- 330 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
O HEYBE
Öyle yorgun gelmişti ki genç adam, ev arkadaşına bir merhaba dedikten sonra, doğruca odasına geçip, elindekileri çalışma masasının üzerine bıraktı.
Üzerinde ne varsa hepsini atıp, havluyu kaptığı gibi kendini banyoya attı.
Ilık damlalar, kaslı vücuduna çarptıkça, rahatlıyor başını, omuzlarını sırtını ve göğsünü sırasıyla döndüre döndüre suyla buluşturuyordu.
Duştan fışkıran her damla ile “ Oh! Ne güzel “ diye rahatlıyordu. Suyla oynaşmak nasıl da iyi gelmişti. O sırada içerden, Cavit’in seslendiğini duydu.
- Nadir! Baban arıyor oğlum!
-Duşta olduğumu söyle ya! Ben çıkınca ararım onu.
Genç adam az sonra havluyu, belden aşağı çıplak bedenine sarmış, saçlarından sular süzülerek banyodan çıktı ve doğruca odasına gidip babasını aradı. Ancak cep telefonu hizmet dışı gösteriyordu. Elinde telefon, salona geçti.
-Cavit? Nerdensin Lan?
-Mutfakta!
Nadir, arkasında damlalardan bir iz bırakarak mutfağa gittiğinde, Cavit’i yemek masasında atıştırır buldu.
- Lan oğlum bıkmadın mı? Yine mi ton balıklı salata!..
-Yoo... Niye bıkayım… Sağlıklı besleniyorum ben.
-He! Tabi, tabi(!) Belindeki simit de, sağlıklı yaşam simidi değil mi?
Cavit sinirlenip, masada duran gazeteyi kaptığı gibi Nadire doğru fırlattı. Birbirlerine sataşırlardı hep böyle, ama aslında çok iyi anlaşırlardı.
İkisi de Anadolu’nun bağrından kopup gelmiş, okuyup mesleklerini ellerine almak için çırpınan dürüst, sağlam karakterli gençlerdi.
-Takılıyorum oğlum ya… Babam ne söyledi sana? Arıyorum telefonu hizmet dışı çıkıyor.
Cavit ağzındaki lokmayı iştahla yutkunduktan sonra, bu ayrıntıyı unuttuğunu hatırlayınca heyecanla;
-Ha!.. Mola yerinden arıyorum, demişti. İki saat sonra otobüs garajında olacakmış, gelip beni alsın dedi. Her zamanki firma ile geliyormuş…
-Hayda! Yine niye geliyor bu ya? Daha geçen ay buradaydı. Kim bilir bu kez ne bahanesi vardır?
-Niye öğle diyorsun oğlum? Tek erkek çocuğusun insancıkların. Merak ediyorlar, özlüyorlar seni… Daha ne istiyorsun.
Nadir duvar saatine baktıktan sonra, üzerini giyinmek için odasına giderken,
-Yok, be oğlum derdim niye geldiği değil dedi.
"Benim ayağım yerde olsun oğul” diye uçağa binmiyor. Bu yaşında, onca yolu iki de bir tepip gelmesine üzülüyorum. Anam desen bir başka türlü.
“ İstanbul koca bir değirmen oğul… Dikkat et, seni de öğütmesin” diye endişe içinde. Beni hala çocuk sanıyorlar. Bir türlü büyümedim gitti gözlerinde.
Genç adam, Tıp Fakültesinde okuyordu ve bu yıl son senesiydi. Doktor olmasını en çok babası istemişti.
”Sen yeter ki oku oğul, ben gerekirse ceketime kadar satarım “ deyişini hatırlayınca, buruk bir gülümseye yerleşti dudaklarına. Gerçekten de çok öz verili davranıyorlardı onun için.
Nadir, evin en küçüğü ve de erkek çocuğu olarak ailenin kıymetlisiydi. Narenciye bahçeleri vardı memlekette.
İyi de ürün topluyorlardı her sene. Beş kız çocuktan sonra bir oğulları olduğunda, öyle sevinmişlerdi ki, iki-üç koyun kestirip, büyük bir ziyafet vermişti mahalleliye babası.
Ablalarının hepsi evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştı. Tek düşünceleri biricik oğulları Nadir di artık. Az sonra, giyinip, yeniden mutfağa geldi genç adam.
-Ben de çok açım aslında ya.. Ama fazla oyalanmayayım, dedi. Babamı alınca, gider bir yerlerde yeriz, beraber.
