- 330 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Le Bon’un ‘Kitleler Psikolojisi’ Kitabı Neden Yanlış?
Gustave Le Bon’un (1841-1931) ‘Kitlelerin Psikolojisi’ (1894) kitabının başlığına kanıp da onu ilerici ve hatta devrimci bulanlar olabilir. Bu yazıda, kitaptan alıntılarla, Le Bon’un zaten çok iyi bilinen gericiliğini ve karşı-devrimciliğini ortaya çıkaracağız. Bu alıntılar ayrıca psikolojinin ve sosyolojinin neden marksizmsiz eksik olduğunu gösterecek. Egemen ve ezen sınıflar yanlısı, onları kayıran, toplumsal ve dolayısıyla değiştirilebilir olan eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri doğal ve değişmez sayan bir psikolojiyle sosyolojinin bilimsel görünümlü ideolojik varsayımları ortaya çıkarılmalı ve bunlar hak ettikleri eleştiriyle karşı karşıya gelmelidirler. Bu vesileyle bilim soslu bir ideoloji örneği verelim.
İdeoloji Budur: Ataerkil Bir Toplumda Kadınlar Erkekler Gibi Düşünür
Ataerkil bir toplumda, ortalama bir kadına ve erkeğe “kadınlarla erkekler farklı mı düşünür?” diye sorulduğunda, iki taraf da genellikle “farklı düşünür” der. Aslında felsefel açıdan bakıldığında, bu, bir karşıtlamdır (paradoks): Ataerkil bir toplumda, kadınlarla erkekler kadınlarla erkeklerin farklı düşünüp düşünmediği konusunda aynı fikirdedirler. Aynı fikirdelerse, kadınlarla erkeklerin farklı düşünmediği ortaya çıkar; ancak bu, aynı fikirde oldukları konuyla çelişir.
Soru (“kadınlarla erkekler farklı mı düşünür?”), bilimsel olarak şöyle yanıtlanabilir: Kadınlarla erkeklerin aynı biçimde düşünmedikleri örnekler var mı yok mu, önce ona bakılmalıdır. Araştırmanın katılımcıları, böyle örnekler bulurlar; en çok verilen örneklerde kadınların daha duygusal oldukları vurgulanır ve bu, kadınlarla erkeklerin farklı düşündüğü iddiası için kanıt olarak sunulur. Oysa bu aşamada bakılması gereken, kadınlarla erkeklerin ne oranda farklı düşündüğüdür. Sözgelimi 1 milyon farklı konunun kaçında farklı düşünürler? Bunu sorunca aslında kadınlarla erkeklerin aynı biçimde düşündüğü çok sayıda örnek akla gelir. Bu da, katılımcılarda, “aslında o kadar da farklı düşünmüyorlarmış” düşüncesi uyandırır.
Bundan sonra, farklı düşündükleri örneklerin ne kadar önemli olduğu ve bu düşünce farkının neden kaynaklandığı tartışılır. Ortalama kadınlar ve erkekler, kadın-erkek farkını doğaya verirler. Kadın ve erkek bedenleri farklı olduğu için farklı düşündüklerini ileri sürerler. Bu, tam da, kadın hakları konusunda gerici olan Sigmund Freud’un savıdır. “Anatomi yazgıdır” der Freud. Ona göre kadınla erkek asla eşit olamayacaktır. Oysa daha derinlemesine bir tartışma, farkların toplumsal beklentilerden kaynaklandığını ortaya koyar. Kadınları erkeklere göre daha duygusal yapan, bedenleri ya da doğaları değil, toplumsal beklentilerdir. Erkek çocuğu ağladığında “erkek adamsın, erkekler ağlamaz” denirken, kız çocuğu ağladığında olağan karşılanır. Duygusal erkekler toplumda cezalandırılıp sert erkekler ödüllendirildiği için erkekler kadınlara göre daha sert görülür. Fakat başka türlü bir düzende (anaerkil bir toplumda) bu roller tersine olacaktı ve bu da bu rollerin doğal ve değişmez değil, toplumsal ve değişebilir olduğunu gösteriyor.
