ÖNCE SEVGİYİ KAYBETTİK
Nefsimize zulmetmekteyken, nefsinin sahibini hatırlayıp O’na teslim olabildik mi.O’na yönelebildik mi … Bağışlanmak için, bağışlayabildik mi nicesini… Ve kazanmak için rıza-i ilahîyi, feragat edebildik mi cümlesinden... Ölümüm ve hayatım Rabbim içindir diyerek geçebildik mi ömürden ve ölümden…
Sır burada…Sevmek bu kadar güzelken .Önce sevgiyi kaybettik.Bizler her şeyden önce farkındalığımızı yitirdik Rabbimize ve İslam’a karşı.
Söylediklerimizi, cümlelerimizi samimiyetsizlik noksanlaştırdı. İnançlarımızın gereğini tam olarak yapmadan, başkalarını inandırmaya çalıştık kendimize.
Özü sözü bir olmakla yükümlü tutulan Müslüman’ın özüne riya yerleşince, sözü tesirini yitirdi. Bu yüzden karşımızdakine tesir edemedi sözlerimiz.
Oysa Kur’an’ı hakkıyla okusaydık ve dinleseydik çağlar ötesinden seslenen Efendimizin sözlerini görecektik ve anlayacaktık ki, söze bile gerek yoktu bazı şeyleri anlatmak için.
Konuşmadan, yaşayarak anlatılabilirdi... Yaşayamadığımız için anlatamadık... Kur’an’a olan saygımız, onu duvarlara asıp bırakmamıza, tozlu raflara terk etmemize engel olamadı.
Bir Müslüman’ın yol ve hayat rehberi olan Kur’an, bırakıldığı yerde öylece kaldı yıllarca. Baş ucu kitaplarımız hep başka kitaplar oldu.
Kısa ömrümüze nice kitaplar okuyup sığdırdık ama asıl kitabımızı okumayı, anlamayı, rehber edinmeyi erteledik hep. Sayfalarını eskitircesine okumak varken, çoğu kez sadece ölülerimizin ardından okuyup kenara bırakmakla yetindik.
Bilenerek güçlenirdi iman... Sorgulamakla, aramakla, merakla, öğrenmekle, tanımakla ve nihayet yolun sonunda Rabbini bulmakla güçlenirdi.
Kolaya kaçtık... Kulaktan dolma bilgilerle yaşamaya ve yaşatmaya çalıştık İslam’ı. Hâlimizle, hareketimizle tam bir Müslüman gibi davranamadık belki de.
Sözüne güvenilmeyen, yaptığı işe, attığı imzaya itimat edilmeyen bir millet izlenimi, bir Müslüman algısı var çağımızda artık. Ümmet-i Muhammed’e benzemekten uzak bir ümmet durumundayız bugün.
Ve bugün, insani ve İslami değer ve duyarlılıkların daha hızlı aşındığı bir zaman diliminde yaşıyoruz.
Öyle ki, riyanın ve hilenin bir yaşam biçimi olarak benimsendiği, çıkarcılığın ve bencilliğin toplumsal hastalığa dönüştüğü bir çağ… Erdemin, ahlakın, ihlasın ve samimiyeti korumanın ne kadar zor olduğunu acı bir şekilde öğreneceğimiz bir çağ...
Kutsal ve ilahî kavramların anlamlarının aşındığı, her şeyin maddeye indirgendiği ve dinin insani çıkarlara alet edildiği bir çağ…
Çıkarsal ilişkilerin, sanal ve samimiyetsiz dünyaların, bencil duyguların, kısaca modernitenin çıkmazları içinde savrulup gittiğimiz bir çağ...
Geçen yıllar ve içinde bulunduğumuz çağın şartları, müminlerin samimiyetini ve sadakatini yaraladı en çok. Oysa biz hâlâ farkında değiliz yitirdiklerimizin.
Dinini, O’nun yüce kitabını, O’nun resulünün sözlerini okumamakta ve bilmemekteyiz hâlâ. Okuyup bilenler okuduğunu uygulamakta, bildiği ile amel etmekte yavaş davranıyor.
Amel edenler ise bu amellerinde yeteri kadar ihlaslı ve samimi olmakta zorlanıyor. Ameller kuru ve ruhsuz hare ketlerden ibaret kalınca, hakiki bir mümin duruşu sergilenemiyor.
Hakkıyla yaşanılamayan ve yaşatılamayan bir İslam, gönlün derinliklerinden taşan en samimi duygularla yaratana inanarak ve bağlanarak yapılamayan ibadetler, insanlar üzerinde tesirli olamıyor.
Sevmek için evvela tanımak gerek. Kendimizi, insanları ve en önemlisi de ömrümüzün, nefsimizin sahibini… O’nu bütün zatıyla, sıfatlarıyla, isimleriyle, fiilleriyle bilmek...