***
Osman amca, içinde büyük bir heyecan ile diğer yolcularla beraber otobüsten aşağı indi. Etrafa bakındı, yolcusunu karşılamaya gelenler arasında oğlu Nadir yoktu.
Herkes bagajını alma telaşında itişip kakışırken o bir kenarda durup, kalabalığın dağılmasını bekledi. Gözü de bir yandan, araçların geldiği yoldaydı.
Nihayet fırsat bulduğunda, elindeki bagaj kartını görevliye uzattı. Zaten bir tek onun bavulu kalmıştı bagajda. Bir de Nadire getirdiği bir iki erzakı koyduğu, el dokuması yıllanmış heybesi.
Bavulunu eline, renkli ve çift keseli heybesini de omzuna alıp, oğlunu beklemek üzere otobüs şirketinin bekleme odasına geçip oturdu. Yarım saat geçmişti ve Nadir hala ortalarda yoktu.
“Acaba arkadaşı söylemeyi mi unuttu?” diye düşündü. Cebinden gözlüğünü çıkartı ve cep telefonunu eline aldı. Nadir arayacaktı ancak, şarjı bitmişti.
Çaresiz telefonu ve gözlüğü tekrar ceketinin cebine koyuldu.
- Hiç de böyle yapmazdı, diye söyleniyordu bir yandan.
Gerçekten de, ne zaman otobüs otogara girse oğlunu onu bekler bulurdu. Aşağıdan el sallar kendini göstererek, “Buradayım, buradayım” derdi.
Osman amca, beklemekten sıkılıp, mutlaka bir aksilik olduğunu düşününce, bir taksiye binmek üzere otogardan çıkıp, yolun kenarına doğru yürüdü.
Caddenin bulunduğu taraf, ters istikamete gidiyordu. Buradan taksiye binerse, çok dolaşır ve taksimetre çok yazardı. Trafik de çok yoğundu.
Peki karşıya nasıl geçecekti?
Aslında ilerde bir üst geçit vardı, ama dizlerindeki amansız ağrılar yüzünden zor çıkıyordu merdivenleri. Üst geçide baktı şöyle bir.
Sayılamayacak kadar çok basamağı görünce, elindeki yüklerle, bu dik merdiveni tırmanamayacağını anladı.
Çaresiz uygun bir anı bekleyip, buradan yolun karşısına geçecekti. Bakındı bakındı ve artık geçebileceğine kanaat getirdiği anda yola fırladı.
Telaş içinde karşıya koşturuyordu ki, başından kasketi uçtu gitti ihtiyarın. Bir an geriye dönüp almak istedi, işte o zaman gördü üzerine gelen aracı.
Ama geç kalmıştı. Acı bir fren sesi kapladı ortalığı. Ardından da bir gümleme duyuldu.
Osman amcanın bedeni, havada birkaç takla attıktan sonra boş bir torba gibi birkaç metre ileriye savruldu. Kocaman damperli bir kamyon çarpmıştı ihtiyara.
Bağrışmalar, çığlıklar ardından, otoyol bir anda karışıp ana baba gününe döndü.
***
-Patlayacak tam da zamanını buldu, kahrolası lastik. Adamcağız ağaç oldu otogarda ya!
Nadir, o sırada böyle söylenerek tamirciden çıkıyordu sinir içinde. Elinde telefon bir yandan da babasının cebini çaldırıyordu.
-Ya açsana be mübarek.!.. Ne olacak senin bu unutkanlığın böyle ya!
Babasının telefonu hala servis dışı çıkıyordu.
-Of!.. Baba ya… Şimdi meraktan da çatlamışsındır sen!
Çok geç kalmıştı gerçekten. Arabayı çalıştırdı ve bastı gaza. Oto gara yaklaştığında, bir de trafiğin sıkıştığını görünce iyice kahretti genç adam.
-Hayda!.. Bu ne ya şimdi?
Zincirleme halinde duran araçların arkasında, çaresiz oda durdu ve ne olduğunu anlamak için el frenini çekip arabadan indi. İlerde bir kalabalık göze çarpıyordu ve trafik kısa sürede açılacak gibi görünmüyordu.
Nerdeyse otogara gelmişti. Geri gideyim diye düşündüyse de arkasındaki arabalar, çoktan zincire dahil olmuştu.