Kız bebekler, ataerkil toplumlarda (ki bunlar, bugünkü dünya toplumlarının çoğunu oluşturuyor) daha yaşamlarının ilk saniyesinden başlayarak (hatta anne karnındayken bile) ayrımcılığa maruz kalır. “Erkek adamın erkek çocuğu olur” denir. Daha ilk günden, kız ve erkeğin toplumsal rollerini belirleyecek ayrımlar yapılır. Kızın eline oyuncak bebek, erkeğin eline silah verilir. Oyunlarda erkeğin doktor, kızın ise ev hanımı (evcilik oyunu) ya da şanslıysa hemşire rolünde (doktorculuk oyunu) olması beklenir. Aslında bu kadar ayrımcılığa maruz kalan kızların toplumsal ölçekte başarılı olmaları bile bir mucizedir.
Kadınlar, fiziksel güç gerektiren işleri de içermek üzere erkeklerin yapabildiği herşeyi yapabilir. Kadınlar inşaat işçisi de olurlar, pilot da. Kadınların ağır iş yapamayacağı söylenir. Öyle olsaydı herhalde kadın halterci, kungfucu, karateci olmazdı. Kadınlar erkeklerden ortalama olarak daha küçük, kısa ve hafif olsa da, kimi kadınlar kimi erkeklerden her zaman daha büyük, uzun ve ağır olmuştur.
Bunları böyle tartışınca mantıklı geliyor. Ancak, ortalama bir kadın ve erkekteki kadın-erkek farklarının doğallığı düşüncesi nereden ileri geliyor?.. Egemen ideoloji tam da budur. Marksçılığa göre, egemen sınıfların ideolojisi, burada bunu egemen güçler diye uyarlayabiliriz, tüm toplumun ideolojisi yapılır. Belli kesimlerin çıkarları, sanki tüm toplumun çıkarlarıymış gibi sunulur.
Örneğimize dönersek, ataerkil bir toplumda kadınlar da kadın-erkek rolleri konusunda erkekler gibi düşünür. Buna ‘içselleştirilmiş zulüm’ (internalized oppression) diyoruz. Ataerkil bir toplumda kadınlar da erkekler kadar ataerkildir. Kadınlara sorarsanız, onlar da erkekler gibi, “elbette evde yemeği yalnızca hanımlar yapmalı; beyler çalışıp yorgun argın geliyor” diyeceklerdir. Sömürü, doğalmış ve değişmezmiş gibi görünür.
İşte bu örnekte bir kez daha görüyoruz ki, ezen-ezilen ayrımının bilincinde olmayan bir psikoloji ve sosyoloji, egemen sınıfın borazanı olma riskiyle karşı karşıya kalır. Üstelik bunu bilimselmiş gibi yapar. Bu açıklamadan sonra, herhalde Le Bon’a ve onun sınıf ayrımcısı bakışına dönebiliriz. Bu dönüşte, ayrıca Le Bon’un Marx’ın çağdaşı olduğunu aklımızda tutalım; çünkü marksizmin çıkışından sonra onu muhatap almayan bir sosyoloji gerçekte kalamamıştır. Marx sonrası sosyoloji, açıkça belirterek ya da isim vermeyerek onun düşüncelerini konu etmekten kendini alamamıştır. Le Bon da bu kendini alamayanlardan yalnızca biridir...
Le Bon’un Kitle Alerjisi ve Toplu’luk Tepkisi
Le Bon’un sınıfsal konumu nedeniyle kitlelere ve kitleselliğe yönelik bir alerjisi olduğunu görürüz. Yüceltip el üstünde tuttuğu birey ve bireysellik, akıllı mantıklıdır; kitleler ise kuru kalabalıklar olarak akıldışıdır. 1960’lara dek anaakım sosyal psikoloji de böyle düşünüyordu. Örneğin, tek başına olağan davranan insanlar takım taraftarları olarak bir araya geldiklerinde şiddete yönelirler. Linç de tek bir kişinin değil bir kitlenin ürünüdür. Kitlesellik, bu açıklamaya göre onları şiddete iter. Bu, tam olarak doğru değildir; çünkü kitle içinde şiddet uygulayanlar ve linççiler zaten bireysel olarak da öfke kontrolü sorunu olan insanlardır. “Tek başlarına çok iyi insanlarmış da, kitle içinde kötüleşiyorlarmış” gibi bir değerlendirme bu nedenle tam olarak doğru değil. Ayrıca, insanların kalabalık olarak yaptığı kötülükler dışında iyilikler de vardır. Le Bon, kitlelerin ‘kahramanlık’ yaptığı örneklerin de olduğunu belirtmesine karşın, bu tür örneklerin çok az sayıda olduğunu belirtiyor.
