- 291 Okunma
- 3 Yorum
- 9 Beğeni
hepimizin hikâyesi
Tanrı’nın suskunluğunda Habil’in sesi, amber gibi boynuna dolanır; en ağır yük, kardeşin kanında saklıdır.
vakti zamanında, evrenin kılcal damarlarında henüz hayat dolanmıyorken, zamanın kanatları bile nefes almamış, anka kuşu göğün sonsuz maviliğinde tüylerinden birini hiç toprağa bırakmamıştı. dünya, o ilk yüce sessizlik içinde kaybolmuştu; her şey yaratılışın derin iç çekişlerinde şekilleniyor, kaderin iplikleri henüz tanrının elleriyle düğümlenmemiş bir boşlukta salınıyordu. işte o vakitlerde, habil ve kabil, insanlığın henüz yontulmamış ilk taşları gibi, saf ve ağır bir hakikatin peşinde yürüyordu. kol kola verdikleri bu yürüyüş, kaderin akışını değiştirecek kadar masum, ama aynı zamanda kaçınılmazdı. zira dünya, onların ayak izleriyle çatlayacak, kavgalarıyla şekillenecekti. fakat o an henüz gelmemişti; sadece gökyüzünde asılı duran ve düşmeye niyetlenmeyen bir anka tüyü kadar hafifti zaman.
ama bu sakinlik, pek uzun sürmedi. ufkun en uzağından bir seyyah belirdi; kara sakalları seyrek, yüzü zamanın yorgun izlerini taşır gibi ucube ve bozuk bir peynir kokusu yayardı. omuzlarına asılı küfeler, içlerinde görünmez bir ağırlık taşıyor, bu ağırlık, yağmur suyunu toplayacak bir görevin kudretiydi. dünya kuraklığın pençesinde inlerken, o seyyah sessizliğin kalbine doğru adım adım yürüyordu. kabil ise, boynunda asılı duran işlenmemiş bir amberle çölün yaktığı yolları aşıyordu. o amber, sarı ile kırmızının arasında bir alaz gibi parlıyor, ama gerçek gücünü yalnızca gökten dökülecek bir yağmurla gösterecek kadar sabırla bekliyordu. bu sabır, göğün kalbinde yankılanan kadim bir sırdı; tanrıların bile unuttuğu bir hakikatti. kabil, kahinin söylediği gibi bu amberi sadece halkına gösterecek, onları henüz ayak basılmamış topraklara götürecekti. ancak ne o, ne de halkı, amberin içinde saklı olan o büyük sırrı henüz çözememişti.
kabil’in her adımında, sarının en sıcak tonlarıyla yanan çöl, boynundaki amberin serinliğinde soluklanıyor, kabilesi onun peşinde sıcaktan kavrulan toprağı serinlik arzusuyla ishal ediyordu. fakat seyyah, kabil’in yürüdüğü yolun tam tersine adım atıyordu. bir noktanın iki ucu; hayat ve ölüm, doğu ve batı, hay ve hu’nun arasında ince bir çizgi gibi geriliyordu. seyyah, elindeki deri kılıfla güneşi bir pusula misali kullanarak, yolu kısaltmaya çalışıyordu; ama o ne kadar yürürse yürüsün, sanki adımları kabil’in izlerine bir türlü ulaşamıyordu. yol, ona inatla uzuyor, dünya bir sonsuzluk döngüsünde sıkışıyordu.
yarım anka yılı süren bu yürüyüşün sonunda, gökyüzü birden karardı. fırtına, kabil’in izlerinin peşine düşmüş gibi, göğün derinliklerinden kopup geliyordu. o anka tüyü, havada süzülmekten vazgeçmiş, bir fırtınanın habercisi olmuştu. seyyahın adımları hızlanmış, fakat fırtına onun peşini bırakmıyordu. kabil, bu fırtınadan az evvel bir dağın yamacında durdu. göğün delinen yerlerinden yağan yağmur, kabil’in alnına dökülmüş, her bir damla boynundaki amberi daha da serinletmişti. lakin o yağmur, sadece kabil ve kabilesine ulaşan bir lütuftu; seyyah, bu lütuftan nasiplenememişti. onun küfesi, hala boştu; yağmur, onun adımlarına değmiyordu. fakat seyyah, sabırla yürüyordu, her adımı toprakta derin izler bırakıyordu.
