışımızda, kimlerin kapısını çalacaklar, seyyar satıcının veya sütçünün değil herhalde.
Bir kerecik ağabey nasılsınız deseler, kız çocuklarımız köşe, bucak kaçmayarak, amca nasılsınız diyerek konuşsalar, kardeşlerim ne yapıyorlar diyerek, hatırlarını sorsalar, eksilirler mi, niçin onlara bu adabı öğretemiyoruz?
Her halde haram işlemiş olmazlar, kız çocuklarını bu eylemleri yapmaktan, sakındıran ne olabilir, hangi düşünce onları bu eylemden mahrum bırakabilir?
Kainatın sahibi, evrensel mesajın membaı ve onun sözcüsü olan peygamber, böyle oluşuma hiç rahmet eder mi, sorarım sizlere?
Sinemde çok daha huzur bulmam, mutmain olmam gerekirken, neden böyle perişanlığa talip olayım, neden bunlarla uğraşayım.
Yinede buna rağmen diyorum ki;
İnsan olarak yaratılmış olmanın hazzını, tarif etmek neredeyse mümkün görünmemektir.
Yaratan Rab, o kadar müteşekkil ve muazzam tanzim etmiş ki, bu oluşuma nereden ve nasıl bakarsak bakalım, bu harikulade eseri seyrettikçe, seyredeni adeta sukutu hayale uğratıyor.
Bu güzelliği keşfetmek, yaratılan gözüyle ne kadar mümkün, olmaktadır!
Bu aleme anlam kazandıran şaheseri, hangi ölçülerle tespit ederek, yaratanın azametini idrak edeceğiz!
Bu azamet ve haşmet karşısında, kul olabilmenin şuuruna nasıl varacağız?
Bunun idrakin tezahürü olarak, yaratana sevgi ve saygı ölçüsü nasıl olacak?
İnsanlar ilişkilerinin genelinde, kıymet, değer vurgusunu, saygı ve sevgi olgusunu yönlendirirken, kalb, beyin, nefs netliğini, çoğu kez sağlayamıyorlar!
Bu keşmekeşliği yaşantımızın bütününde niçin çözümleyemiyoruz?
İnsana fevkaladeliği kazandıran akıl, mantık, neden irtifa kaybediyor?
İlmin kaynağına ulaşmamız kesin bir çözüm olacak mı?
Duyguların geleneksel tabandaki terbiye metodu neden yozlaştı, yoksa yine nefis mi diyeceksiniz, başka sebep olamaz mı?
Ruhunu hangi an vereceğini bilemeyen o muazzam insana neler oluyor, sefalet ve zilleti niçin tercih eder hale geldiler?
Ölçü mihenk, tekabül ve terakki karşısında, kendini yenileyeme dimi?
Rehberin Kurr17;an olduğu kesin, önderin peygamber olduğu kesin, fakat yorumlayanlarında insan olduklarını unutmayalım!
Şura, meclis işlevini hakkıyla yerine getire biliyor mu, getiriyorsa evrensel bir dinin müntesiplerinin durumu neden içler acısı bir durumda?
Mahkum kim, yargıç kim, malayanilik nereye kadar devam edecek?
Hiç masrafı olmadığı halde sevgide, şefkatte bizleri cimriliğe iten güç nedir,buna karşı mukavemet hazırlığı neden yapılmıyor?
Bu hasletlerin bulunmadığı bir gönülde, kişi kendisiyle barışık olabilir mi?
Ebeveynimize gösterdiğimiz saygı ve hoş görüyü unutmayalım.
Evladı ayalimize karşılıksız sunduğumuz tahammül,sabır ve şefkatin membaı gönlümüzden kendiliğinden zuhur ediyor olması şaşırtıcı değil mi?
İşte insan ve insanlık bu güzel hasletlere, ne yazık ki, hasret bırakılıyor!
Bizler ve mükellef olduğuna inanan her kez, hiç durmadan ve yılmadan, gülü koklarcasına ve dikenine tahammül ederek, insanlara yaklaşmak zorundadır.
Kuşun yavrusunu sevmenin hassasiyetiyle konulara ve sorunlara çözüm arayarak, sunabilmeyi başarmalıyız.
Kendimizi, kişiliğimizi, katiyen ön plana çıkarmadan ve tevazuu elden bırakmadan kazanımlarımızı, ukbaya matuf yatırımlara dönüştürmeliyiz.
Letafetlerin ve izzetin manasının, sadece dünyaya ait olmadığı bilincini, mutlaka deruhte edebilmeliyiz.
Madem ki imtihan dünyası, işte o zaman sorunların psikolojik açılımlarını, yüce beyanı ve peygamber tefsirini net bir şekilde öğrenerek yaşamalıyız.
Ayrıca itminan olmuş bir gönlün sahibi olarak, aczi yetimizi ve şükrümüzü her halükarda ihmal etmeden sunabilmeliyiz ve bunu mutlaka başarmalıyız.
Neden bu soruları birilerine sormayalım ve bunların çözüm yollarını dondurarak, çözüm aramayalım ve niçin bu konuları konuşmayalım.
Oysa ki; zeka insana merak etmesi ve bilmediklerini öğrenmesi için verilmiştir, bir vazo olarak durması kimlerin işine yarar bir düşünelim!
Eğer her fert, kendi şahsına münhasır olarak, sorgulanacaksa, sadece, kendi aklından sorumlu tutulacaksa, mahşer gününde yaptıklarıyla haşrolacaksa,
Neden anlayamadıklarımdan mahrum kalayım, niçin kendi mantığımı, tespitlerimi, ferasetimi, askıya alarak, başkalarına havale edeyim.
Şayet bunları istemek, hata ve bir suç ise, onu da dinleyerek anlamaya çalışırım, sabrederim, boynumu eğer ve çeker giderim.
Fakat; sorarım hakkım olarak, neden suç sayılıyor bu haklı gerekçeler? İnsanların indi görüşleri, ön yargıları ve zanlarıyla yargılamalarına, niçin tahammül etmek zorunda kalayım.
Sabrım kalmadı artık, bu konuları anlayarak idrak eden, bir çözüm sunabilen ve mayası sevgi olan mücadeleden hiç kaçmayan yürekli yiğitler ararım.
Bizzat yaşadığım ve şahit olduğum, hayali sukuta uğradığım, o kadar çok asılsız, zan, iftira, dedikodu ve kişinin gıyabında konuşarak gıybet yapan insanlara, tanık ve şahit oldum ki, oldukça şaşırdım kaldım!
İnanın böyle ortamlarda, çoğu zaman şeytanı unuttum ve insanların şerrinden Allahr17;a sığındım.
Benim böyle bir kanaate, varmama vesile olanlar, daha yaşıyorlar, hayattalar, terki dünya edenler varsa Allah taksiratlarını affetsin.
Ben aciz bir kulum, bunu biliyorum ve buna rağmen Allah deyince;
Kainatı yaratan ve donatarak insanların hizmetine sunan, her türlü kötülükleri, haber vererek uyaran,
Müjdeci ve uyarıcı gönderen, gaflette olan geçmiş milletlerin, akıbetlerini hikaye eden, doğru yolu gösteren ve Kurr17;an gibi yüce bir kitabı vah yeden,
Bizzat yarattığı her şeyi, ibret olsun diye, ayetler gönderen, asıl dünyamızın, cennet olduğunu müjdeleyen, eşrefi mahlukat diye bizleri şereflendiren,
Yanılgılarımız da bizleri uyaran, bizlere rahmet peygamberi lütfeden, aklımızın aczi yetini ortaya seren, enaniyet, tekebbür ve şirki yerle bir eden,
Bizlere her zaman mühlet veren, hayatımızın devamı için rızk bahşeden, ne zaman son bulacağı, belli olmayan bir hayatın, ip uçlarını veren,
Azametini ve gazabını zamanla gösteren ve bu yaşam mühletinin, imtihan olduğunu bildiren, böyle yüce bir Rab olan Allahr17;a, niçin kayıtsız kalırız ve sürekli kendimizi aldatırız.