İnsanlar, belli tarihsel ve toplumsal koşullarda tanımadıkları insanlara yardım ederler, dayanışma da gösterirler. Hatta öyle bir zaman gelir ki sokaklara çıkar, siyasal taleplerini kabul ettirecek kadar etkili olurlar. Devrim bile yapabilirler. Ayrıca, internetin ve özellikle sosyal nitelikli medyaların yaygınlaşmasıyla birlikte, ‘toplu bilgelik’ (crowd wisdom) kavramı ortaya çıkmıştır. Örneğin, Wikipedia ve Ekşi Sözlük gibi yapılar, gönüllü kitle emeğine dayanır. Bunun dışında, Le Bon’un birey övgüsünün tersine, artık bilim ve iş dünyasında birçok olumlu sonuç takım çalışmasıyla elde edilmektedir. Özellikle doğa bilimlerinde ve mühendislik alanlarında tek yazarlı makaleler çok nadirdir. Bilimsel projeler genellikle bir ‘çılgın profesör’e değil, bir ekipe dayanır.
Burada şöyle bir yanıt verilebilir: İyi de Le Bon, kalabalıklardan bahsediyor; takım gibi küçük gruplardan bahsetmiyor ki... Oysa Le Bon, büyük ölçekli kitleyle küçük ölçekli kitle arasında ayrım yapmaz (s.38-41). Şöyle der:
“Doğru görmek melekesinin (faculte) kaybolması ve gerçek vak’aların, onlarla hiçbir yakınlığı olmayan hayallerle yer değiştirmesi için, bir kitlenin fazla kalabalık insanı bir araya toplamış olması şart değildir. Birkaç kişi birleşince bir kitle teşkil ederler ve o zaman bunlar alim dahi olsalar, ihtisasları dışında olan mevzularda tam bir kitle karakteri gösterirler. Her birinin tek tek malik olduğu müşahede hassası ve tenkit kudreti kaybolur.” (s.38)
Sermaye düzeninde şirketler, işe başvuran adaylardan takım çalışmasına yatkınlığı beklerken, anaakım siyasetbilim, takım çalışmasını bireysel yaratıcılığı ve gerçekçi çözümlemeleri engellediği gerekçesiyle (buna ‘groupthink’ deniyor) aşağılamaktadır. Buna örnek olarak, ABD’nin Küba’ya yönelik Domuzlar Körfezi Çıkarması’nda yenilmesi anılıyor. Grup içinde karar verme, bu açıklamaya göre, ABD’nin hezimetine yol açmıştır. Bu örneğe Vietnam yenilgisini de ekleyebiliriz. Ancak gözden kaçan nokta, savaşın diğer tarafları olan Küba’da da Vietnam’da da siyasal karar verme süreçlerinin ABD’deki durumla karşılaştırıldığında çok daha kolektif olduğu gerçeğidir. Küba’yla Vietnam’ın kolektif kararlarından yenilgi çıkmaması, yenilgide takım çalışmasının bir payı olmadığını gösteriyor. Aslında yenilginin belki de sömürgeci büyüklük taşkınlığından (megalomani) kaynaklandığı düşünülebilir. ABD’nin aşırı özgüveni, gerçekçi değildi. Ayrıca bu yenilginin, ABD’nin kolektif karar alma süreçlerinden değil, tersine yeterince kolektif olmamasından kaynaklandığı da ileri sürülebilir. Geniş halk kesimlerine, hatta parlamentoya bile danışmadan dar bir danışmanlar grubuyla alınan kararlar, işinden olmak istemeyen danışmanların ‘evet efendim, sepet efendim’ciliğiyle dinamitlenmiş oluyor.
