- 919 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TAŞ EVLER
TAŞ EVLER
Öykü
Abdullah İnaler
Taş evler
Öykü - Deneme
Abdullah İnaler
2.Baskı
2021
Sertrifika : 47334
İsbn: 978-605-68075-3-4
Editör, Mizanpaj ve Kapak
Abdullah İnaler
Baskı
Net Kırtasiye
Tan Matbaa san. Tic.ltd.şti
İnönü cad. Beytülmalcı sok.No: 23/A
Gümüşsuyu/Beyoğlu/İstanbul
444 0 708
Dağıtım
Arelos sanatevi
Ayvalık
0 536 5773937
0 266 348 8011
Bu kitabın tüm yayın ve telif hakları
yazar Abdullah İnaler’e
aittir.
İzinsiz yayınlanıp, kopyalanamaz
ÖNSÖZ
Bazen bir yerde, bir kentte bir köyde yaşar, yer içer, havasını solarız, tabi ki her şeyi ya da bazı şeyleri o an göremeyiz. Tüm dikkatler o günkü düşünceler ışığında başka güzelliklere odaklanmıştır. Benimde yaşadığım yer, her bir yeri ayrı güzellikte olan güzel yurdumun cennet bir köşelerinden biri Ayvalık. Benim de, ailemin de yaşam şansını bulduğum Ayvalık’ın her bir yanı cennetten bir köşe. On beş yıldır bu güzellikleri an ve an yaşıyor, mis gibi havasını, içime sindirerek kokluyorum. Bu güzellikleri elimde kamera, görebildiğimi resimleyerek yaşatmaya çalışıyorum. Elimde gitar, her gizem dolu bir köşeye bir şeyler yazıp, notalara dizmek hayallerimin önünü açıyor.
Karaladıklarım şiir, şiirlerim şarkı oldu. Başardım mı bilemiyorum. Ama ben tüm bu ürettiklerimden çok mutluyum. Ürettiklerimi güzel çirkin, iyi, kötü ayırt etmedim. Onları ben doğurmuştum. Her biri benim çocuğumdu. İnanın hepsi ayrı bir anı, ayrı bir sevda.
Ayvalık’ın Cunda’nın taş sokaklarında tek başıma dolaşmak huzur verdi, taş evler, üzeri kiremit dokulu çatılar, eski taş yollar hep haz verdi bana. Her bir pencerenin ardında bakan, kapı eşiğinden sokağa fırlayan kedilerle, dost bakışlarla göz göze gelmek, onları kucağına alıp okşamak, onların sıcaklığını avuçlarımda hissetmek mutlu etti beni. Her bir yanı tarih olan, her bir sokağından tarih yankılanan Ayvalık’ta on beşinci yılım. Cunda adasını karış karış gezdim. Orçun koyunda, Patriçia da denize daldım. Gümüşlükte rüzgar ile dans edenleri gıptayla seyrettim. Altınova’nın kum adasında saatlerce yürüdüm, bölgenin en sıcak denizinde, Midilliyle bakışan sahillerinde kulaç kulaç yüzdüm. Çevremde ben gezerken bana eşlik eden doğanının bir parçası, insanların dostu olan hayvanlara sevgiyle baktım, onların sevgi dolu bakışları beni çok mutlu etti. Her sabah yürüyüşlerde cebimde hep bir poşet oldu. Dün akşam gün batımı keyfi yapanlarını bıraktıkları çöpleri, kırık şişeleri toplamaktan hiç gocunmadım. Her sezon çevremde oluşan doğa dostu arkadaşlarımla bu sahilleri ellerimizde eldivenler karış karış temizledik. Bu en büyük ibadettir dedik. Yarına torunlarımıza, bırakılan temiz bir dünya, tanrının emanetini korumaktır dedik. İnanıyorum ki yüce tanrımızın bizler için yarattığı bu cenneti o asla yok etmez. Kıyamet günü derler, kıyamet gününün gelişi bizim bu güzel doğaya sahiplenebilmemize bağlı. Doğaya saygı göstermez onu yok etmeye devam edersek bu kıyamete çağrıdır.
Benim, kendimin de bir geri dönüşüm ürünü olduğumu unutmadım. İkinci yaşamım dediğim bu yaşamım bana tanrımın bir hediyesi. Vitiligo’yu, migreni yenen sayılı şanslı insanlardan biriyim. Vitiligo’yu nasıl yendiğimi o beş yıl önce internet sayfalarında paylaştığım zaman, tıp ile bir hasta adayı olmak dışında bir ilgim yoktu, bunun doğru olup olmadığı kararsızlığı içindeydim. Umut vermekti amacım, düşüncelerim o hastalığa yakalananların iyileşme hayallerinin önünü açmaktı. Ve böylece yüzlerce hastayla onların sorunlarını paylaşma olanağı buldum. Ben iyileştim dedim, siz de iyileşebilirsiniz. Ben yendim dedim, siz de yenebilirsiniz.
Bir gün telefonum çaldı. Kızımdı arayan ‘’ Baba bizim arkadaş oradaki bir köyden ev almış, taş ev. Eski tarihi bir köymüş, şimdi çok değerlenmiş. Sanatçılar gelmiş oraya, bakar mısın ?’’
Küçükköy haritada bir nokta, yoldaki levhalarda bir isim, Ayvalık’ta bir belde olmaktan başka, bu güne kadar bende hiçbir anlamı olmayan bir isimdi.
Bu kez başka bir gözle girdik köye. Giriş o giriş.
Bu kitabımı benim bazı kuşkulu ve endişeli duygularımın önünü açarak, bu günlere ulaşmamda ve Küçükköy de bu sanat evini açmam da önderlik eden bana dünya tatlısı, iki evlat ve dört torun veren sevgili eşim, kırk dört yıllık hayat arkadaşım, emekli ana sınıf öğretmeni, hayat arkadaşım Sebahat Çeliker İnaler’e adıyorum.