toprak ise, seyyahın geçtiği her yerde sanki onu reddediyor, ona boyun eğmiyordu. anka tüyünü peşine düşen fırtına, onun arkasında patlayan bir sessizlikle yoluna devam ediyordu. fakat seyyahın gözlerinde bir inat vardı; o tüyü bulana dek durmayacaktı. o anka tüyü, dünyanın en büyük sırrıydı; ama tüy, yerini bir türlü açığa vurmuyordu. seyyah, kabil’in izlerinin peşinden yürümeye karar verdi. ama tam da o anda, tüy birden kurudu. kuruyan tüy, beraberinde bir yıkımı getirdi; fırtına, toprağı delip geçerken seyyah amberin içine sığındı. tufan, amberi sarıp sarmalarken, dünya yeniden şekillenmeye başladı.
amberin içinde yaşayan seyyah, tufandan korunmuştu; ama dışarıdaki dünya, bir kaosun ortasında kıvranıyordu. amber, seyyahı göğün derinliklerine kadar yükseltmiş, ona dünyanın kalbinde yanan bir ateşi göstermişti. fakat bu ateş, tufandan kurtulan her şeyi yutmaya hazırlanıyordu. seyyah, amberin ortasına doğru yürüdükçe, zaman bükülüyor, dünya kendi ekseninde yeniden dönmeye başlıyordu. tufan-ı afet, önüne kattığı her şeyi uçuruyor, taşları, dağları, insanları birer kum tanesi gibi savuruyordu. ve tam da o sırada, seyyah bir şey fark etti: amber, artık ona ait değildi. o amber, toprağa doğru saplanmış, yerin derinliklerinde kaybolmuştu.
fırtına dinmişti, sessizlik çökmüştü. amber, toprağın içine gömülmüş, orada sonsuz bir uykuya dalmıştı. ve dünya, bir kez daha sessizliğe büründü. kabil ve habil, boyunlarındaki amberin ağırlığını hissetmez olmuştu; toprağın altında yankılanan bir uğultu, onların ruhlarını sarıyordu. kabil, boynundaki amberle gözlerini kapatmış, dünya onun nefesiyle yeniden şekilleniyordu. fakat bu şekillenme, sadece bir yanılsamaydı. o sırada, seyyah, tufanın gölgesinde kalmış bir dağın eteğinde, kabil ve habil’i izliyordu. ama onların kaderi, amberin sırrıyla mühürlenmişti.
dünya, amberin sonsuz derinliklerine çekilmişti; toprak ve kan, birbirine doyamamıştı. savaş ve ölüm, kabil’den bugüne süren bir lanet gibi, bu kadim toprağı sarmıştı. barut kokan tabutlar, kanla sulanan toprak; amberin gömüldüğü yerden beri anadolu’nun derinliklerinde yankılanıyor. ve o yankı, ne zaman dinecek, kimse bilmiyor. zira amberin sırrı, sadece anka’nın tüyü tekrar yere düştüğünde açığa çıkacak. o zamana dek, dünya sessizce dönecek, fırtınalar dinmiş gibi görünecek. ama hakikat, hep bir yerlerde gömülü kalacak.
Tanrı, Habil’in kanını amber gibi toprağa mühürledi; o günden beri insanın kaderi, kendi kardeşinin kanında yanar.
YORUMLAR
bütün bu hengamenin, korkunun, adaletsizliğin, vurdumduymazlığın üstüne, içilen onca içkinin, yapılan onca duanın akıbetini sorsak?
bütün bu gerçeklik karşısında tanrının ya da tanrıların umursamazlığından başka ne olabilir ki?
hayat, kısa ya da uzun boylu bir tiyatro oyunu, ve her canlı kendi rolünü oynar. ve bizler sonlanmayan bu oyunun sadece ama sadece kabahatleriyiz!
:)
ve aslında ol kahramanlara dair
en akıcı, gerçekçi bir hikaye dinledim kaleminiz ışığında yazar.
sonra Anadolu'yu düşündüm, bir ara burayı bile
ve gözümü yere dikip sustum sonra
kulaklarımda Ahmed Arif ve koca sesi " Anadoluyum ben, duyuyor musun?"
duydum kardeşlik baharlarına umudu hiç eksik etmeyerek usta.
eyvallah.