Akıllı olduğunu zanneden bunca insanlar, bir türlü demezler ki, bu nasıl bir akıl ki sahibini, geçici olan ve belirli bir sınırda kalan, dünya ve zevklerine mahkum ediyor.
Belki dersiniz, Allah bizim için gaip olduğundan, biraz duyarsız kalabiliyoruz.
Hepimiz biliyoruz ki, neye baktığımız önemli değil.
Neden baktığımız ve ne aradığımız, niçin aradığımız önemli!
Bilmekteyiz ki, akıl ve izan sahipleri, neden baktıklarını ve ne aradıklarını zaten biliyorlar.
Fakat bizler, kime ve niçin iman ettik, inandık dediğimiz, değerleri hakkıyla niçin bilmiyor ve tanıyor muyuz?
Evet ben, kulluk bilincimin idrakindeyim,diyen hanif kullara;
Sözümüz elbette yok, böyle muttaki insanlara, Allah hizmetlerini asan eylesin diye dua ederiz.
Fakat; benim gibi aciz bulunan ve bu nedenle kıvrananlara sorarız! Gaip olmayan;
Allahr17;ın bir kulu olan sabi çocuk, adet olduğu üzere süt annesine verilmiş, alan olmamış, sahipsiz kalmış,
Fakir fakat, gönlü cömert olan, Halime isminde bir kadına kalmış, oda sahiplenmiş, süt annesi olmuş,
Şeyma isminde, bir süt kardeşi kazanmış yetim, öksüz, yavrucak, nihayet inanmayan amcasının himayesine geçmiş,
Şefkate susamış, putperestlerden eminlik sıfatı kazanmış, bir insanın yaşaya bileceği, bütün çileleri yaşamış,
Ama sebat gösterip sabretmiş, tebessümü yüzünden hiç eksik etmemiş, başı dertte olan birini gördüğü zaman, kayıtsız kalmamış, sahip çıkarak, onun gönlünü kazanmış,
Hayatında bir kerecik olsun, zevke, sefaya dalmamış, kimseyi aldatmamış, böyle de yaşanıla bilineceğini, açık ve seçik herkese göstermiş,
Topumun en seçkinlerinden, tacir ve oldukça mal varlığı olan, saygı ile anılan, herkesin gönlünü asaletiyle dolduran,
Ancak bir hanımefendi olan, dul, gönlü açık, şefkat pınarlarından, sevgi fışkıran, sürekli hakkı arayan, yüreği onun için yanan, annelerin annesini seçmiş ve tek vücut olmuş,onunla kenetlenmiş.
Yirmi beş yaşında, Allahr17;ın kendine lütfettiği, tüm beşeri duyguları, en güzel haliyle, müreffeh bir şekilde yaşamış,
Kervan ticaretinden, çok olumlu emareler almış, bunu da sevgili zevcesiyle, saklamamış, her zaman paylaşmış, ona her şeyi anlatmış, ona gönlünün derinliklerini açmış ve hiç çekinmemiş.
Kendini, kimliğini sorgulamak ve yaşadığı karanlık ortama çare olmak maksadıyla, yüksek tepelere, o muhteşem sessiz derinliğe, Hira dağına çekilip, kendine yön verene yöneliyormuş.
Ve bulunduğu,hayatını idame ettiği ortam, kör düğüm olmuş, sosyal dengeler bozulmuş, zulüm,gasp haddini açmış,safahat ve zillet tavana vurmuş,
Çare aramış ve boş durmamış, çare aramış, sade ve yüreği yanan insanlarla, Hulfulfudul cemiyetini kurmuş,
Gaye olarak, tüm mazlumların, şehirr17;e misafir olarak gelenlerin, can ve mal emniyetini korumak, gerektiğinde bu zulmü yapan, zalimleri cezalandırmak,
Maksat caydırıcı olmak ve yaşadığı hayata bir anlam katmak,
Zalimlerin gözleri kararmış, fuhuş artık doğallaşmış, kuvvetin veya paran var mı, o zaman canımın istediği her şey meşrudur, kanaati yaygınlaşmış,
Geleceğin sevgili anne adayları, babaları tarafından kandırılarak, ıssız sahalarda avutularak ve çukurlar kazılarak, vahşetin doruğunu çıkarak, kız çocuklarının çığlıkları kulak zarlarını yırtarak ve acı içinde çırpınışlarına gözler kapatılarak,
Feryatlarını duymayarak, acımasızca gözlerine bakılarak, canlı ve bir o kadarda diri olarak, öldürülüyor ve toprağa canlı bir şekilde, gömülüyordu.
O dönemde kız çocukları, bir utanç vesilesi olarak görülüyor ve ailesinde, aşağılanmak kanaatini uyandırıyordu.
Bu kadar sapık, bir o kadar karanlık, hak, hukuk, adalet yok, sanki arşive kalkmış, gelenekler adına, Lat, Menat, Uzza adında, helvalardan putlar yapılırmış ve her türlü hadsizlik, kaynağını ondan alırmış.
Nefsin ne kadar çok hadsiz ve hudutsuz istekleri varmış meğer, onu panayırlarda sergiliyorlarmış, şeytan görünmüyormuş, zira zafere ulaşmış, zaten geneli şeytandan farksızlaşmış.
İnsana has, saygı, sevgi, vicdan, edep ve haya hissiyatı, maalesef sadece kölelere kalmış.
Şarap içmek, put yapmak,en büyük marifet sayılırmış,
İşte zulmün, en revaçta olduğu bir dönemde; o emin sıfatlı insan!
Yüreğini, ortaya koyarak ve hiç bir kimseden çekinmeyerek, ilke ve hedefleri istikametinde, yılmadan, yorulmadan, pislik ve kötülüğe ortak olmadan, putların önünde eğilip, diz çökmeden, gönül havuzunu oluşturuyordu.
En nihayeti sadece bir kuldu, bu insan fakat, kutlu günlerin haberini veren, azmin ve umudun meşalesini yakan, her geçen gün, etrafında halka oluşturan,
Çoğu gariban, ezilmiş, hakları ellerinden alınmış, gasp ehli, zalimler tarafından dışlanmış ve sahipsiz kalmış fertlerden oluşuyordu.
Hilmi, vakarı, azimeti, ruhsatı, dirayeti ve ihsanı, azık olarak kuşanmış, bir uyarıcıya ve müdafaacıya, yıllarca hasret kalmışlar, çölde suya değil de, böyle bir lidere susamışlar.
Yine geleceğin muştusu olan, o emin insan, Hıra dağında ki, inziva mekanını seçmişti.
Kaygılıydı, sessizliğin o kuytu derinliğini niçin burayı seçiyordu, karanlığın o zinde kasvetinde aradığı ne olabilirdi?
Gök yüzünde ki bulutlar, neden başkasını değil de, sadece onu takip ediyordu ve güneşin haşmetli sıcağından koruyorlardı.
Sevgili, biricik sırdaşı, asalet timsali, güzel eşinin, rahip olan dayısından duydukları, tesadüfü olamazdı,sabretmeleri gerekiyordu, her şeyde mutlaka bir hayır vardı.
Fakat bunları anlayacak olanlar, akıl ve izanlarını, nefislerinin emrine sunmamış, sefalet ve zillete bulaşmamış, yaşamları boyunca net, berrak ve harbi kalmış,
Her an asli yetini sorgulamış, mazlumların yanında yerlerini almış ve zalimlere karşı göğüslerini siper etmiş bulunan sayılı insanlardı.
