Öyleyse senin isminde bundan böyle Merkez olsun
TOZLU RAF adlı yazmaya yeni başladığım bir kitaptan alıntı.Bu kitapta kıyıda ,köşede unutulmuya yüz tutmuş,edebiyat kütüphanemizin raflarında üzeri toz bağlamış hikaye ve yazılara yer verilecektir.
Tevessül bizden,mukadderat Allahtan .
*
Zaman, acayip bir kavram. Kimine göre uzun, ağır bir yük; her anı ayrı bir ıztırap, yüzlere çizgi, sırta kambur, bellere büküklük verir. O kişinin bedeni, ruhuna göre çok büyük, çok geniştir, zavallı ruh boşlukta sallanır, sallandıkça daha bir küçülür, zavallılaşır.
Ne bu dünya, ne öteki dünya için umut beslemez, yine de ölümü özler. Çünkü yükü taşımaktan yorulmuştur, kusuru âleme, âlemin Düzenleyicisi’ne bulur; pek tabii değiştirme gücü yoktur ama, "Şöyle olsaydı, böyle olsaydı" der kendi kendine.
Sanki bütün mevsimler ilkbahar olsa, yahut ebedî gençliğin sırrı keşfedilse, belki de güneş doğudan doğacağına, batıdan doğsa, gündüzleri geceler takip etmese., zaman, öyle büyük bir yük gelmeyecektir o kişiye, işte öyle düşünür, ölümü özleyişi, sırf kaçış içindir. Kendinden, çevresinden, tenkit ettiği kâinat düzeninden, kaçış!
Kimine göre de, zaman; yeniye, güzele, bilgiye., ölümsüze açılan geniş bir kapıdır. Onun için, her anın ayrı bir değeri vardır; yüze çizgi, sırta kambur, bellere büküklük.. ah bunları hiç düşünmeyecek kader, "Hakikat yolunu" aramaya dalmıştır o. Fani bedeni, ruhuna dar, çok dar gelir. Çünkü o ruh, enginlere açılmaya mütemâil, zamanı hapsedivermiş avuçları arasına, kâinatın Ulu Yaratıcısı’na imanı tam, âlemin düzenini tenkit etmek değil, o mükemmel âlem içinde, Büyük Yaratıcı’ya, dem dem yaklaşma emelinde...
işte hikâyemiz, böyle bir kişi üzerinedir. İçimizden biri... Asırlar önce yaşamış, ne gam, imanının şavkı, hâlâ temiz alınlarda parlamakta: isteyenlere, dileyenlere hâlâ yol göstermede...
Germiyan ilinin Sarımahmutlu köyünde bir ince delikanlı vardır; güzel yüzlü, pek iyi huylu, ilim âşıkı bir genç. Gün geçmiyor ki, yüreğinde, yeni bir soru filizlenmesin. Aç, çok aç., tek gerçeğin nuruna erişme hevesinde; fakat yollar pek çeşitli ve çetin. Delikanlının çetinden, zordan korkusu yok, "Ha.." desen, çileye hemencecik, hazır!
Yalnız hangi yol, nasıl, ne zaman?... Delikanlı huzursuz, delikanlı kararsız... Köyü dar gelir, ili dar gelir, İstanbul’a atar kendini, medrese talebesi olur. Rahatlamış mıdır şimdi? Ne gezer.. Öğrendikçe, bilgi pınarının tükenmez olduğunu görür.. Gördükçe kâinatın içinde küçülür, zerreleşir.. şaşırır!...
Medresede molla arkadaşları vardır, ona, erenler meclisinden söz açarlar. Kocamustafapaşa’daki dergâhtan bahsederler, Sümbül Sinan Efendi’yi anlatırlar. Delikanlı garip bir merakla dinler, dinler ama konuşunca dili serttir, suçlayıcıdır : "Şeriatsızlar meclisidir o.. Ne ararsınız, ne bulursunuz orada." Der, der ancak o garip merak sanki bir kurt olmuş, gönlünü kemirmektedir.
