- 296 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
-SİNEMAMIZDA BATTAL BOY KARAKTERLERİ CANLANDIRMAK MI?-(3)
“Sinemanın bu uzun boylu, heykel yüzlü, romantik bakışlı genç adamı fark etmemesi olanaksızdı.” Demekte sinema yazarlarımızdan Atilla Dorsay. Elbette ilk adımı aşk ve romantizm yüklü filmlerdedir. Sonra sonra ünlü yönetmenimiz Halit Refiğ’in yönlendirmesiyle aksiyon filmleri gelir. Sosyal ve politik filmler de giderek belirginlik kazanır kuşkusuz. Ne ki, o daha ziyade tarihi filmlerle şöhretini pekiştirir.
Yine Atilla Dorsay:
“Sonra 70’li yıllar ve o gergin politik ortam geldi. 1974’ten itibaren çığ gibi artan seks filmleri, aileleri sinema salonlarından uzaklaştırmış, en ünlü yıldızlar film yapamaz olmuş, Yeşilçam’ın üzerine kirli bir hava çökmüştü. Cüneyt Arkın, o ortamda önce yönetmenliği denedi. 1976’daki "Deli Şahin" den başlayarak, tam 34 film yönetti. Kimse hatırlamaz!... Aynı zamanda, ülkedeki politizasyon sonucu, siyasal ve de solcu filmlere yöneldi. Yavuz Özkan’ın ünlü "Maden" filminde, Tarık Akan’la birlikte sömürüye karşı direnen maden işçilerini oynadılar.” Demekte.
Ancak burada bir parantez açmak gerekir. Arkın’ın yaşamının hiçbir döneminde klasik ve klişe biçimleriyle siyasi/ideolojik anlayış geliştirdiğini ben düşünmüyorum.
“Rahmetli Tarık Akan’la darbe öncesi “Maden”i çektiniz. O filmden sonra Tarık Akan daha da politikleşti. Ama sizin siyasi yönünüz ön plana çıkmadı…” Şeklinde bir soruya verdiği yanıt manidardır.
“Ben körü körüne siyaset yapmadım. Ama sosyokültürel bütün olayları kahramanın ya da kötü adamın bünyesinde topladım. Mesela “Yıkılmayan Adam” ve “Cemil Dönüyor”... Cemil’i geçen gün seyrettim, bugünün Türkiye’sini gördüm. “Cemil Dönüyor”, “Adalet” gibi filmlerimde hep Türkiye gerçekçiliği vardır.” Demekte Arkın.
Maden filminde de gerçekte omuz vermiştir filme deyim yerindeyse. Filmde sosyalist bir sendikacıyı canlandırması ya da Yılmaz Güney ve Tarık Akan ile kişisel dostlukları bir dünya görüşüne motamot bağlı değildir söz gelimi. Konunun özü şudur. Rahmetli Tarık Akan, Ertem Eğilmez ve Arzu Filmden ayrıldıktan sonra toplumsal içerikli filmlere yönelmek ister. İster de film şirketleri baraj koyarlar genç oyuncuya. Akan, yönetmen Yavuz Özkan kanalıyla haber gönderir Arkın’a. Birlikte oynayalım, iki star olsun filmde. Cüneyt afişi istediği gibi yazsın, kendi adını öne koysun, benimkini küçük harf yazsın. Bu, duygusal derinliği olan bir mesaj halbuki. Genç yetenek kendisine örülen duvarı aşmak istiyor. Arkın tamam der ve filmde oynar. Delikanlılık bir filmografiye bağlı değil, kurgu değil hani.
Öte yandan, aslen Nogay Türklerinden olan Cüneyt Arkın merhum (Fahrettin Cüreklibatır) da Türklük, milliyetçilik şuuru da buna bağlı gelişmektedir. Demem şu ki, dış Türkler kavramı içerisinde tesadüfi bir durum değildir. Tarihsel Türk-Rus münasebetleri, Osmanlı-Rus savaşları Çarlık döneminden itibaren Türk dünyası üzerinde bir şuur atmosferi oluşturmaktadır. Bir bakıma dış Türklerde Türklük, Türkçülük fikrinin gelişiminin payitahta oranla daha erken şekillenmesi de akla gelebilir. Açıktır ki, Türkçülük düşüncesinin erken dönem gelişmeleri 19’uncu asra dayanmaktadır. Gaspıralı İsmail, Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal, Ahmet Ağaoğlu gibi isimlerin Türki dünyada yetişmeleri hep bilinir. Bu tip hususlar doğallıkla ünlü sanatçımızın genetiğini de tayin etmektedir.
Anadolu ile Kırım ve Kafkaslar arasındaki coğrafi/kültürel farklılaşma düşünülürse Araplaşmamış bir Müslüman Türk varlığı farklı bir bilinç alanı meydana getirmektedir. Hiç şüphesiz Araplaşmak dediğimde de lokal bir halden söz ediyorum. Yoksa Anadolu’nun binlerce yıllık medeniyet tarihine dayalı zenginliği bunun genele teşmil edilmesini mümkün kılmayacaktır.