Böyle insanların, toplumun seçilmiş fertlerinden olmaları son derece doğaldır.
O dönemlerde, insanı, insan yapan değerlere haiz olmak ve bunları yozlaştırmadan yaşamak, erdemli olmayı başarmak, toplumun saygınlığını kazanmak adına, oldukça önemli ve yeterli sebeplerdir.
Bir milletin değer yargıları, asimilasyona tabi bırakılmadıkları sürece, insani değer mevhumlarını muhafaza ediyor kanaatini baz alır isek,
Vizyon sahibi, dürüst, halkına seçenekler sunan ve onlar için kendini feda eden, ama her zaman halktan biri olarak kalmayı başaran liderler;
Her zaman millete mal olmuşlar ve halkının sesi, soluğu olarak sinesinde yerlerini almışlardır.
Bu güzide insanlar, tarih sayfalarına, hiçbir zaman silinemeyen, kalıcı bir iz bırakmayı başarabilmişlerdir.
İşte bu emin insan, insan olarak ve daha peygamber olmadan, içinde bulunduğu cemiyete ve sonra ki nesillere, fevkalade güzel örnek olmuştur.
Fakat bizler, henüz kendimizi tanımadık ki, hakkıyla o emin insanı nereden tanıyalım der isek;
Kendimizi deşifre etmemiz bu kadar zor olmasa gerek, zira yaşadığımız sürece, eşimize, çocuklarımıza, işimize ve özellikle nefsimize verdiğimiz önem kadar,
Kendimize zaman ayırarak, fiillerimizi sorgulayıp, muhasebe yapmaz isek, inanın ve emim olunuz ki,sadece kendimizi değil, bizleri referans kabul eden herkesi, aynı anda zillete götürürüz.
Madem ki, özellikle kendimizi ihmal ederek, düşünmek istemiyoruz, tercihimiz bu, o zaman emanetimizde olan eşimizin, çocuklarımızın ne suçları var, diye sormayalım mı, kendimize?
Onlara ben bakıyorum, bir lokma ekmek dahi, yemeye fırsat bulamıyorum, aç, açık kalmasınlar diye, gece gündüz çalışıyorum, diyerek kendimizi avutuyor ve kandırıyorsak, o zaman demezler mi insana,
Bu hezeyanların, iblisin vesvesesinden, başka bir şey olmadığını, bunu kendimizin dahi bildiğini! çünkü;
Allahr17;ın Rahman ve Rahim olan sıfatını,rızkların taksimini,tek sende olmayan ve her insanda bulunan akıl nimetini verdiğini,
Allahr17;ın çeşitli vesilelerle, kullarına verdiği rızkların, sadece bizden mi kaynaklandığını zannediyoruz!
Ve ne hikmetse artık böyle inanmaya başlıyoruz, bu kadar tekebbürü içinde barındıran, absürt olan inanış biçimleri bizim için mantıklı geliyor, Allah için düşünelim ve samimiyetle kendimize bir soralım!
Kendimize zaman ayırarak, heves ve keyfiyetin dışında, bütün içtenliğimizle düşünerek, gerçek gücümüzün ölçüsünün ne olduğunu, hiç merak ettik mi, bir gün deneyerek kendimize sorduk mu?
Hareket ve kuvvetin gerçek sahibi kim diye?
Hareket ve kuvvetin asıl sahibi olan, yüce Allahr17;ı sürekli ihmal ediyoruz ve buna devam ediyoruz.
Ne zaman hakkıyla ona yönelerek, gaflet ve dalaletten ve hatta kendimize ve efradımıza olan hıyanetten kurtulacağız?
Emanetimizde bulunan insanların, yemek, giymek gibi doğal ve fıtri ihtiyaçları olduğu kadar, kendinin, kim olduğunu, kime ait olduğunu, neye, hangi şekilde ve nasıl inanması gerektiğini,
İnançlarının gereğini öğrenerek, tercihini yapmaya, asli hüviyetr17;ini tanımaya, belki daha çok ihtiyacı vardır, bunları neden düşünmüyoruz diye soramaz mıyım?
Elbette ki, sahiplenme duygusunu veren Yüce Allahr17;ımıza, sonsuz hamt ederim,
İnsan olmayı ve yaşama biçimini öğreten Peygamberimize, selatü selam ederim,
Benim dünyaya gelmeme vesile olan, sevgili babam ve anneme, şükranlarımı sunarım.
Üzerimizde, bir dirhem dahi emeği olan herkese, teşekkürü her zaman bir borç bilirim ve onlara her zaman dua ederim.
İnsanların teveccüh gösterdikleri, akın ettikleri, böyle bir yola girmem ve bilmediklerimi öğrenmem, asıldı.
En azından müşahhas bir şekilde, tespit yapmam, dolayısıyla, zanda bulunmadan, yaşadıklarımı olduğu gibi yansıtmam, benim için büyük bir kazançtı.
İftira atmak, karalamak, çarpıtmak, kimlerin asli işi olduğu bellidir, hesap gününü düşünerek, bunu idrak edemeyen ve bu manada hayatına yön veremeyenlere sadece dua ederiz.
Allah hidayet versin, feraset sahibi kılsın, gerçekleri görmelerini sağlasın deriz.
Aynı baharat işinde, bazen iç piyasalara, sair zamanlarda şehir dışına sürekli giderek, siparişleri teslim ediyor ve pazar payımızı artırıyorduk.
Şaban bey sağ olsun, bazen müesseseye ait kırmızı fort bir minibüsle, bizleri Yahyalının kavacık mevkiinde bulunan, Hacı Hasan efendi dergahı diye bilinen, mekana götürdü ve ne hikmetse her zaman kalabalık ziyaretçi grupları mevcuttu.
Enteresandır belki fakat, mekanın kuşatan ikliminde, sessizliğin ön plana çıkması ve bunu edep sayması, oldukça farklı geldi bana.
Gizli ve özel sırlara çözüm sunması, yeşil yapraklı meyve ağaçların geleceğe ümit aşılaması ve o anda canlı, tefekkür keyfiyeti sunması, benim ufkumda çağrışımlar yaptı.
Henüz içeriye girmeden bir huzur kuşatmıştı benliğimi, adeta beni bir başka, diyarlara ve daha önce tanımadığım, mekanlara götürmüştü.
Duygularım galeyana gelmiş, feyiz ikliminde, gönlümün derinliğinde, şevk, heyecan, merak hepsi birden ve hiç beklemeden, hissiyat beni aniden ihata etmişti.
Sıra ile odaya pür dikkat alınıyorduk, oradan çıkanların yüzleri kızarmış, gözleri mahzunlaşmış, ayrılmanın hüznü, her tarafını sarmış bir ruh hali ile, başları öne eğik vaziyette, adeta şarj olmuş bir yürek serinliğinde bulunuyorlardı!
Yüzlerinden eksilmeyen tebessümle, bulunanlarla tokalaşarak, mutlaka en kısa zamanda, yeniden geleceğim, temennisinde bulunuyorlar ve Allahr17;a emanet olun dualarıyla müsaade alarak gidiyorlardı.
İçeriye girdik, etrafa baktık, insanlar halka olmuş bir vaziyette zatı muhteremin önünde ve dizlerinin üstünde oturuyorlardı.
Zatı muhteremin üzerinde, adeta kefeni andıran, beyaz ve uzun bir elbise, onun üzerine uygun bir yelek giyilmiş, başında özenle işlenmiş bir takke bulunuyordu.