Sevgiyle kalın.
Abdullah İnaler
İÇİNDEKİLER
1- Önsöz……………………………………...03
2- Taş evler………………………………….07
3- Taş plak……………..……………………37
4- Sandal ……...……………………………41
5- Adonia……………………………………68
6- Şaban beyin yurdu………………………102
7- Zeriha …………………………………. .140
8- Ankara Sıkıyönetimde bir gece………….1
9- Öğretmenim……..……………………….195
10- Hurdacı İsa … ……………………
TAŞ EVLER
Tertemiz kumların üstünde, köpük köpük gidip gelerek oynaşan minik dalgaların önünde, elinde kum kovasıyla oynayan çocuğun önündeki deniz suyu dolu kovayı, ablası bir tekmede devirince, bir çığlık sesi yankılandı sahilde.
“Anneee…”
Karşı Midilli sahillerine gidip gelen bu ses, akşam yorgunluğunda, Egenin bu sıcak denizinde, ardı ardına atılan kulaçlar sonu yorgunluktan uyumak üzere olan beni, bu şekerleme seansından kopardı. Şezlongumda doğrulduğum an, güneş Midilli sırtlarında akşam yorgunluğunun tadını çıkarıyordu.
“Ela” diye bağırdı şemsiyenin altında komşularıyla akşam muhabbeti yapan genç hanım.
“Kardeşini rahat bırak”
Sahildeki bu akşam curcunasından kendimi hayallerimin çizdiği rotada yol almak için, tekrar başımı yaslayıp, gözlerimi kapattığım an telefonumdan çantamın en dip köşesinden gelen ölgün ses, güçlükle kulaklarıma ulaştı. Her şey bu cep telefonumun çalmasıyla başladı. Arayan İstanbul’dan kızımdı. Hal hatır sormalar bittikten sonra “Baba Ayvalık’ta Küçükköy diye bir köy varmış. Eski bir Rum köyüymüş, içinde tarihi taş evler varmış. Şimdi Boşnaklar oturuyormuş. Bizim arkadaşlar oradan çok eski bir taş ev almış. Arkadaşımın eşi de Boşnak. Şimdi orada evler çok değerlenmiş. Gidip bir bakın bakalım, ucuzsa, biz de alalım.”
Önce onun hayallerine girmişti Küçükköy.
“Evet kızım biliyorum. Küçükköy, Sarımsaklının merkezi, yani belde merkezi.”
Yıl 2015, sekiz senedir Ayvalıklıyız. Altınova da ki evimize kış bitip bahar yüzünü göstermeye başlayınca Bandırmadan göçüp gelip Kasım ayı ortalarına kadar kalırız burada. Ayvalık ve çevresi Madra dağından Kaz dağlarına kadar, tüm körfez adım adım gezip, kare kare fotoğrafladığım yerler.
Yıllarca Sarımsaklı Ayvalık arasında git gel ama Küçükköy’e girme. olur mu? Olur. Belki köye girdik kenarından geçtik ama hiçbir şey fark edemedik. Ayvalık’ın güneyine sırtını dayamış bu tarih kokan gizem dolu köyü göremedik. Küçükköy Sarımsaklı yolundaki çeşmeden defalarca su doldurduk. Köy meydanından da geçtik belki ama ne yazık ki hafızada köyle ilgili hiçbir şey yok.
Ayni yıl kasım ayının başı deniz sezonunun sonu, Bandırma’ya döneceğiz ya zeytinleri bu yıl biraz erken topladık. Oturduk hepsini tuzlayıp, bidonlara doldurduk, kimisi kırma oldu, kimisi sele. Narlar toplandı, iğdeler kurumaya alındı. Ayvalar reçel oldu. Kısacası kışa hazırız. Kız Küçükköy dedi ya, takıldı kafaya.
Bir gün komşularla atladık arabaya doğru Küçükköy’e. Ayvalık çamlık yolundan Küçükköy levhasının gösterdiği ok işaretini takip ederek sağa döndük. Asfalt bir yol. Sağ tarafında Küçükköy stadı, sağ yamaç yerleşim alanına açılmış tek tük evler. Sol tarafta ağaçların altında bir çeşme, daha önce burada su doldurduğum geldi aklıma, Çeşme Çamlık sırtlarında gelen doğal kaynak suyu, yine başı kalabalık, arabalar park etmiş bidonlar sırada. Bu çeşmenin çayı iyi oluyormuş. Yine sol üst yamaçta, Çamlık koyu ve Sarımsaklı manzaralı yeni yapılmış bir site. Onun alt tarafında köyün yeni ilkokulu.
Köye yeni yapılan Küçükköy Belediyesinin taş binasının önünden girdik. Sağ yol ise köyün doğu tarafında ki aşağı mahalleye gidiyor. Aracımızı uygun bir yere park ettikten sonra başladık köyün içine doğru yürümeye. Taş sokakların sağında solunda eski taş evler dikkatimizi çekmeye başladı, arada sırada yeni yapılarda vardı ama genel de taş evler yoğunluktaydı. Sol tarafta geniş bir taş avlunun içinde bahçe temizliği yapanları görünce ”Kolay gelsin” dedik. İnce zayıf uzun boylu başındaki geniş hasır şapkanın altına gizlenmiş mavi gözlerini gözlerime dikerek “Hoş geldiniz” dedi. Kucakladığı sararmış ot yığınını yere bıraktıktan sonra yanımıza geldi. Elli beş yaşlarında ya vardı ya yoktu. Boş bahçenin taş duvarına yaslanarak, bir müddet soluklandı. Bahçenin sağ tarafındaki taş evi göstererek,
“ Burası satılık herhalde” dedim Başında ki hasır şapkayı çıkarıp, alnındaki teri elinin tersiyle sildikten sonra,
“Evet toplam dokuz yüz metre, bahçesiyle birlikte bu taş eve sekiz yüz bin lira istiyorlar.”