Bunun gibi Arkında da Atatürk ve erken Cumhuriyet döneminin yüklediği kazanımlara işaret eden bir duyuş ve duruş kendini gösterir. Şu kadar ki, sözüme mim koyun lütfen, tüm bunlar bir Erdoğan ve AKP karşıtlığına dayanmamaktadır da. Bilakis, yaşamının erken dönemlerinden gelen bir özümseme, bir durmuş oturmuşluk kendini gösterir. Nitekim bir röportajda, “"Şimdi bir kesim bozuluyor Türk halkına, "Ak Parti’ye niye oy veriyorlar" diye. Çok kaba bir söylem bu" der. Arkın "Türk halkını anlamak lazım, bir de değişimi anlamak lazım.” Demektedir.
Diğer yandan, kimi filmlerindeki bazı replikler, “kahpe Bizans’ın yiğit güzeli” veya “düşman beldenin yaman güzeli” misali ırkçılık eleştirilerine maruz kalmaktadır. Halbuki Bizans eski Romanın aksine zıt kutupların tarihini verir bize. Bir yanda görkemli bir sanatsal birikimi, diğer cephede ise bir işkence ve mezbaha tarihini önümüze koymaktadır açıkçası. Nihayet bir esprinin nişanesi olarak okunabilir ki, tarihsel gerçekliği bozduğunu da düşündürmüyor şahsıma.
Şöyle ki, bu tarz repliklerde ırkçılık arayanların vaziyetinde, İstanbul’un Fethi algısına kadar uzanan negatif bir karşılığı olduğu da düşünülebilir. Nitekim, geçtiğimiz yıllarda bir fetih yıl dönümünde “Bugün muhteşem bir uygarlık olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis’in barbar ve bağnaz bir kabile tarafından işgalinin yıl dönümü” şeklinde Tweet atan bir üniversite öğretim üyemiz akla gelebilir söz gelimi.
Kim bilir bu hocada, benim üstte arz ettiğim şekilde Bizans’ın dünya sanat tarihindeki yerine takılıyor belki. Halbuki o sanatsal birikimden sağlıklı bir tarih felsefesi dairesinde haz duymakta mümkündür. Hani derim ki, Roma ile Bizans’ı ayıramıyorsak, “sapla samanı karıştırmak” ya da “Elif görse mertek zannetmek” noktasındayız. Efendim! Sözün özü, Bizans Roma’nın, eski Romanın yozlaşmış, şirazesinden çıkmış halidir.
Meşhur şairlerimizden Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın beş yüzüncü yıl anısına yayınladığı “Fetih Destanı” adlı şiirleri okuyalım. Dönemin bir ünlü denemeci yazarı da, ne yazık ki bu şiirler karşısında, bizim Dağlarca’da son zamanlarda iri iri kelimeler sarf ediyor demektedir o vakitler. Halbuki, destan ulusların malıdır, milletlerin kolektif şuuraltını yansıtır. “Nabızlarımda evet, çünkü ilim için müphem, Kalan Oğuz Han’ı kalbim tanır tamamıyla” demektedir mesela Ziya Gökalp bir şiirinde. Tarihte Oğuz Han isimli somut bir kişilik var mı diye soranlara anlamlı bir yanıt verir açıkçası.
Daha öncede arz ettiğim bir husustur. Fatih Sultan Mehmet Avrupa milletlerinden birinin tarihi kişiliği olsa, gelmiş geçmiş en büyük hükümdar, kumandan dahi ilan edilirdi. Bizdeki psikoloji kimi zaman, aman fazla övünç gösterirsek, ilkel derler, barbar oluruz ecnebilerin gözünde noktasına kaymakta maalesef. Bazen de, bundan da vahim perde arkası hıyanet şebekesi işler. Bir bakarsınız vaktiyle bir dergide, aktüel bir yayında “Fatih Hristiyan Oldu mu?” başlıklı bir yazı. Ve olduğunun empoze edilmesi. Efendim neymiş anası Rum’muş, kendisi de Roma tarihine çok alakalı, İncil tefsirleri hazırlatmış, vs. Ya da kendisini Roma Kayseri ilan etmiş deriz. Entelektüel, siyasi, diplomatik bir dehanın izdüşümleridir halbuki.
Kısacası hamaseti sanatta, edebiyatta hatta fikir hayatında kaygı verici bulmamalı derim. Politik arenada bir çıkar, menfaat, rant kavgasının ayağı olması elbet bunun dışındadır. Bu konudaki sıkıntılarımızda da, coğrafi, jeopolitik konumumuzdan kaynaklanan bazı eğilimler olduğu kanaatindeyim. Kozmopolit eğilimlerin tuzağına düşüyoruz açıkçası. Demem o ki, bireyler değil de, olgular üzerinde durmalıyız.
-LT-