Oldukça beyaz olan bir yüz siması ve yanaklarında beliren tebessüm, kuşatıcı oluyordu.
Canlılığı nişanesi olan sevinç, kendini hiç gizlemiyor, aşikar olarak gösteriyordu.
Güzele güzellik katan ve bir bütünü tamamlayan, ağarmış seyrek sakalı vardı.
Bu durum hayat ve memat denkliğinde bizleri tefekküre zorluyordu.
Yaşadığı dünyada, mahşerin haşyetini taşıyan, yüz hatları mevcuttu.
Allahr17;ın bir lütuf olarak verdiği tebessüm de cimrilik yapmıyordu.
Dalga, dalga her tarafa yayılıyor ve mecliste bulunanları rahatlatıyordu.
Sohbet vurguları bizleri adeta, yaşanılan mekandan çıkartıyordu.
Ukbanın derinliğine doğru yol aldırıyordu.
Peygambere tabi olmayı en büyük fazilet görüyordu.
Sahip olunan değeri, fevkalade bularak bizlere bu mirası tanıtıyordu.
Peygamber efendimizi o kadar çok özümsemiş ki.
Sanki o anı, onunla birlikte yaşayarak terennüm ediyordu.
Ve bizleri hissiyatın zirvesine çıkartıyordu.
Allahr17;ın cennetine girmek gaye değil, diyordu.
Cemalini görmenin asıl olduğunu vurguluyordu.
Hak rızasının önemini, insana hizmetin maksadını izah ediyordu.
Piri fani ölçeğine uygun bir hali, bulunuyordu.
Bedeninde fazla kiloları barındırmıyordu.
Sohbet ederken devamlı ağzı kuruyordu.
Gözlerinden biraz rahatsızlığı vardı.
Gözlük takıyordu, şeker hastalığını, bir lütuf sayıyordu.
Derdi kim verdi ki, kime şikayet edelim diyordu.
Güzel ve kıraatine uygun okunan Kurr17;an ayetlerini dinleyince, çok etkileniyordu ve gözlerinden yaş boşalıyordu.
Bu mübarek insan, okunan ayetin hemen bitiminde.
Ayetin nüzul sebebini ve anlamını açıklıyordu.
Ve böylece dinleyenleri aydınlatıyordu.
Var mı bana suali bulunan diyerek.
Misafirlere bir söz hakkı tanıyordu.
İnsanın kafasına takılan, müphem bir şey kalmasın istordu.
Şayet kalırsa, kuşku, zan ve ön yargı mantığa galebe çalar buyuruyordu.
İşte böyle bir Allahr17;ın kuluyla, tanışmam,
Benim için en büyük bahtiyarlık olmuştu.
Beni etkisi altına almış ve kuşatmıştı.
Zatını görmeden dahi, sinemdeki daralmalara kapı aralamıştı.
Züht ve takva konusunda duyarlı olan bu insan.
Ve insanlar tarafından teveccüh gösterilen bu insan.
Bu insanda, nasıl bir farklılık vardı ki, beni bu kadar etkiledi,diye kendime sormadan edemiyordum.
O insanı görmeden, mezarlığı en mahrem haliyle yaşadım bir an.
Çeşitli meyvelerin, bulunduğu bahçe dünyanın idi.
Ama ben burada bilmediğim cenneti anmıştım.
Peygamber ve onun sevgili Rabbine yakın olmam.
Rehber olan Kuranr17;ı ve inmesine vesile olan insanları,
Huzur ve emin olmanın, sevincini bizzat yaşadım ve gördüm.
Yaşadığım güzelliklerde bunlar gizlidir, işte hikmetleri de budur.
Haktan geldik ve yine ona döneceğiz diyerek buharlaşmayan,
Amellerimizin kurtuluş reçetemiz olacağını idrak ederek, infak yapmalıyız.
Dünya ve nimetlerinin kimin olduğunu bilerek, tekebbürden uzak durmalıyız.
Kurr17;an ve inmesine vesile olan peygamberini, nefsimizden ziyade sevmeliyiz.
Onun ümmeti için bıraktıklarını vuslat pusulası olarak görmeliyiz.
Tüm bunlara rağmen Allah ve resulüne yabancı kalıyor isek.
Nefsimizin hazin ve trajikomik durumunun,
Kimseyi de şefaatçi yapmayacağını mutlaka bilmeliyiz.
Allah hayırlısını versin, her neyse içim rahattı.
Artık bu sevincimi paylaşmalıydım, içim içime sığmıyordu.
Yaşadıklarımı makul ölçülerde sevdiklerime anlatmalıydım.
Sevgili annem ve babamla paylaşamazdım.
Zira onların bu konuları anlayacak durumları bulunmuyordu.
Kolay değildi sülalemizde bir ben, bu manada beş vakit namazı eda ediyor ve kıyafetimi dahi farklı giyerek takva uygunluğu arıyordum.
Genç yaşımda sakal bırakmıştım.
İslami söylemleri, sinemde bir muştu gibi saklıyordum.
Geleceğin meşalesini umutla yakarak, bu meşaleyi onurla taşımaya gayret gösteriyordum.
Anneannem, dayılarım ve teyzem, sol yelpazesinde bulunan insanlardı.
Cami, hoca veya hafız deyimleri onlar için çok bir şey ifade etmeyen, içi boş kelimelerdi. Benim durumuma oldukça hayret eder ve şaşarlardı.
Benim hangi süreçlerden, geçtiğim ve bu yolu neden seçtiğim, onların ilgi alanlarına girmiyordu.
Anneannemiz annemin öz annesi değildi.
Annem dünyaya geldikten 5 gün sonra annesi vefat etmiş ve ne yazık ki, daha yaşına dahi girmeden yetim kalmış.
Büyükbaba dediğimiz annemin babası bir müddet beklemiş, baktı ki olmuyor, yine evlenmiş.
Fakat hanımı 3 yıl sonra yine ölmüş.
Bir zaman sonra, şimdiki anneanne dediğimiz hanımını almış.
Analık olduğu için midir, nedir bilemiyorum!
Bu kadın anneme zülüm adına ne biliyorsa hiç esirgememiş.
Bir çocuğa karşı, bu kadar acımasız olmak ve yetim çocuğu sevgiden mahrum bırakmak, niçin gerekliydi, bilmek isterdim doğrusu.
Bunlardan birisi ve diğerlerinden büyük olan;
Mustafa dayım bir gün, bugünkü gibi iyi hatırlıyorum ve henüz 4-5 yaşında bulunuyordum, öğleden sonra idi.
Annem dış kapının önünde dizi bükülü otururken, dayım annemin yanı başında ayakta durarak, sert ve kızgın bir şekilde anneme kızıyordu.
Ben çok üzülüyordum fakat bir şeyde yapamıyordum.
Dayım anneme istemiş olduğu kolonyayı almadı diye, annemin dizine öyle vuruyordu ki, bir bilseniz, için kan ağladı.
O an dayıma olan kızgınlığım ve şahit olduğum olay, hala aklıma geldikçe hayıflanıyorum, ve ne kadar çok üzüldüğümü anlıyorum.
Anneme vurduğu ve kızdığı için, sinemde mahkum ettiğim dayım, kibirli, kimseyle konuşmayan havacı astsubay olan bir kişiydi.
Oysa ki; o yaşadığım olaya kadar,dayım bizlere hiç şefkat göstermese dahi, asker olduğu için ona gıpta ediyordum ve böyle bir dayım var diye seviniyordum.
Zeki dayım ise; kara takım kabilinden sayılan, Mustafa dayımın tam zıttı bir kişiliğe sahip, mütereddit hali eksik olmazdı.