“Vay be sekiz yüz, fiyatlar uçmuş gitmiş.”
Komşum Mehmet söze karıştı,
“ Peki başka daha uygun satılık yer var mı? “
“ Olmaz mı köyün yarısı satılık.”
Duvarın üstünden yaşından beklenmeyen bir hareketle atlayarak yanımıza geldi. “Buyurun isterseniz köyü gezdireyim.”
Yanımıza gelince başladık beraber köyün içine doğru yürümeye, hafif bir yokuşu sağdaki soldaki taş evleri ilgiyle seyrederek çıkmaya başladık. Ara sokaklarda yıkıntı evlerin yanında, bir de yeni inşa edilmiş yeni tuğla evler vardı. Köyün tarihsel havasını ne kadarda bozuyorlardı. “Bu evler ne” dediğimde. “Beş sene öncesiyle bu gün ki görüş çok değişti. Bu beton yığınlarında oturanlar bin pişman. Çoğu tekrar taş kaplatmaya başladı. Çünkü onların evinin şu anda hiç birinin tarihi değeri yok.
Hepimizin ilgisini çeken sokağın sol tarafındaki bir taş binanın önünde durduk. Mahzen otel. Önünde sarmaşıklarla kaplı küçük bir bahçesi vardı. Kapının önünde eski toprak küpler, eski kağnı tekerlekleri. Biraz daha yürüyünce ufak bir meydana geldik. Sol tarafta otobüs durağı, sağ tarafta köşede de bakkal vardı. Evlerin dış yüzleri genelde sıvanmıştı. Bazı evlerde de sıva kırıklarının altındaki taşlar kendini yer yer açığa çıkarmıştı. Evler genellikle iki katlıydı. Bir ev sağlam duruyorsa iki ev bakımsız ve boştu. Hafif yokuşu çıkarken sol tarafta yeni restore edilmiş taş bir bina dikkatimizi çekti. İki katlıydı kabası yapılmış, kapısı penceresi yoktu. İçine şöyle bir süzüldük. İkinci kat merdivenleri de yarım bırakılmıştı. Bazı yerlerde kesme sarımsak taşı kullanılmıştı. Yapıştırma harcının kireci fazla gibi geldi, beyaz kireç o doğal taşların arasında sırıtıyordu. Vardır ustanın bir bildiği dedim, belki zamanla koyulaşır.
Orijinal taş duvarların harcı çamurdu. Sanırım onun için duvarlara sonradan sıva yapmışlar.
Meydana geldiğimizde sağ tarafta meydana tepeden bakan yüksek bir kahve, cami avlusunun içindeki tarihi bir çınar ve onun altında kahvenin masa ve sandalyeleri vardı. Sol tarafta geniş bir meydan, onun önünde tahta bir seyyar baraka ve içinde köfteci, onun bitişiğinde de köyün ikinci kahvesi vardı. Sağ tarafındaki sarmaşık tüm kahvenin sol tarafındaki ara yolu kaplamış, güzel bir gölgelik alan yaratmıştı. Onun solunda ise restore çalışmaları devam eden bir yer vardı. İçinde ustalar çalışıyordu. Meydanın sağ tarafındaki, geniş bir avlunun içinde yer alan cami Rumlar döneminden kalma eski bir kiliseymiş. 1886 yılında cami yapılmış. Ayni avlunun içinde iki katlı tarihi taş bina ise eski bir okulmuş. Bu taş binanın bir kısmı köyü ve Boşnak kültürünü tanıtan kent müzesi olarak hizmet veriyor. Alt katıda düzenlenerek resim galerisi yapılmış. Müzeden dışarı çıkıp merdivenlerden aşağı inerek, alt kattaki açık kapıdan içeri girdik. Rutubet kokusunun taş duvarların içine sindiği bu galeride, loş bir ışıklandırma taş duvarlardaki eski siyah beyaz resimler köyün tarihini, mübadele yıllarında balkanlardan göçenlerin hikayesini anlatıyordu. 1900 lı yıllarda Küçükköy’ün bir Boşnak köyün oluşunun öyküsünü siyah beyaz resimlerin içine girerek bir bir onlarla beraber yaşadık.
Çınar altına doğru yürüdük. Yarı alacalı, hem güneşli hem gölgeli bir masaya oturduk. Güneşi aradığımız günlerdi.
Çaylar içilirken, Ahmet bey sözü devraldı, “Norveç’te yıllarca gemilerde çalıştım. Balıkçı gemilerinde yattım. Her şeye rağmen güzel macera dolu yıllardı. Kutuplarda balık peşinde aylarca dolaştık. Ama olmadı, ailem, eşim dostum bu köyde. Norveç’ te yaşadığım günler hep vatan hasretiyle geçti. Tutunamadım o uzak diyarlarda. Tekrar ver elini Türkiye. Evlenemedim, kısmetim mi yoktu yoksa cesaretim mi? Bilemedim. Yaşadıklarımı bir anlatabilsem, bir yerlere yazabilsem sayfalarca kitap olur.”
Kuru incecik bedeninde sanki hiç et yoktu. Kafasındaki şapkayı masanın üzerine koyduğunda, çınar ağacının yaprakları arasından kaçamak bakışlarının bize atan gün ışığı saçsız başında pırıl pırıl parlıyordu. Çayındaki son yudumu da içtikten sonra bardağı yavaşça tabağın içine koydu. Eline aldığı çay kaşığını bardağın içinde tıngırdatırken aklından geçenleri yavaş yavaş bizlerle paylaşmaya başladı.
“ Kaç paraya kadar yer düşünüyorsunuz? Arsa da var, taş evde.”
“ Sen bize en ucuzundan başla göstermeye başla Ahmet bey, biz ona göre karar veririz, hem de köyü daha yakından tanıma fırsatı buluruz.”
“ Hadi kalkın gezelim, nerde neler var.”