Bu grup içi karar süreçleri konusu, siyaset dışında, hukuk için de oldukça önemli. Jüriler ya da genel olarak mahkeme kararını çıkaran yargı öğeleri, bilinçli ya da bilinçsiz yanlılıklarıyla yanlış kararlar alabiliyor. Bilinçli yapılan yanlışları (örneğin, ırkçılık ya da insan kayırmacılık nedeniyle alınan kararları) saptamak, bilinçsiz yapılan yanlışları saptamaktan (örneğin, ırkçı olduğunun farkında olmayan bir jüri üyesinin kararları) daha kolay olabiliyor. Grup dinamikleri, birbirinin zıttı kararlar alınmasına yol açabiliyor. Suçsuz olduğu halde suçlu bulunup idam edilen zanlılar olgusu karşımızda duruyor.
Kitlelerin Adlileştirilmesi
Kitlelerin suça eğilimli gibi gösterilmesinin sermaye düzeninde ezen lehine bir işlevi daha vardır. O da, böylelikle, devlete ve onun kolluk güçlerine yönelik ihtiyaç algısının güçlendirilmesidir. 3. sayfa haberleri, bize dış dünyanın tehlikeli bir yer olduğunu söyler. Neyse ki devletimiz vardır. Böylelikle, kitlelere suç atfetme, devlet gücünü meşrulaştırır. Bunun bir diğer işlevi ise, neredeyse herkesin kötü saydığı çocuk cinayetlerine vurgu yaparak, ülkenin asıl sorunlarına yönelik tepkiyi bu tür haberlere kaydırarak, gerçekleşmekte olan değişikliklerin dikkat çekmesini önlemek biçimindedir. Ayrıca, bu tür haberler, Türkiye özelinde daha ağır cezaların getirilmesi için öne sürülmektedir. Oysa daha ağır cezalar daha sonra başkalarına da uygulanma olasılığını birlikte getirir. Evde geçen korku filmleri de bu işlevleri pekiştirmektedir. Evde bile tekin değilizdir, demek ki devletin koruması zorunlu ve gereklidir...
Le Bon’un kitleleri suçla ilişkilendirmesinin sosyoloji yöntemi açısından da olumsuz bir sonucu var. Le Bon, bireylerin akıllı mantıklı olduğunu düşünüyor. Oysa kitleleri oluşturan birçok birey akıllı mantıklı değil. Le Bon, bireyin akıllı mantıklı olduğu varsayımıyla iktisattaki ‘homo economicus’a ulaşmış oluyor, ama bu model zaten gerçekçi olmadığı bilinen bir model. Birçok suç, bireyin iradesiyle gerçekleşiyor. Zaten suçlar genel olarak yalnızca kitleler içinde gerçekleşseydi, suç işleyen bireyler hafif cezalar alacaktı, çünkü kitlenin etkisinde kaldıklarını söyleceklerdi.
Le Bon’un kitle alerjisi, Nietzsche’nin görüşlerine dayansaydı, diğer bir deyişle insanların koyun gibi yaşayıp kurallara itaat ettikleri ve hiçbirşeyi sorgulamadıkları gibi otorite karşıtı bir noktadan hareket etseydi, o zaman kabul edilebilir olabilirdi. Buradan faşizm çözümlemesi bile çıkabilirdi. Fakat Le Bon, kitleleri eleştirirken, otorite karşıtlığını değil, otorite yandaşlığını övüyor. Aynı biçimde Le Bon, bireyin eğitimli olduğunu, oysa kitlelerin eğitimsiz ya da az eğitimli olduğunu varsayıyor. Oysa birçok ülkede, siyasetçilerin yüksek düzeyde eğitimli olmadıklarını görüyoruz.