-Bu trafik en az yarım saat açılmaz, diye söylendi genç adam.
Ardından, bu süre içinde çoktan babasını alıp, geri gelebileceğini düşünerek, hemen arabasının kontak anahtarını çevirip durdurdu.
O sırada bir ambülans, siren çala çala ve trafikten kendine yol bulmaya çalışarak yanından geçip gitti.
- Demek ki kaza olmuş, buymuş trafik sıkışıklığının nedeni, diye düşünürken, kim bilir kimlerin canı yandı, diye de üzüldü.
Kontak anahtarını alıp, arabasını kilitledi ve telaşla otogarın girişine doğru koşturmaya başladı. Kazanın olduğu yere yaklaştığında, durup orada birikmiş insanlardan birine sormadan edemedi.
-Ne olmuş burada arkadaş?
-Valla, karşıya geçmeye çalışan bir ihtiyara kamyon çarpış.
Oradan başka biri karıştı lafa.
- E!.. Ne olacak iki adım ötede üst geçit var. Acele giden, ecele gidiyor işte böyle!
Nadirin yüreği ”ihtiyar” sözünü duyunca birden burkulur gibi olmuştu.
Gözü, ilerde kan gölü ortasında yatan üzeri beline kadar gazeteyle örtülmüş adamın, bir ip kuklası gibi bükülmüş ayaklarına takıldı birden.
Sonrada yanına bırakılmış kaskete ve renkli heybeye ilişti gözü.
O an, sanki biri böğrüne bir bıçak saplamıştı. Kendi kendini ikna etmeye çalışarak "Yok canım, ne alaka! dedi. Sanki bir benim babam da mı var böyle heybe!"
Ama duramazdı bu şüpheyle. Polis, ambulanstan inen kişiler ile konuşmaya dalmıştı. Nadir daha fazla bekleyemedi.
İçindeki sese kulak vererek ve bildiği bütün duaları okuyarak, doğruca yerde bir böcek gibi kıvrılmış yatan adamın yanına gitti. Onu gören bir polis engel olmaya çalışarak arkasından bağırdı.
- Hey!.. Sen… Ne yapıyorsun kardeşim ?
Ama yetişememişti. Nadir ayakkabılarının kana bulanmasına aldırmadan, eğildi ve adamın yüzündeki gazeteyi bir ucundan tutup çekti.
Babasının yarı aralık kalmış gözleriyle bakan yüzünü görünce, dizlerinin üzerine çöktü genç adam.
-Baba!!! Neden baba? Neden beklemedin beni?
Ona engel olmak isteyen polis memuru şaşırıp, olduğu yerde kalakalmıştı. Genç adam, elini babasının başının altına sokup, usulca kaldırdı.
Acıyla kasılmış yüzünde pişmanlığın izlerini gördü sanki. " Keşke yapmasaydım " der gibiydi ifadesi.
- Ben şimdi anama ne derim babam!.. İstanbul beni değil, bak seni ezdi geçti, diye, haykırdı.
Hıçkırıklarla sarsılırken bedeni, bir eliyle uzanıp, ihtiyarın aralık kalmış gözlerini kapattı.
Polis ve etrafa toplanmış insanlar, birden bire ortaya çıkan bu genç adamın, yaşadığı trajedi karşısında, şaşırıp kalmışlardı.
Sağlık görevlileri polis yardımıyla baba oğlu birbirinden güçlükle ayırıp, ihtiyarın cansız bedenini sedyeyle ambülansa taşıdılar.
Kazaya sebep olan kamyonun şoförü, bir köşede polis tarafından kazanın nasıl olduğu ile ilgili sorgulanmaktaydı. Yaşadığı olayın şokunda ve perişan bir haldeydi adam.
Nadir’in çarptığı kişinin oğlu olduğunu öğrenince, göz yaşlarına hakim olamayıp, gelip boynuna atıldı.
“Affet aslanım beni ne olur… İnan aniden fırladı yola ve tam ortasında da duruverdi birden… Fren yaptım ama, çarpmaya engel olmadım…”
Nadir, ne desin bilemedi. Ancak, dostane bir biçimde, omzuna avucunun içiyle yavaşça vurdu iki kere.
O da kim bilir kimlerin babasıydı?
Üstelik belli ki, kabahatin büyüğü, yaya geçidi bile bulunmayan bir yerden, üst geçide rağmen, karşıdan karşıya geçmeye çalışan babasındaydı.
***
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.