Meydandaki çardaklı kahvenin yanında restore çalışmaları olan bir taş evi gösterdi. “ Burasını İstanbul’dan gelen Simay hanım yeni aldı” dedi. “ Şimdi orijinal haline getirilmeye çalışılıyor, yanındaki de satıldı.” Ustalara kolay gelsin dedikten sonra. İçerisine kapıdan şöyle bir baktık. İç duvarlar kırmızı yığma tuğla ve taştı. Çok güzel örmüşlerdi.
Köy meydanından aşağılara doğru indik aşağıda da inşaatlar vardı.
Yine bir tadilat çalışması yapılan geniş bahçeli bir yapının önünde durduk. Burasını dedi. Ankara’dan gelen bir heykeltraş aldı. Uğur Çalışkan daha önce Alaçatı da imişler. Hanımı Rabia ve kız kardeşi Binnur hanımda ressam. Atölyelerini buraya taşıyacaklar. Köyde yoğun bir tadilat çalışmaları vardı. Onlardan biri de Ressam Burhan Yıldırım ve eşi Ayşen Yıldırım’a ait iki katlı bir taş evdi. Onlarda bu köyde yaşamak ve burada çalışmalarına devam etmek istiyorlardı. Burhan beyin galerisinin tam karşısında İki katlı taş binanın kapısının önündeki mozaik bir panelde Mozaik kafe yazısı dikkatimi çekti.
Rehberimiz Ahmet bey “Buyurun” dedi. “Bizim Ferhan’ın Atölyesi” Yılların yaşanmışlığının aynası tahta kapıdan ürkek adımlarla içeri girdik. Kapıdan aşağı iki basamak indik. Sol tarafta mutfak ve buzdolabı dikkatimizi çekti. Sağ tarafta ise yer sediri ve mozaik işlenmiş bir masa ve hemen yanında yukarı kata çıkan tahta merdivenler. Tam karşımızda da bahçeye açılan bir kapı.
Biz içeri dolmaya çalışırken bahçeden içeri yakışıklı ve uzun boylu bir genç girdi. Maviş gözlerinin gülümseyerek içimizi aydınlatan bakışları hepimizin üzerinde gezinirken
“Hoş geldiniz” dedi. “Ben mozaik sanatçısı Ferhan Orhan”
Mozaik kelimesinin bu kadar anlam ve sanat yüklü olduğunu, onun çalışmalarını, eserlerine bize anlatırken yavaş yavaş anlamaya başlamıştık. Ev ve inşaat mozaiğinden başka bir şey görmemiş olan bizler. Tabii ki o kadar da değil dedim içimden. Hatay’daki dünyanın en büyük mozaik eserlerinin tanıdığı müzeyi gezerken bu konuda epey bilgi sahibi olmuştum. Arka bahçeye geçip oturduk. Ferhan’la ilk tanışmamız böyle oldu. O anlattı biz dinledik, biz sorduk o anlattı.
Onun yanında da Diş Doktoru Nedret Onman beyin Mandala çalışmalarının sergilendiği geniş bahçeli bir evi var. (Daha sonraki yıllarda Ferhan’ın bahçesinde ve burada eniştesi müzisyen, gitarist Cenk Sancar’la müzik yapmıştık). Bu tür sanat içerikli sokakları ve sokaklardaki sanat evlerini atölyeleri gezerken, biz gezginlerden bazılarının içinde bir çekingenlik vardır. Kadın gireyim gezineyim, tanıyayım der erkek geride kalır. Onu geri çekmeye çalışır, aman masraf açmasın diye. Çalışan kadın ise daha cesurdur. Çünkü kendi parasını harcama yetkisi ondadır. Bazen tam tersi de olur. Adam atılgandır görüp tanımak ister. Bu taş sokaklara ruh verenler sanatçılardır, bu unutulmamalı. Sanatın taş taş işlenip, bizim görselliğimize sunulan bu taş evler, sanat yüklü eller, maharetli eller tarafından yapılmıştır. Bu sokaklar sanatçılarla bütünleşince bir anlam kazanır. Buraya kadar gelip te bir sanatçıya merhaba dememek sadece kendisine kaybettirir. Sokakların taş evlerin dili yoktur ama ruhları vardır. Onlarla konuşabilmek ancak sanatçıyla yüz yüze gelince bir şeyler anlatır insana. Sanatçılar bu sokakların sesi ve ruhudur.
Biraz daha aşağılara inince yolun sol tarafında bulunan daha bitmemiş binayı göstererek burasıda Ressam Suna Tüfekçibaşı’nın evi ve atölyesi dedi. Kapıları kapalı olduğu için sadece dışardan görebildik. Yanında nefis balkonunda kırmızı begonvillerin insanın içini okşadığı iki katlı bir ev dikkatimizi çekti. Tasarımcı Melahat ve kızı Özlem’in evi dedi. Küçükköy sessiz sedasız sanatçıların istilasına uğruyordu. Bu ara bir kaç butik otel inşaatı da dikkatimizi çekti.
Bol bol da satılık ev levhaları taş duvarları süslüyordu. Köyün taş sokaklarına büyülenip kalmıştık. Çoğu evler boştu. Çok güzel tarihi evler vardı. Köyün mezarlığına yakın ana yola kadar inmiştik. Köydeki evlerin çoğu iki katlıydı. Evlerin bahçeleri genellikle evlerin arkalarındaydı. Dışa karşı korunma amaçlı olarak bu şekilde inşa edilmişti. Hem yürüyor, hem konuşuyor, hem de çevreyi inceliyorduk. Köyün doğusuna gelmiştik. Buradaki yol sol tarafı köyün mezarlığına sağ tarafı da Ayvalık ve Sarımsaklıya çıkan ana yola gidiyordu.