Le Bon’un Sosyalizm Düşmanlığı
Le Bon’a göre, kitleler yüzünden artık üst sınıfların borusu ötmez olmuştur (vah vah vah):
“Çalışma saatlerinin sınırlandırılması, madenlerin, demiryollarının, sanayi işletmelerinin ve toprağın sahiplerinden alınarak bireysel mülkiyetten soyutlanması, kazanılan malların eşit olarak bölüşümü, kitlelerin çıkarı hesabına yüksek toplum sınıflarının arka plâna atılması ve diğer istekler hep onların davalarıdır” (s.12).
Le Bon’un kalabalıklarla ilgili alerjisi kabında durmaz:
“Bu yönüyledir ki, üyelerinden her birinin kişi olarak uygun bulmayacağı hükümler veren jüriler, üyelerinden her birinin ayrı ayrı red edeceği kanunları kabul eden millet meclisleri görülmüştür. Ayrı ayrı alındıkları takdirde Konvansiyon’un adamları barışsever burjuvalardı. Meclis halinde toplanınca, bazı öncülerin etkisi altında, en bariz şekilde masum olan kimseleri giyotine göndermekte gecikmediler ve bütün çıkarlarına aykırı olarak dokunulmazlık haklarından vazgeçerek, kendi kendilerini kırıp geçirdiler” (s.28-29).
Böylelikle, Le Bon’un düşünceleri siyasete doğrudan uygulandığında, en uygun yönetim biçimi ya monarşi ya da oligarşi olacaktır. Bir tek onlar, meşrutiyet ya da parlamenter demokrasi gibi ‘hatalı’ bir düzenin yanılgılarından muaf olacaktır.
Kimi sayfalarda Le Bon’un sosyalizm düşmanlığı, doğrudan ve dolambaçsız bir niteliktedir:
“Ben de değişik eserlerimde gösterdim ki, bizim şimdiki eğitim sistemimiz, bu eğitimi görenlerin pek çoğunu toplumun düşmanları haline koymakta ve sosyalizmin en fena şekillerine öğrenci yetiştirmektedir” (s.82-83).
Le Bon’un aşağıdaki satırları için ise, içimizden “keşke öyle olsaydı” demek geliyor. Ülkemizde işçilerin çoğu, Le Bon’un iddiasının tersine, kendi sınıf çıkarlarını temsil etmeyen partileri destekliyor.
“Sosyalizm veya ona benzeyen görüşlerin içten savunucuları hep bilgisizler arasından, örneğin maden yahut başka sanayi işletmesi işçileri arasından çıkıyor” (s.135).
Le Bon’un Temel Yanlışı: Bireyler İyi Ama Kitleler Kötü
Le Bon’un sınıfsal olarak taraflı olması dışında da temel düzeyde yanlışları olduğu gözlemlenmektedir: Onun iddialarının tersine, bireyler de kitleler kadar yanılgı eğilimli olabilmektedir. Bütün bir bilişsel yanlılık (cognitive bias) yazını, bunun örnekleriyle doludur. Kaldı ki Le Bon, garip bir biçimde, kitlelerin bilinçaltından ve bilinçdışından söz etmekte, onların bilinçli olmadığını söylemekte; ancak bireylerin de düşünce ve davranışlarının çoğunun kişisel bilinçaltlarından ve bilinçdışılarından kaynaklandığını, demek ki bilinçli ve akıllı mantıklı olmadığını gözden kaçırmaktadır.