Hanımı öğretmendi ve ondan son derece çekinirdi, fakat alçak gönüllü olması ve bizlerden sevgisini esirgememesi çok özeldi, oda asker ve karacı bir astsubaydı.
Benden bir yaş küçük teyzem, oldukça insancıl, her iki dayımdan farklı, biraz tok sözlü, Ankara adli tıpta görevli bir doktor olarak çalışıyordu.
Büyük ablam Ankara da, Çincin bağlarında, iskeletçi ustası olan beyi ile, kahırlı günler geçiriyordu.
Zira beyi beşer olmaktan kurtulamamış, işe gitmeyi istemediği için adeta sürünerek gidiyor ve acıdır ki, evinin ekonomik durumunu pek önemsemiyordu.
Akranlarının çok gerisinde kaldığının farkına dahi varamıyordu.
Ablamın göz nuru dökerek, el işleriyle kazandığı küçük paralarla idare etmeyi içine sindiren, ay içinde 2-3 hafta çalışan ve sonra kaytaran zavallı, fakat iyi niyetli bir insan diye tanıyabiliriz.
Küçük ablam Almanya da beyi ile çalışan, oldukça çile çekmiş, gençliğini bir gün olsun yaşayamamış, kahırla gününü geçiren, sevgiye susamış bir insandı.
Her iki ablamda, maalesef annemin mantıksız, plansız, acımasız ve manasız kararlarından dolayı, çok küçük yaşlarda talihsizce, seçeneksiz ve istemedikleri halde birer evlilik tecrübeleri olmuştu.
Şimdiki eşleri, bu durumları bilerek ve de isteyerek, ikinci evliliklerini yapmışlardı, yıllar geçti 30-35 yıl oldu, hala mutlu ve umutlu bir şekilde geçinip gidiyorlar.
Ben evimizin en küçüğü olduğum için, küçük ablamla üç yaş, büyük ablamla beş yaş farkımız vardı.
Çok küçük yaşlarda iken yaşadıkları bu talihsiz evlilikler, benim ruhumda çok derin yaralar bıraktı.
Şahit olmak zorunda bırakıldığım bu trajikomik olaylar, kanıma dokunuyordu, fakat seyretmek zorumda kalıyordum.
Karar veren annemdi, mağdur olanda ablamdı, sırf bu açmazlar, içimi dağlıyordu ve hiçbir şey yapamamanın acısını ne yazık ki,yıllarca içimde yaşadım.
İçimden annemi suçluyorum o an, yanımız da bulunmayan ve Ankara da yaşayan dayılarımdan dahi medet umuyordum.
Bu üzücü olaya birileri engel olsunlar diyerek etrafıma bakınıyordum fakat, nafileydi.
Bir taraftan annemi de düşünüyorum,fakat bir türlü suçlayamıyorum.
Çünkü henüz beş günlükken annesi ölmüş, iki analık elinde büyümüş, fakat neler çekmiş bir bilseniz, yazmaya kalksam, muazzam bir kitap olurdu.
Aklını kullanmamış, tecrübelerini mukayese etmemiş, dost ve ahbaplarını, neye göre seçeceğini bilememiş, biraz gözü pek, fakat zavallı olan, beşer olmaktan kendini kurtaramayan bir insan.
Sevgili babam, r0;dünya varmış, yar yokmuş bana ner1; kabilinde olan, oldukça saf bulunan bir kişiliğe sahipti.
Caddeden karşıya geçmek için, bir kaldırımdan diğerine geçerken, en az beş defa araç geliyor mu diye bakıyordu.
Araç yoksa dahi karşıya, koşarak geçmeyi marifet sayarak, canının kıymetini biliyordu, fakat maalesef hanımına ve çocuklarına duyarsız kalıyordu.
Evin her türlü ihtiyacını ve yükünü, hanımına bırakan, kızdığı zaman gözü kararan, kendi halinde zararsızdı.
Bir ideali yoktu, hedefi bulunmuyordu, dedikodudan ve lüzumsuz sözlerden uzak kalırdı, beşer olmaktan kendini kurtaramamış iyi bir insandı.
Allahr17;tan akrabalar vesile olmuşlarda, Sümer bez fabrikasına girerek, iş bulmuşlar ve idarecilerin kurduğu kooperatiften nihayet bir ev sahibi olmuşuz.
Çok küçük yaşlarımda hatırlarım, babamın maaş alacağı zaman, Sümerr17;in kapısında beklerdik, bulamayınca babamı sabahçı kahvelerine gider arardık.
Yoksa mesai arkadaşları, kandırarak kötü olan yollara götürürler ve babam maaşı tüketmiş olarak, eli, avuçu bomboş halde eve gelirdi.
Daha hala sevgili babamın, beni bir gün kucağına alarak sevdiğini ve benimle ilgilendiğini, ve hatta kucağına alarak oğlum dediğini, maalesef hiç hatırlamıyorum.
Ben içimde hissettiğim, sevgi ve şefkat yokluğunu, babamı ve annemi daha çok severek, bilakis onlara bunu gösteriyordum, hatta birer çocuk gibi ilgilenerek, günlerimi geçiriyordum.
İşte o nedenle, Yahyalı kavacıkta yaşadığım güzellikleri ve sevincimi, bu insanlarla paylaşamazdım, zaten namaz dahi kılmıyorlardı.
Namaz dedim de; yakınlarıma yararlı olmak adına yaptıklarımı hatırladım.
Sevgili babama, anneme, ablalarıma namaz konusundaki, hassasiyeti ve önemini anlatarak, onların psikolojilerini bilmem sebebi ile çok zorlanmadım.
Bir Müslüman olarak, namaz kılmamak gibi bir lüksleri olmadığını ve başka bir kurtuluş yolu bulunmadığını izah ediyordum.
Zaten cehennemden bir ölçüde farksız olan, maneviyattan yoksun yaşantıları, daha fazla uzun süremezdi ve sürmemeliydi.
Bu konunun bir başka seçeneği yoktu, bu aşamadan sonra olmamalıydı, onlara bildiklerimi, dilimin döndüğünce anlattım ve olmazsa olmaz şartımı arz ettim!
Namazlarına başlamadıkları taktirde, onları terk edeceğimi, daha mı olmadı reddedeceğimi söylemek durumunda kaldım ve onlara bir mühlet verdim.
Rabbime sonsuz şükürler olsun ki, hepside namazlarına başladılar, Kurr17;an okumayı öğrendiler ve ben evlatları, kardeşleri olarak fevkalade huzur buldum, rahatladım ve o bu nedenle, en yakınlarıma karşı görevimi yaptığıma inanıyordum.
Yahyalı kavacık ziyaretimi ve orda yaşadıklarımı, arkadaşım Mehmetr17;e anlatarak, onunla hemhal oldum ve sevindim paylaştım. Mehmet te bende yaşamış gibi oldum, Allah senden razı olsun, diyerek sevincini izhar etti.
İşten servisle eve geliyordum, servis yeni mahalle meydanda durarak, burada inecekleri bekliyorduk.
Yorgundum, Mükremin hocayı, dolmuşun kapısını açarken fark ettim, bana yönelerek servisin yanına geldi.
Ve sevgilim ne diye inmiyorsun aşağıya, inan ki bak seni çok özledim ve asla bırakmam diyerek, kolumdan tuttu ve servis aracından aşağıya çekerek indirdi.
Sarılıp kucaklaştık, yine meşhur derviş bakkaldan bir karpuz alarak, hemen orada bulunan bir kasa üzerinde, keserek ikramda bulundu, çok ikram olmuştu sağ olsun, Allah geçmişlerine rahmet eylesin.
O an aklıma geldi ve Yahyalıda yaşadığım, unutulmaz hatıramı bir solukta sevgili Mükremin hocama da anlattım.