“Burası mengene” dedi Ahmet bey. ‘’Yani zeytin yağ fabrikası. Yıllar önce köyde iki tane büyük yağ mengenesi vardı. Şu anda ikisi de çalışmıyor” Mengene dedikleri içi zeytin dolu çuvalları sıkarak yağını çıkaran preslerdi. Bu sıkma işi o zaman ya insan gücüyle ya da hayvan gücüyle yapılıyordu. Mezarlık yolunda eski bir binanın ikinci katındaki vinci gösterip burası Hacı Ömer Yazıcı’nın mengenesi dedi. Çok eski bir yağ fabrikası zeytinliklerden toplanan zeytin çuvalları, at, at arabası veya eşek sırtında getirilir, buradan yukarı çekilir oradan eleklere, yıkama kazanlarına ve sonrada özel keten çuvalların içine konduktan sonra mengenenin altında sıkımı yapılır.” İki sene sonra adeta bir zeytinyağı müzesi olan bu mengeneyi hacı Ömer’in torunu ile gezmiş ondan bilgi almıştım. İçeride o günlerden kalan alet, edevat, makinalar hala orjinal haliyle duruyordu. Buranın müzeye çevrilmesi için epey para gerekiyordu. Buraya mutlaka sponsor veya devlet desteği gerekir.
Ara sokaklardaki taş evlerin büyüsüne kapılmış o sokaktan öbür sokağa giriyor, her evle o evin geçmiş yaşanmışlığını yaşıyorduk. Ahmet beyin evler hakkında verdiği rakamlar çok uçuktu. Taş evi alacak ve ondan sonra evi restore ettireceksin. Maliyet çok yüksekti.
Bu köyde bir taş eve sahip olmak epey masraflıydı. Bizim buradaki bir yer için ayırdığımız bütçe ile bir dam bile alınmazdı. Hacı Ömer’in mengenesini dışarıdan inceledikten sonra, Köy meydanına giden ara ana yola girdik. Sağlı sollu taş evleri hayran bakışlarla incelerken sağ tarafta bir ara sokakta beyaz badanalı bir katlı bir evin duvarında Kabbak evi yazısı dikkatimizi çekti.
“Burası ne Ahmet bey?” dedi Mehmet. “Kabbak evi, açık mı acaba? gelin bir bakalım.” Geniş bir meydanın ortasında kiremit çatılı beyaz bir binaydı. Her tarafı sıvanmış beyaza boyanmıştı. Maviye boyanmış ahşap pencerelerinin önünde kabaklar asılıydı. Evin sağ tarafında beş altı basamaklı bir kapı girişine yöneldik.
“İyi günler” diye seslenen Mehmet’e içeriden bir bayan sesi “Hoş geldiniz” dedi. Normal bir evdi, ama odaların içi çok güzel el emeğiyle işlenmiş kabaklarla doluydu. Su kabakları abacur ve lamba olmuşlardı. Biz içeri girince bir erkek sesi de hoş geldin dedi. Elini uzatarak,
“Ben Bülent Arsev” sol taraftaki çalışma odasında çalışan bayanı işaret ederek ” eşim Yasemin hanım.”
Bu harika el yapımı ürünleri yaratan, su kabaklarını sanat eserine dönüştüren Bülent bey ve eşiyle tanışmamız böyle oldu. Küçükköy’e yerleşen ilk sanatçılardanmış. Bu evi kiralamışlar, burasını hem atölye hem de ürettikleri adeta bir sanat eseri olan pırıl pırıl işlemeli kabak abajurları sergiledikleri bir galeri olarak kullanıyorlar. Kabaktan abajur dolu odaya girince abajurların ışıklarını yaktı, İçerisi çeşitli motiflerdeki abajurların renkgarenk ışıklarıyla ışıl ışıl olmuştu. “Çok çok güzeller Bülent bey” dedim. “Çok büyük sabır yetenek, yaratıcılık işi, hepsinin kendine has güzelliği var tebrikler” İçerde çalışmakta olan Yasemin hanıma dönerek, “Kolay gelsin Yasemin hanım tebrikleri hepsi ayrı güzellikte.” Bülent beye ve Yasemin hanıma tekrar görüşme vaadiyle hoşça kal dedikten sonra tekrar köy meydanına dönüp, çınar altında bir masaya oturduk.
Çekingen bir tavırla sandalyeye oturmak üzere olan Ahmet beye doğru eğilerek, “Biz yine geleceğiz senin aklında olsun bize uygun bir yer bulursan haber ver.”
“Hadi şimdi Boşnak böreği yiyelim.”
“Ne tavsiye edersin Ahmet bey?”
“Hepsinin ayrı bir tadı güzelliği var, bence hepsinden bir parça tadın.”
“Ispanaklı mı, kıymalı mı, peynirli mi olsun.?” dedi uzun boylu saçları son model kesilmiş, sarışın maviş gözlü garson çocuk.
“O zaman hepsinden birer tabak olsun” dedi hanım.
Küçükköy’ün bayanlarının kendi elleriyle hazırladıkları Boşnak börekler masamıza geldiği zaman, mis gibi bir koku kapladı masamızı, dayanamadım büyük olarak önce benim elim uzandı çatala.
“Haydi buyurun.“
Masamızda misafir gibi duran Ahmet’e “Hadi Ahmet bey durma” dedim. Yanında ayranda söylemiştik. Çekingen bir tavırla ilk börek parçasını ağzına atıp, ilk lokmayı ağzında çiğneyip bitirdikten sonra “Yan tarafımızdaki taş merdivenleri göstererek “köyümüzün ufak bir müzesi de var, isterseniz gezeriz.”