Öfke, ince bedenini sarmıştır; görmeden, tanımadan, bilmeden Sümbül efendiyi suçlar. Sanki kudretli bir nefes, şiddetli bir rüzgâr sarmıştır çevresini, onu, Kacamustafapşa’daki o dergâha çeker. Delikanlı direnir. Direndikçe merakı artar. Geceler gündüzleri kovalar, delikanlı sararıp solar, yüzünde yalnız gözleri iki kor gibi parlayıp yapmakta, bakışları sonsuz bir hasreti dile getirmektedir...
Nihayet bir gün, delikanlı, boynu bükük, gözleri yerde bir gölge gibi süzülür dergâhtan içeri. Güzel bir yaz akşamıdır, yine her zamanki gibi, âyini seyretmek, va’zı dinlemek için her semtten misafirler doldurmuştur orayı. Delikanlı kendini saklamak ister, bir direğin arkasına gizlenir. Niyeti biraz dinleyip, hemen kaçmaktır.
Derken vakit gelir, Sümbül Sinan Efendi va’za başlar, işte o zaman akıl erdiğinden, gönül duyduğundan bu yana delikanlının içinde debreşip duran "şey" durulur. Bir sükûnet sarar içini, gözleri kapanır, gönlü açılır... Kelime kelime ışık düşer karanlıkların üstüne.
Hemen kaçmak mı? Hayır, delikanlı dalmış gitmiştir. Birden O zatın kendisinden bahsettiğini duyar, gerçi, cemaate hitap ediyordur ama : "Sizler bu dediklerimi anlıyor musunuz; anlayamıyorsunuz. Çünkü ben, sadece o direğin ardında saklanan için konuşuyorum, onun dilini söylüyorum. O, anlıyor!" Demiştir.
Bir korkudur sarar delikanlıyı; kalbi çatlayacakmış gibi çarpar. Şeyh efendi ne biliyordu, ne kadar biliyordu, nasıl?... Sonra emir üzerine onu alıp huzura getirdiler. Delikanlı bir şey diyemedi, gözlerini yerden kaldıramadı. Uzun bir halvet faslı sürdü. Ne konuştular, ne dediler?... Söyleştiler mi, yoksa gönüllerini mi dinlediler?... Kelimelerin ardındaki mânâlara mı erdiler, yoksa çok ötelere mi geçtiler?... Bilemeyiz ki.
Yalnız o gün, hırka giydi delikanlı ve çileye soyundu. Günlerden bir gün, Sümbül Efendi, dervişleri ile sohbet ediyordu. Söz açıldı, yeri geldi, Sümbül Efendi sordu ; "Âlemi siz yaratmış olsaydınız, nasıl yaratırdınız?..."
Bu büyük bir sualdi, cümlesi kendince, gönlünce, erdiğince bir cevap bulmaya çalıştı, söyledi. Delikanlı hiç konuşmuyordu. Şeyh, ona hitap etti : "Ne dersin, âlemi sen yaratmış olsaydın..." Delikanlı mahcup, fakat ışıl ışıl tebessüm etti : "O âlem ki, her şey merkezinde, en güzel yerinde... Hiç bir şeyi değiştirmek, nizamı bozmak mümkün olmazdı efendim."
O ışıl ışıl tebessüme, Sümbül Efendi de gülümseyerek karşılık verdi, bakışları birleşti : "Beklediğim cevap buydu oğlum, öyleyse senin ismin de bundan böyle Merkez olsun. Merkez efendi, diye çağrıl..."
İsmi kondu, delikanlı şükür secdesine vardı. Zaman, avuçlarındaydı artık. O, zamandı. Ölümsüz’e, Tek’e doğru bir büyük kapı açılıyordu...
Emine IŞINSU
YORUMLAR
redfer
İyi ki varsınız.
Allah'a emanet olun.