Dizlerime ellerini koyarak, o kadar şaşırmıştı ki, sanki rahmetlik babasını yeniden görmüş gibi sevinerek, anlatmaya devam etmemi arzuluyordu.
Meğer Hafız Mükremin hocam da, Hacı Hasan efendi diye bilinen ve benimde sohbetinden çok etkilendiğim zatı muhtereme intisaplıymış.
Bunu bilmiyordum ve o an öğrendim,fevkalade sevinmiştim.
Müsaade isteyerek, vedalaşıp ayrıldım, fakat yorgunluğumdan eser kalmamıştı, yeniden şarj olmuştum ve sükunete ulaşmıştım.
Bu kadar kısa bir zaman diliminde, bu kadar farklılaşmayı, nasıl ve ne şekilde izah edecektik.
Bizlere bu imkanları bahşeden, hiç ummadığımız anda vesile kılan Allahr17;a, nasıl şükretmeyelim ve niçin bundan mahrum kalalım.
Ankarar17;daki ablamın beyi, sürekli mektup yazıyor ve Kayserir17;ye yerleşmek istiyordu, benden yardım ve destek bekliyordu.
Bende en yakınlarımın her zaman, etrafımda olmalarını isterdim, çünkü küçüklüğümde ve gücümün yetersiz olduğu zamanlarda, yardımcı olamadığım ablalarıma bir vefa borcumun olduğuna inanıyordum.
Dolayısıyla yanımda olurlarsa, gözüm arkamda kalmaz ve elimden ne geliyorsa, katiyen esirgemez yardımlarına koşardım.
Zira bacılarım her zaman, benim için son derece önemliydiler. Ama ne zaman ve nereye kadar, bu tespitlerinde çok iyi yapılması gerekmektedir.
İş verenimiz Şaban beyler, organize sanayi bölgesinden bir arsa almışlar ve oraya fabrika kurmayı planlıyorlardı. Sık sayılacak kadar, toplantılar yapıyorlar ve durmadan araştırıyorlardı.
Bizde mutat olan işimizi yapıyor, günlerimizi geçiriyorduk, iş yerine sadece Milli gazete geliyordu ve bende fırsat buldukça bu gazeteyi okuyordum.
Fakat çok istikrarsız ve belli olmayan vakitlerde geldiği için, okuma şevkimizi azaltıyordu.
Gazetenin temsilci olduğunu bildiğim, Zeki Yılmaz isminde ki kişiye, neden böyle aksamalar oluyor ve şikayetçi olduğumuz halde, hala aksamalar devam ediyor diye sorunca, gözlerime baktı ve bir ah diye soluk aldı.
Siz bu gazetenin nasıl ve hangi koşullarda, alınarak dağıtıldığını bir bilseniz, bizlere sadece dua edersiniz deyince, zaten merak etme onu yapıyoruz, dedim.
Fakat sorun nedir, diğer gazete aboneleri niçin böyle sorunlar yaşamıyor, diyerek Zeki Yılmaza sordum?
Bayilerde neden erken saatlerde bulunuyor, yoksa siz başka yerden mi alıyorsunuz gazeteyi, diye yeniden sordum.
Tabi ki biz, bir kısmını Hürriyet gazetesinin sahibi olduğu ve Kayseri de bulunan Burçak dağıtım bayisinden alıyoruz, dedi.
Abonelerden ücretleri toplayamayınca gazete bayisine ödeme yapamıyoruz, dolayısıyla Milli gazeteyi almak ve abonelere dağıtmak için bayiden o günün gazetesini alamıyoruz dedi. Bana oldukça garip gelen bu mazereti söyleyince.
Yinede içim yandı, fakat başkaca sorunların olacağını tahmin ediyordum.
Zira düşüne biliyor musunuz, bir esnaf şehri olan Kayseri de abone paraları toplanamayacak!
Ve bu nedenle son derece aktif olan bir gazete, dağıtılamayacak, öylemi diyerek yeniden sorunca?
Zeki Yılmaz efendi de, müsait olduğumda bir ara geleyim, sorunları teferruatlıca konuşuruz, diyerek ayrıldı.
Yalnız bu durumu içime sindiremedim, sinirlendim, nasıl böyle bir gazete, yüz elli aboneye dağıtılır ve desteklenmez ve sahipsiz kalır?
Bunların bir izahı olmalıydı, dolayısıyla Zeki Yılmaz efendi, gazete dağıtmaya geldikçe, samimiyeti artırdım ve problemin kaynağını tespit ettim.
Temsilci olan Zeki efendi, aynı zamanda kanepe, halı vs. pazarlayarak, ticaretle de uğraşıyormuş, her ne olduysa zarar etmiş.
Zeki Yılmaz paraya sıkışınca, daha önce müşterilerinden sattığı mala karşılık, onlardan teminat adına aldığı, ne kadar açık senet varsa, hepsini icraya koymuş.
Borçlarını ödemiş bulunan ve bir kısmını ödemeye devam eden, müşterilerin hiç birini ayırmamış, bunu hareketi anlayabilmek tabii ki mümkün değil.
Evlerine icra memuru giden bu insanlar,şaşırmışlar ve sinir küpü olmuşlar, bir insana güvenmişler, borçlarını ödedikleri halde senetleri dahi almamışlar, nereden bilsin bu insanlar, başlarına gelecek bu talihsiz olayı.
Asıl olan, sadece güven noktasında ki zannımız değildir.
Tedbiri asla güvenden ayrı düşünmeyerek, alınması gereken önlem ve olması gereken her şeydir.
Zira insandır bu, nefsine, iblise kapı araladı mı, çıkış yollarının kolay olduğunu, hiç durmazlar,telkin ederek hemen öğretirler.
Dolayısıyla aklını, mantığını, tecrübesini ve özellikle bilgisini bir kenara bırakarak, muğlakta kalmayı başarırlar ve ne yazık ki duygularının emrine girerler.
Netice ne itibariyle, güvenen ve maneviyatına önem veren, bir okur kitlesinin, dini nitelikte sayılabilecek, yayın organı durumundadır.
Bu milli gazeteyi, ahdine vefa göstermeyen, güvenilmeyen, topladığı abone paralarını şahsi borçlarına vererek, gazeteyi ipotek altına aldırmayı başarmış.
Devamlı kendine acındırarak, adam olma vasfını hoyratça harcayan, bir kimlik sahibi ve herkesten medet uman aciz bir vatandaş portresi.
İşte ben temsilcilik yapan Zeki Yılmazı tanıyarak, bu tespitleri yapmak durumunda kaldım ve bu kanaate vardım.
Böyle bir kişilik sahibi bulunan birey, bu gazetenin asla temsilcisi olamaz ve olmamalıdır dedim. Daha sonra ilgililerin maksatlarını ve düşüncelerini öğrendim.
Görüşebildiğim insanların geneli biliyoruz fakat, çaresiz kalıyoruz diyorlardı. Tabi ki bu gerekçeler de manasızdı, sabırla sineme çekildim ve çalışmaya devam ederek, sırlarıma havale ettim.
Organize sanayide kurulacak fabrikanın, temelleri atıldı, bir zaman sonra, beton atma işleri bitmişti ve duvarları örme vakti gelmişti.
Çalışan, elinden iş gelen elemanlar, servis kamyonunun arkasına briketi doldurarak, fabrikaya boşaltıyor ve böylece birkaç servis yapıyorduk, yani kısaca inşaat işleriyle daha çok uğraşıyorduk.
Ellerimiz derileri açıldı, yara oldu, yoruluyorduk, öğle yemeği olarak ta, hiç yağda pişmemiş, eti dahi bulunmayan,yani mideyi tutmayan sebze türlerini yiyorduk.