Cami avlusunda uzun iki katlı eski tarihi bir taş bina vardı. Börekler yenip, hesap ödendikten sonra hep beraber kalkarak müzeye giden merdivenlere yöneldik. Kapısında Küçükköy kent müzesi yazıyordu. Girişte uzun bir koridor, sol tarafta geniş bir salon, sol tarafta da görevliye ait küçük bir oda vardı. Müzede balkan Boşnak kültürüne ait giysiler ve evlerde, bağ ve bahçelerde kullanılan el avadanlıkları, eski radyolar, dikiş makinaları, mutfak malzemeleri ve tarım araçları vardı. Sol taraftaki panoda da Küçükköy’ün tarihçesi yazıyordu. Köyün ilk kuruluşu hakkında elimizde kesin veri yok. Köy 1462 yılın da yani İstanbul’un fethinden dokuz yıl sonra Midilli’nin fethi sırasında kurulmuş. O yıllar Midilli prensi bu sahillerde gezen Aragon korsanlarının Türk sahillerine yaptığı saldırılara destek olduğu ve ganimetlerde pay aldığı belirlenince, Fatih sultan Mehmet Midilli prensine iyi bir ders vermek için Midilli’nin fethedilmesine karar verir.
Bu sırada Edirne de bulunan Fatih Sultan Mehmet donanma komutanlarını Edirne’ye çağırarak, Midilli’nin alınmasını emreder. Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra 1462 senesinde Mahmut paşa komutasındaki donanma, 200 parça irili ufaklı savaş gemisi ile deniz üzerinden Midilli üzerine yürür. Mahmut paşa adanın merkezine asker çıkararak Midilli şehrini kuşatır. Bu kuşatma sürerken Fatih Sultan Mehmet’te ordusuyla Bursa üzerinden Ayvalık’a, oradan da şimdi ki adı Altınova olan Ayazment’e gelip karargahını buraya kurar. Bu sırada Mahmut paşa komutasında Midilli kuşatması hala devam etmektedir. Bu duruma canı sıkılan Fatih Sultan Mehmet bir gemiyle Midilli’ye geçer ve kuşatmadaki ordusunun başına geçer. Şiddetli savaşlar sonunda Midilli’de ki Rumlar çareyi teslimiyette bulur.
Midilli’yi ele geçirilince padişah Fatih Sultan Mehmet tarafından adanın idaresi Mahmut paşaya verilir. Mahmut paşa ada halkından bir kısım Rumları gemilere bindirerek İstanbul’a gönderir ve bunların yerine Türkler yerleşir. Fatih Sultan Mehmet Ayazment’ten dönerken bir yeniçeri taburunu bu sahillere hakim bir yamaç olan şimdi ki Küçükköy yamaçlarına yerleştirir. Zamanla burada bir yerleşim yeri oluşur. Bölgedeki Rumlar ve yeniçeriler uzun müddet bir arada yaşar. Zamanla ege denizi bir Türk iç denizine dönüşüp ege sahilleri güvenlik altına alınınca Köydeki yeniçeri birliği köyden ayrılır.
Bu arada köyün Latince ismi Yeniçarohori (Ohaion) Rum halkı tarafından benimsenir. Uzun yıllar burada Rumlar ve Türkler hep beraber yaşar. Zamanlar göçler ve zorunlu göçler ağır basmaya başlayınca Rumlar köyü terk eder, Boşalan evlere balkanlardan gelmeye başlayan Boşnaklar yerleşmeye başlar. Sarımsaklı sahillerine yakın tepe üzerinde beş adet yel değirmeni ve Ayvalık sırtlarında üzüm bağları olduğu söylenir. Köyün geçimi hayvancılık, zeytincilik, üzümcülük ve balıkçılıktır. Köydeki evler Rum mimarisini özelliklerini taşır. Evler Sarımsaklı sahillerinde çıkarılan sarımsak taşı ile yapılmıştır. Evler Türk ve Rum ustaların ellerinde adeta bir sanat eserine dönüşür.
Yeniçarohori de(Yeniçeri köyü) bir çok kilise ve Şapel olduğu söylenir. Yeniçeriler köyden çekildikten sonra, Türklere göre çoğunlukta kalan köyün yerli halkı Rumlar, uzun yıllar bu topraklarda, Osmanlının en şaşalı yıllarında huzur içinde yaşamıştır. Köyün içinde her mahallenin bir kuyusu, doğal kaynak çeşmesi vardı. Köyün Madra dağlarına bakan kuzey doğu tarafındaki dereden bağ bahçe sulaması yapılırdı.
Osmanlının çöküş döneminde balkanlarda kaybedilen topraklarda yaşayan Müslüman Türkler, Bulgarlar (Pomak) ve Yugoslav Müslümanları (Boşnaklar) azınlık durumuna düşünce, 1893 yılından itibaren ana yurda dönüşe geçerler. Bu zorunlu bir göçtü. Savaş balkanları sarmış, balkan ülkeleri bir bir bağımsızlıklarını ilan ediyordu. Bir zamanlar o toprakların sahibi, patronu olan Müslümanlar azınlıktı artık. Birçoğunun can güvenliği yoktu. Elde avuçta ne varsa elden çıkarıp Anadolu’ya göçüyorlardı.
Kurtuluş savaşı sona erip, 24 Temmuz 1923 de Lozan barış anlaşması imzalanınca mübadele tekrar gündeme geldi. 30 Ocak 1923 de Yunanistan’la mübadele antlaşması imzalandı. Yani yıllardır bir arada yaşayan Rum ve Türk halklarının değişimi.
‘’Benim babamlar Karadağ’dan kaçıp gelmişler’’ dedi Ahmet, “ Bir çoğu da Bosna’dan. Atatürk bize sahip çıktı ve bizi bu topraklara yerleştirdi. Bizim köyde Midilli’den, Yunanistan Serez’den ve Girit’ten gelenlerde var. Çoğunluk Boşnak muhacırlar. Bizim köyün yüzde sekseni Karadağ’dan, Bosna’dan.’’ Serez Yunanistan’ın Selanik ile Kavala arasındaki orta Makedonya bölgesinde ayni ilin adını taşıyan bir şehir. Ülkemize oradan gelen muhacırlara Serezli denir.”