Kâinatı, insanı, yaratılmış en küçük zerreye varıncaya kadar her şeyi okuyup O’nu anlamak, tanımak ve tanıdıkça sevmek… O’nu sevmek, O’nun sevdiklerini sevmek ve O’nun için sevmek…
Düştüğünde seni kaldıracağını bilip yalnızca O’na güvenmek… Baş başa olabilmek için uykudan geçmek ve sadece, derdin de devanın da sahibine anlatmak derdini…
Gecenin karanlığında, seni izleyen bir Rabbin olduğunu hatırlayarak huzura durmak… Ve alnını değil, gönlünü koymak secdeye…
“Kâfi olarak Rabbim yeter!” diyerek göz yaşı dökmek, el açıp yalvarmak…
Dara düştüğün de: “La ilahe illallah” diyerek, sırtını seni asla terk etmeyecek olan Allah’a dayamak ve genişlemek… Nefsine zulmetmekteyken, nefsinin sahibini hatırlayıp O’na teslim olmak ve O’na yönelmek… Bağışlanmak için, bağışlamak nicesini…
Ve kazanmak için rıza-i ilahîyi, feragat etmek cümlesinden... Ölümüm ve hayatım Rabbim içindir diyerek geçebilmek ömürden ve ölümden…
Efendimiz gider gitmez kendimiz bile farkına varmadan gizli putlar diktik kalbimize, aklımıza, ruhumuza. İnsan kendi putunu kendi yapar ve putun en tehlikelisi farkında olunmadan tapılandır.
Bizler çok sevdiğimiz her dünyalıkla birlikte, nice gizli putlar diktik. “İnandık ve itaat ettik” demenin, Rabbimizle aramızdaki sevgi için yeteceğini sandık.
Oysa mabetlerden putları devirenlerin açtığı yolda, onların ruhuyla yürüyebilmekti asıl Müslümanlık. Devirmekti Allah’tan gayrısını gönülden…
Develeri gönlümüze bağlayarak durduk Rabbimizin huzuruna. Samimiyetsiz ve ihlassız vardığımız her secdede bir şeyler eksik kaldı.
Farkındalığımızı yitirerek durduğumuz her kıyam, vardığımız her secde, tuttuğumuz her oruç kısacası bütün ibadetlerimiz, samimiyetsiz, içi boş ritüellere dönüştü.
İçinden ruhu çekilince zulme dönüşen kurallar gibi, ibadetlerimiz de içinden ruh ve ihlas çekilince çoğumuz için içi boş ritüellere dönüştü.
Sadece yapmış olmak için, vicdanen rahat olmak için yaptık belki de. Asıl mesele buydu aslında. Ne yaptığının farkında olmak…
Rabbimiz: “Beni anmak için namaz kıl!” (Tâhâ, 20/14.) buyuruyordu. Sır buradaydı, kaybettiğimiz samimiyeti arayacağımız yer burasıydı. Biz neden durduk huzura? Uykunun en tatlı anında uyanıp huzura dururken, oruç tutarken, hac yollarına düşerken…
Aklımızda olan neydi? Cennet aşkı mı, cehennem korkusu mu? Gösteriş merakı mı? Yoksa sadece O’nu layık olduğu gibi “ana bilmek” ve “rızasını kazanabilmek” mi?
İmandı, kulluktu, ihsandı sevgi . Kazanmak kadar kaybetmemek de mühimdi onu… Oysa bizler, yüzyıllar akıp gittikçe önce kendimizle aramızdaki samimiyeti kaybettik.
En büyük mesafe, en büyük samimiyetsizlik “bizden içeri olan biz”le aramızdakiydi. İnsan evvela kendisini kandırır, evvela kendisine sevgisizleşir.
Kendisine sevgisiz insan ise insanlara, en önemlisi de Rabbine karşı sevgisizleşir. Bir Müslüman her an Allah’ın huzurundadır.
İbadet ederken, iyilik yaparken, suç işlerken… Her saniye en ufak hareketimizi, aklımızdan geçenleri bilen bir Rab ve din algısıdır Müslümanlık.
Çağlar geçti ve biz unuttuk! Bizler Rabbimizi görüyormuşçasına ibadet etmek şöyle dursun, O’nun bizi her an izlediğini bile unuttuk.
Bunu unuttuğumuz vakit, her anı bilinçli bir şekilde yaşamaya ve izlendiğimizi bilip ona göre davranma ya kadar ulaşan hayâ ve utanç duygusunu da yitirdik.
Müslüman için utanç ve hayâ insanın üstündeki en büyük kuvvetti. Hayayı kaybettik… Hayâ kaybolunca yerini; vefasızlığa, riyaya, suistimale, ikiyüzlülüğe, ihanete, yalana, aldatmaya bıraktı.
Vicdanlar köreldi. Kendini aynaya baka baka kandıran insan, din kardeşine, insanlara ve en önemlisi Rabbine karşı yüzü kızarmaz bir duruma geldi.
Uzaklaştık saadet asrına… Ve uzaklaştığımız her saniye Müslüman’ın kimliğinden bir şeyleri aşındırıp götürdü eşyanın çekiciliğine, dünyanın heva ve hevesine, süslenmiş günahların büyüsüne aldanmakta gecikmedik bizler de.
İyi örnek olamayan, İslam’ı gereği gibi yaşatamayan Müslümanlıklarımız var şimdilerde. Gençlere ve İslam’a karşı olumsuz tutum ve davranışlar içinde olanlara, İslam en güzel örnekleriyle sunulabilseydi keşke.
Gençlerimiz dinden soğumadan evvel “olduğu gibi görünen, göründüğü gibi olan” örnek Müslümanlar olabilseydik…Keşke.
01.04.2023
İlyas Kaplan
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.