Le Bon’un düşüncelerinin tümüyle yanlış olduğu, askeri alan düşünüldüğünde bir çırpıda anlaşılır. Onun dedikleri askerliğe uygulansaydı, ordu yapılanması yerine bireysel kahramanlar yetiştirilmeliydi. Bu da, Rambo gibi filmlerdeki kronikleşmiş ve hiç mi hiç gerçekçi olmayan bireyciliğe karşılık gelir. Savaşlar, kalabalık gruplarla yapılır. Savaş sırasında bireysel kahramanlar değil, itaatkar emir kulları gereklidir. Le Bon, askerlikten bir örnek verir (s.38). Mürettebat, denizde bir sal olduğunu görür; ama görünenin aslında başıboş bir ağaç kütüğü olduğu anlaşılır. Le Bon’a göre askerlerin kitleselliği onları yanıltmıştır. Oysa Le Bon’un aklına onlara emir veren komutanın yanılmış olabileceği gelmez. Askerler emir kulu olduğuna göre, onlar, yanılmaktan sorumlu tutulamaz; sorumlu, en tepedeki komutan yani bir birey olacaktır. Bu da Le Bon’un binbir çileyle bulduğu kanıtı çürütür. Benzer bir biçimde, Le Bon, Ortaçağ Avrupası’nın karanlığını ‘kitlelerin dogması’na bağlar (s.165). Oysa söz konusu olan, yönetici sınıfların dogmalarıdır.
Bir diğer eleştiri noktamız, Le Bon’un duyguları aşağılaması dolayısıyla ortaya çıkıyor. Duygusal karar verme evet kötüdür, ama duygularla karar verme öyle değildir. Aradaki fark şudur: İkincide, birey, kendisinin ve başkalarının duygularını dikkate alarak karar verir. Örneğin, “falanca konuda böyle düşünmem belki de bu konuda filanca duygulara sahip olmamdan ileri gelebilir. Bunun için konuya başka açılardan da bakmalıyım” ya da “filanca böyle bir durumda şöyle bir duygu içine girecek; bunu hesaba katarak şöyle bir karar alabiliriz.” Görüldüğü gibi, ikinci türde, diğer bir deyişle duygularla karar vermede, duygular ne bastırılır ne yok sayılır. Gerçekte duyguları yok sayan planlar, gerçek yaşamda genellikle çuvallarlar. Bir örnek verelim: İşyeri için yeni bir örgüt şeması çizilir. A kişisi ile B kişisi birlikte çalışacaktır; böylelikle kurumun verimi artacaktır. Ancak, A kişisi, B kişisini sevmemektedir; çeşitli (akla yatkın ya da yatkın olmayan) nedenlerle onunla çalışmak istememektedir. Bu durumda, kağıt üstünde mükemmel olan plan, uygulamada daha çok çatışmaya ve verim düşüklüğüne yol açacaktır.
Hukuksal yargıdaki yanılgılar olgusu da, pire için yorgan yakmayı gerektirmez. Duygular örneğinde de olduğu gibi, kitlesel yanılgı olasılıklarını dikkate alıp bunları en aza indirmenin yollarını bulmalıyız. Yoksa, elimizde tek kalan, monarşi ve oligarşi olacaktır.
Le Bon, dinlerin tarihsel ve coğrafi olarak farklılaşmasını da kitlelerin yanılma eğilimine bağlar. Oysa bunun toplumsal, ekonomik, tarihsel ve bilişsel olmak üzere binbir nedeni bulunmaktadır. Şöyle der Le Bon:
“Hz. Muhammed, Hz. İsa, Herkül, Buda gibi insanlık tarihinde pek önemli roller oynamış olan büyük adamların hayatı hakkında doğru olarak tek bir kelime biliyor muyuz? İhtimal dahilindedir ki tek bir kelime bile bilmiyoruz. Pek Onların hakiki hayatlarını tam anlamıyla merak edip okumuyoruz.
Ne yazıktır ki menkıbelerinin de hiç bir kıvamı yoktur. Kitlelerin hayal gücü bunları çağlara ve özellikle ırklara göre değiştirir. Kutsal kitabın kan dökücü Yahova’sı ile Sen Terez’in sevgi dolu tanrısı arasında çok büyük fark vardır. Çin’de tapınılan Buda ile Hindistan’da tapınılan Buda arasında hiç bir münasebet yoktur” (s.43).
Sonuç
Görüldüğü gibi, Le Bon, nesnel olma iddiasında olmasına karşın, böyle değildir; düşünceleri sınıfsal konumunun bir ürünüdür, ideolojiktir. Dahası, varsayımlarında temel yanlışlar barındırır. Bunun için, kitabının adına kananlara uyarı niteliğindeki bu yazıyı kaleme aldık...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.