Küçükköy Ayvalık’ın güneydoğusunda Çamlık tepesinin arkasında. Kayalık sağlam bir zemini var. Karşıdaki Madra dağından çıkıp, Kozak yaylasının içinde kavisler çizerek, eteklerindeki zeytinlikler arasından kıvrıla kıvrıla gelen bir de deresi var, Nikita deresi. Bu dere Sarımsak’lı sahillerinde denize kavuşuyor. Dere son yıllarda fabrika atıkları nedeniyle simsiyah akıyor ve çevresine pis bir koku salıyor. Ayvalık küçükköy’e yürüme mesafesiyle yarım saat kadar tutuyordu. Sarımsaklı denizine de yarım saat bir zaman diliminde ulaşıla biliniyor. Güneye bakan kısmında çamlık körfezinin mavi sularına bakan ufak bir iç deniz var. Denizi sığ ve kayalık olup yüzmeye uygun değil. Ufak sandal ve yatlar için adeta doğal bir liman. Bu koy kuzey tarafındaki Çamlık tepesi ve Şeytan sofrası arasındaki boğazla Ayvalık koyuyla birleşir. Güneye yöneldiğinizde ise Sarımsaklının dünyaca meşhur geniş kumluk, pırıl pırıl tertemiz plajlarına ulaşırsınız. Sağ tarafa yani kuzey batıya yöneldiğinizde güzel bir yola sizi önce Çamlığa oradan da doğru Ayvalık’a ulaştırır. Ayrıca Sarımsaklı sahillerini tam karşısında bulunan, bölgenin en büyük deresi Madra deresi Madra dağının zirvesinden çıkıp, kozak yaylasını dolaştıktan sonra, yeni yapılan Madra barajına ulaşır oradan da Altınova sahillerinde denize dökülür.
Benim babam ve dedemler 1924 yılında Bulgaristan’ın Razgrat şehrinden Balıkesir’e göçmüşler. Babam 1919 yılında Razgrat’ın Gökçesu köyünde doğmuş. Bulgaristan bağımsızlığını kazanıp Osmanlıdan ayrılınca, birçok Türk aile gibi onlarda yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalmış. Trenle Sofya’dan Türkiye’ye yola çıkmaya karar vermişler Bulgar gümrükçülerin yaptığı kontrol da, dedem İbrahim ve babaannem Ümmügül’e isimleri sorulunca dedem babaannemin ismini Emine demiş, Gümrük memuru elindeki evraklara bakınca Emine ismini görememiş, Evrakta Ümmügül yazıyormuş. Meğer İbrahim dedem İbrahim Ümmügül adını sevmediği için eşine Emine adını takmış, ona hep Emine diyormuş. Gel emine git Emine. Trendeki sorgulama esnasında da Emine deyince. Gümrük memuru babaannemi trenden indirmiş, Bulgaristan’dan çıkmasına izin vermemiş. Tüm yalvarmalara yakarmalara rağmen o Sofya da kalmış. Dedemler kardeşleriyle Türkiye’ye gelmiş. Babaannemde altı ay sonra diğer akrabalarla gelebilmiş.
Küçükköy’de de kuşkusuz her ailenin kendine göre bir göç öyküsü var. Hepsi zor koşullarda gelip bu topraklara yerleşmişler.
“Bizim oralarda Balkanlardan gelenlere Muhacır denir Ahmet” “Ama genelde son zamanlarda göçenlere takılır bu ad. Örneğin bizim mahalle bakkalımız vardı Muhacır Mehmet amca. İlk gelenler artık yerlisi olmuştur o yerin. Tabii bir de gerçek yerlileri vardır. Onlara da Manav denir.”
“Arnavutluk’tan gelenlerin ise lakabı direk Arnavut’tur. Bu yörede onlara Giritli, Serezli, Boşnak deniyor. Sanırım buralar da pek Pomak yok. Bizim Bandırma, Kapıdağ da Pomak köyleri çoktur.’’
Laf lafı açınca zaman diliminin nasıl hızla ilerlediğini havanın kararmasıyla anlayabildik. Komşular kalkalım diyordu. Hava serinlemiş masamızın üzerine düşen sararmış yapraklar rüzgarın yavaş yavaş arttığının göstergesiydi. Havada yağmur kokusu vardı sanki.
Karşımızdaki kahvenin yanındaki iş yerinin çatı katını yapan ustalarda tek tek aletlerini topluyorlardı. Harç bitti yapı paydos misali. “Orası yeni satıldı” dedi Ahmet. Yanında eski yıkık bir dükkan vardı. Orasını işaret ederek orası da kasaptı. Bunda 20 sene önce köyümüz çok güzeldi. Bakkalı kasabı, terzisi, berberi hepsi vardı. Yazlık sinemamız vardı. Şu anda kent müzesi olan taş bina köyün okuluymuş, ben de bilmem. Biz mezarlık yolundaki taş okulda okuduk. Köyde üç tane kilise vardı. Her mahallenin de bir çeşmesi.
Komşum çay paralarını öderken hepimiz kalkmış gitmeye hazırlanıyorduk.
‘”Gelin” dedi Ahmet.
“Şurada ufak bir yer var. Bir de oraya bakın emlakçı bir arkadaşın yeri.”
Gitme arzusu içimizdeki merak arzusuna yenilince düştük Ahmet’in peşine. Ben elimde makine boyuna resim çekiyordum. Eski taş evleri resimlemek tutku olmuştu ben de.