Mırıldananlar, hak arayanlar çoğalmıştı, bizler amele miyiz ki, bu işlerde çalıştırılıyoruz, o halde yevmiyemizi neden o hesaptan yapmıyorlar, diye haklı gerekçelerle soru soranlar ve bizleri cevap bulmakta yoranlar çoğalmıştı.
Çünkü bu müessesenin sahibi bulunan yönetici insan, vatandaşlar gibi İslâmr17;ı, sadece bir din olarak görmüyorlardı.
İslâmr17;ı bir hayat nizamı olarak değerlendirerek, bu düşünceden uzak bulunan insanların, kimlik sorunu olduğunu söylüyorlardı, bu nedenle farklı bir konumda bulunuyorlardı.
Fakat maalesef, iyi çalıştırmanın haricinde, çalışanların lehlerine tezahür edecek, müspet bir adım katiyen yoktu ve bulamıyorduk.
Bu bakımdan, diğer iş yerlerinden hiçbir farkı bulunmuyordu, ben artık arkadaşlara cevap bulmakta tıkanmıştım, bu sebeple sürekli şehir dışına çıkmak istiyordum.
Bunları kime anlatacaktım, nasıl izahat yapacaktım, İslamr17;ı kimlik olarak almış, belki dinimi daha iyi yaşarım düşüncesiyle, tarikata balıklama atlamış gibiydi.
İş yerinde çalışanların dertlerinden habersiz, zira oldukça ilgisiz bulunuyordu, çalışan elemanları eniştesi Ali Şahan beye, havale ederek yükü üzerinden atmış, ve küçük kardeşi Recep beyi, her şeyden sorumlu idareci yapmış görünüyordu.
Oldukça çalışkan, sabah erkenden kalkan, sürekli araştıran, insanları kırmaktan sakınan, sabrı kuşanan, iyi huylu, oldukça uyanık, ibadetine düşkün, kıyafetini yakıştıran, hafızasına güvenen ve bol hırsı olan, bir insandı Şaban ağabey.
Ablam, eniştem artık benden haber bekliyorlardı, onlara buradan bir ev tutarak, Ankara dan, Kayseri ye gelmelerini sağlayacaktık, enişte beye iş buldum, bekleniyordu fakat, çok zorlanıyordum kiralık ev yoktu.
Sabah namazından sonra Mükremin hocama, sevgili hocam, ablamgili Ankara dan getireceğiz, lakin acilen bir kiralık ev bulmamız gerekiyor, bize bu konuda yardımcı olursanız, büyük sıkıntıdan kurtarırsınız dedim.
Sağ olsun hocam da, ne demek, elimizden geleni esirgemeyiz, hemen eşe dosta haber vererek arayalım, ama çok acilse, bizim bir bodrum var birlikte bakalım deyince içimde çok rahatladı.
Çünkü her kiralık evi tutabilecek durumları yoktu.
Bodruma baktık fena değildi, hiç yoktan iyiydi ve idare eder gibi görünüyordu, yanız hocamın bizden bir ricası vardı.
Bu rica şu imiş: televizyon seyretmek tamamen yasak ve radyoyu da yüksek sesle dinlemek, mümkün değil diyordu.
Enişte beyle bu sorunları konuştum, bu koşullara rağmen şartları kabul etti ve kira bedeli karşılığında hocamın evini tuttuk.
Henüz iki gün dahi geçmeden, eşyalarını yükledikleri bir kamyonla, sabah erkenden çıkıp geldiler.
Sabah saat 05 ten sonra aceleyle hemen, iş kıyafetimi giyerek hızlı bir şekilde, Hafız Mükremin hocamın, oturduğu apartmanın önüne geldim.
Kiraya tuttuğumuz evin, anahtarını hocamlar dan alarak, eşyaların taşınmasına müsait hale getirecektim.
Apartmanın bahçe kapısı olan, metal dış kapıyı açarak ilerliyordum ki, karşıma aniden bir bayan çıktı. Çok kısa süren ve bir anlık diyeceğimiz karşılaşmada, bayanın dikkatimi çeken tarafları şöyleydi:
İnsana suhulet rahatlığını veren bir yüz ifadesiyle, üzerine yeşil ağarlıklı, beyaz ve füme renklerin desen halinde serpiştirildiği emprime kumaştan bir elbiseyi giymiş bulunuyordu.
Hiç görünmeyen saçlarını, renkli bir yazma ile kapamış, elbisenin etek uzunluğundan artan bölümü, pazen bir pijamayla tamamlamış görünüyordu.
Ayağına terlik giymiş, fakat çorap bulunmuyordu, böyle bir vaziyette, karşıma aniden çıkan aynı bayan.
Zayıf olmayan, yüzü kızaran, konuşmakta zorlanan bu güzel kızcağız, elindeki anahtarı uzatarak, hacı abi,evin anahtarını getirdim buyurun dedi.
Belki gariptir fakat o an, oldukça hoş bir his ılık, ılık içime aktı.
Peki bacımız teşekkür ederim diyerek, anahtarı elinden aldım ve geriye dönerek beni bekleyen çalışmalara koyuldum.
Eşyaları indirerek yerleştirmeye gayret ediyorduk,ablamlar aniden ve erkenden geldikleri için, kimseye de söyleyememiştik, dostlar nasıl yardıma gelinsinler.
Saat 10.00 civarıydı,annem soluk soluğa gelerek,beni bir kenara çekti, oğlum kızmazsan, sana bir şey söyleyeceğim dedi.
Tamam anne söyle kızmam dedim,
Söz ver demesin mi,ya anacığım her neyse haydi söyle,işimiz çok, bunu sende biliyorsun ve hala beni oyalıyorsun bak deyince bir solukta.
Bak oğlum, hocanın evindeki hanım kızla tanıştım ve hocanın kızı olduğunu öğrendiğim.
Çok beğendim bu kızı, kibar mı kibar, hanım hanımcık,cana çok yakın öyle tanıdım, sende bir şekilde gör, benim şimdiye kadar, hiçbir kıza böyle içim ısınmamıştı, ne olur beni kırma diyerek yalvarınca.
Anacığım belki yanılıyorsun, hocanın kızı falan değildir, belki gelinidir, kendini boş yere heveslenerek yorma.
Eğer hocanın kızı olsaydı, mutlaka benim duymam lazımdı,haydi ben duymadım diyelim, fakat en azından Mehmet duyardı,dedim.
Annem, benin kararlı ve kendimden emin tavrımı görünce, tereddüde düşerek,üzüntülü bir vaziyette yanımdan ayrıldı, ben yeniden işlere daldım.
Belki kırk beş dakika sonra,annem yeniden,yukarı kattan hızlı indiği için, nefes nefese büyük bir sevinçle,yine yanıma geldi ve oğlum inan ki bak, hocanın kızıymış, gelini değilmiş,tekrar tekrar sordum aynısını söyledi bana dedi.
Baktım ısrarlı ve çok kararlı,nereden biliyorsun,nasıl tanıyorsun,bu tespitleri ne zaman yaptın deyince.
Evladım siz eşyaları indirirken, beni evlerine davet ettiler,bende olur diyerek yukarıya çıktım, hocayı göremedim, neredeyse yok, ailesiyle tanıştım.
Mutfakta sizlere kahvaltı hazırlamak için,kızartma yapan hanım kızla, usulca konuştum,bizzat ona sorarak,hocanın kızı olduğunu öğrendim.
Hocanın evinde bekar üç kızı varmış, bir de tanıdığım kızın, küçüğü olan oğlu varmış, toplam sekiz kardeşlermiş, ağabeyleri ve üç ablası evliymiş,diye söyleyince.
Şaşkınlık annemden bana geçti,tamam anacığım iyice,eksiksiz neyin ne olduğunu iyice öğrenelim ve daha sonra karar verelim dedim.
Ama emin ol anne,bana söylediklerin doğru çıkarsa ve geçineceğine inanıyorsan benim hocamın kızını görmeme gerek bile yok dedim.
Böyle bir insanın kızını, gözlerim kapalı olarak ve büyük bir huzurla kabul ederim, sen merakta kalma olur mu diyerek ayrıca tembihledim.
Allah razı olsun kısa bir zamanda çok güzel hazırlık yapmışlar, fevkalade bir sofra hazırlamışlar.
Üzerine kıyma serpilmiş, biberlerle süslenmiş, domateslerle diriliği sağlanmış, patateslerle donatılmış enfes bir kızartma, yanında yumurtalar haşlanmış, peynir ve çeşitli nevalelerde cabası.
Bu sofranın hazırlanış biçimi dahi, mutmain olmama,huzur bulmama yeterli bir sebepti, zira bayanların, hanımefendi olma istidatları, her bir eylemlerinde ve özellikle hizmetlerinde en bariz şekilde kendini gösterirdi.
Zarafet,estetik,dizayn ve mükemmeliyeti sağlayan faktörler, eğitim alınmadan ve düşünülmeden bir araya gelmeleri mümkün değildi.
Bizler ise düşünen insanlara hasret kalmıştık.
Çünkü toplumda mantıklı ve anlamlı yaşamanın eksikliği, o kadar fazla gözleniyordu ki, manasızlık ve malay anilik, alelâdelik ve tembellik, sanki at başı, yarışına çıkmışlardı.
Ben henüz askerliğimi yapmadan, kesinlikle evlenmeyi düşünmüyordum,şartlarım elvermiyordu ve kanaatim bu yöndeydi.
Fakat öyle enteresan ki, şimdi farkında bile olmadan, evliliği düşünmeye ve hayalini kurmaya başlamıştım.
Evet annemin söyledikleri aynen doğruymuş,hocamın kızıymış o nedenle, fazla söze gerek yoktu, kararımı vermiştim ve anneme dedim ki;
Anacığım hiç çekinme artık önün açık,benim kızı görmediğime tasalanma sen, gönlüm huzurlu,içimde hiçbir kaygım yok emin ol dedim.
Hocam gibi bir insanın kızına talip olmam ve bu yönde kısmetimin çıkması, oldukça manidardır.
Özürlü dahi olsa kabulümdür, yeter ki yaptığı her bir şeyi Allah rızası için yapsın ve her yaptığının bilincinde, farkında ve şuurunda olsun, bundan daha fazla ne isteyebilirim diyerek devam ettim.
Sen hangi vakit, uygun görürsen, hocamın kızına talibim, damatlığına aday olduğumu, tez zamanda söyleyin,diyerek müsterih olduğumu ifade ettim.
Benim ve annem açısından bir mesele kalmamıştı ve artık karar verilmişti,hocalara dünürcü gidilecekti.
Baharat sevkıyatı için, Adana istikametine gidecektim.
Hazırlıklarımızı yaptık, sabah erkenden yola çıkacaktık, anneme gelişmeler nasıl, hocamla konuştunuz mu, kızın tavrı hangi yöndeymiş,konuşa bildiniz mi dedim.
Annem evet oğlum, hocayla konuştuk dedi, ama annem üzgündü, peki sonuç ne oldu, anlat dinleyelim dedim.
Kız konuşurken dinliyor, tebessüm ediyor, çekip gitmiyor, onun için gönlü var sanıyorum, fakat o evde her şey hocadan bitermiş, hoca ne derse, aynen uygulanırmış dedi.
Tamam zaten öyle olması gerekmiyor mu,peki babası ne diyor deyince,hoca diyor ki, kızımı verecek olsam Mustafa dan daha iyisine verecek değilim.
Daha yeni oğlumun düğününü yaptık, çok borçlandım,yeni bir borçlanmaya giremem, o nedenle henüz kızımızı vermeyi düşünmüyoruz.
İki, üç sene sonrası içinde bir şey söylemem doğru olmaz, dolayısıyla size kati söz veremem diyerek mevzuyu kapatıyor,dedi.
Tamam anacığım mesele anlaşıldı,hocam haklı,bir müddet sonra bir daha yoklama yaparsınız ve düşünme fırsatı bırakmadan, asıl dünürcü olursunuz.
İnanıyorum ki o zaman, bu hayırlı mesele çözüme kavuşmuş olur dedim.
Ve hemen arkasından ekledim, anne tasalanma artık bu işi olmuş bil, böyle hayırlı sonuçlanacağına yürekten inanıyorum, dedim. İçim oldukça ferahlamıştı, bu vaziyette şehir dışına, Adana ya gidebilirdim.
Nitekim öylede yaptım, işin yoğunluğuna kendimi bıraktım, zamana dahi bakmadım, çünkü yorulmuyordum, iş bitiyor fakat ben, çalışmak istiyordum, tüm hücrelerim, en canlı vaziyette, teyakkuza geçmişlerdi.
Bütün kaslarıma, bitmez bir kuvvet gelmiş, gönlüm ferahlamış, içimde kıpırdanmalar başlamış ve yıllarca baskı altına aldığım, çırpınan hislerime kapı aralanmıştı, onun sevinciyle olsa bile.
Sinem, meltem rüzgarının okşayan, esintisinin serinliğinde, yirmi üç yıl boyunca, gönlümün en ücra köşesinde ve bitmeyen bir umutla beklediğim.
Erkek, eş, efendi ve baba olmanın, anlamını kazandıran ve onsuz olan hayatı manasız kılan, faktörlerin temsilcisini bulmuştu.
Bir anda, canlı, diri, dinamik potansiyel enerjiyi, mantık, plan ve stratejik ilkeler doğrultusunda,
Sevk ve idare etmek, yönetmek, dolayısıyla geçiş planı dahilinde, üretim yapmak, üretilen ürünün maliyet hesabını ve meydana geliş sürecini, aşamaları, zorlukları, irdeleyerek değerinin anlaşılması sağlanacak,
Ve o anlamda, üzerinde titizlikle durularak, yıpranma, yozlaşma etkileri hesaplanarak, ön tedbirlerin alınması ve gerektiğinde, koruma yöntemlerinin geliştirilmesi planlanacaktı.
Çalışırken, otururken, yemek yerken durmuyor, bunları düşünüyordum, geleceğimi, aldığım sorumluluğu ve yükümün önem ve rüknünü idrak ediyordum.
Bana böyle kısa zamanda,duygular bütününü, bir buket gibi sunan,Cenabı Hakka nasıl hamd etmezdim.
Adana da çok aşırı sıcak vardı, terlemiştim sokağın köşesinde, seyyar olarak satış yapan, terleyenleri soğutan ve vişne renginde bir içecek olan, çok insanın sıraya girerek aldığı, bu içeceği;
Bir solukta, boğazından aşağıya indirdiği ve benimde merakımı celbettiği, içmek hissimin belirdiği bir anda, yaklaştım, baktım, sakinleşince ortalık, seyyar satıcıya seslenerek birader bir bardakta bana ver dedim.
Vişne suyu olduğuna inandığım, içeceği aldım, içimin yanan hararetini, normale getirmek niyetiyle,hemen içmek için aralıksız yudumladım.
Fakat bir anda şaşırdım kaldım, bir bardağa baktım ve bir de satan adama, durumu anlamaya çalıştım, fakat ne mümkün anlamak, içinden çıkılmaz bir hal aldım.
(devamı nakşeden izler 4 te)