Meydandaki kahvenin arkasına doğru yürümeye başladı, biz de takıldık peşine. Solumuzda uzun dar bir sokak vardı. Sokağı başında bir tabela gördüm, Sualtı Butik oteli. Ben hemen sokağa daldım, yukarı doğru hafif kıvrımlarla, taş evlerin görkemli bakışları altında adeta bir kuğu gibi süzülüyordu. Bu sokakta tarihin durduğunu hissettim. 1462 yıllarında burada başlayan yaşamı kulağımıza fısıldıyordu sanki taş evler. Pencere aralığında içeri baktığımda, ağaç bir merdiven ikinci kata davet ediyordu beni. Aşağıda bir oda, ağaç bir tavan, yer yer çökmüş bir şömine ve hala siyah duman isini üzerinde günümüze taşıyan bir baca deliği. Burada neler yaşanmıştı, bu evler o günün koşullarında ne şartlar altında yapılmıştı. Bu evdeki ilk gece ne kadar mutluluk vermişti onlara. Peşimden kimse gelmemiş hepsi Ahmet’in peşine takılmış gitmişti. Kendimi tarihin derinliklerine kadar uzanan taş sokakların beni kendine çektiği gizem dolu geziden kurtarıp, bu eski taş eve veda ettim. Bizimkiler az ilerde yeni yapılmış sarı badanalı dükkan gibi bir binanın önünde durmuş ona bakıyorlardı. Demir bir kapısı ve demir bir penceresi vardı. Üstüne beton atılmış çatısı bile yoktu.
“ Burası da satılık” dedi. “Şu anda da fiyatı en uygun yer burası. Size uyar.” Söylediği rakam bize uyardı ama bu yirmi metrekarelik yerde ne olurdu ki. Uzun caddenin ortasındaydı. Sağında uzun bir taş duvar, solunda ufak bir üstü açık dükkan gibi yer vardı. Arkası geniş bir bahçeye bakıyordu. Tam karşısında üç katlı bir yeni yapı, sol tarafta eski iki katlı bir taş ev, sağ tarafında ise tek katlı eski bir taş ev vardı. Kasım ağa sokağıydı, bu sokağın adı. Bir araba ancak geçerdi bu yoldan.
Küçükköy’ün merkezine 50-60 metre kadar ya vardı ya yoktu.
Biz dükkana bakarken. “Hoş geldiniz” sesi çınladı kulaklarımızda “Hoş geldiniz” Geriye dönüp baktığımızda tam karşımızdaki üç katlı evin kapısında 50 yaşlarında bir bey duruyordu. “Hoş geldiniz, Hoş geldiniz” dedikten sonra, gayet kibar bir lisanla “Burası eski şaraphaneydi. Güzel bir kapısı, kapısında çok güzel sarımsak taşından sütunlar vardı. Çocukluğumuz burada geçti. Bakımsızlıktan yıkıldı gitti. Kimse sahiplenmedi, kıymetini bilemedi. Bu hale geldikten sonra uzun müddet yağ deposu olarak kullanıldı. Sahibi yeni rahmetli oldu. Şimdi satılık” Parmak arası terliklerini giyerek yanımıza geldi.
“Bu sokak cıvıl cıvıldı o zaman, köyümüz çok kalabalıktı. Şimdi boş gördüğünüz tüm evler doluydu.”
Elimi uzatıp “Merhaba” dedim.
“İnşallah komşu oluruz, köyümüz güzeldir, havası temizdir, mis gibi zeytin kokar.” Doğru Ayvalık Balıkesir yolundaki zeytin yağı fabrikalarının bacalarından çıkan duman köyün çok uzağında olmasına rağmen zeytin kokusu (prina) burunlarımıza kadar geliyordu.
Açıkça söylemek gerekirse ben pek sıcak bakmadım. Yeni bir yapıydı, köyün tarihsel dokusuna hiç uymuyordu. Arkadaşlardan ortak alalım önerisine de sıcak bakmadım. Her zaman ki tavrımla “bakarız” dedim. “Düşünelim” dedim. Biraz daha gezelim dedim. Ayvalık tarafındaki eski taş okula doğru yürümeye başladık. Tam karşımızdaki elektrik direğinde Su altı ressamı yazısı dikkatimizi çekti. Sağ tarafımızdaki yıkık, çöp içindeki boş arsayı incelerken ‘’ Burası yeni satıldı’’ dedi karşı komşu Adil bey. “Benim yanımda satılık” havada uçuşan rakamlar bizim bütçemizin üç dört katı olunca gezimiz artık turistik bir geziye dönüşmüştü.
Su altı ressamı Süleyman Yeşilce beyle böyle bir ortamda tanıştık. Tek katlı eski geniş bahçeli bir evi vardı. Hemen girişte de geniş bir atölyesi. Su altı dünyasını tuale yansıtıyordu. Ayrıca üç boyutlu çalışmaları vardı. Duvarlarda asılı yaptığı güzel yağlı boya eserleri hayranlıkla seyrederken, tablolar hakkında bilgi verdi. Sıcak ilgisine, açıklamalarına teşekkür ettikten sonra Ona hoşça kal dedik. Ara sokaklardan tekrar Kasım ağa caddesindeki dükkana geldik. Hanım pencereden içeri baktı “Bayağı genişmiş” ”Ahmet bey Anahtar varsa alıcı gözle içine de bakalım.”
“Tamam” dedi. “hemen geliyorum.”
Adil bey sıcak sevecen tatlı dilli biriydi. Sokağı ve köyü anlatmaya devam ediyordu. Bizim komşularla muhabbetleri tutmuştu.
“Adil bey, kim bu Kasım ağa?” dedim. Cadde ismi Kasım ağa caddesiydi de.
“Kasım ağa mı?” dedi.
“Bilmiyorum” dedi. Bu sokakta doğ, yıllardır burada otur ve Kasım ağa kim bilme ve merak etme, çok ilginç. İşin ilginç yönü bu konuda kent müzesinde de bir kaynak yoktu. Ama önemli biriydi ki bu caddeye ismi verilmişti. Bunu yazdım bir tarafa Kasım ağa kimdi araştıracaktım. Ahmet bey anahtarı getirmişti. Asma kilidi rahatça açtı. Demir kapı ağır ağır açıldı. “Buyurun’” dedi. İçeri sırayla girdik. Zemin beton, duvarlar ve tavan üstünkörü beyaz badana olmuş, yerlerdeki yağ lekeleri de kalıplaşmıştı artık. Doğu tarafında biraz yukarıda havalandırma penceresi, arkadaki ucube binanın çatısındaki demirden yapılma terasının çatısını görüyor. Eşim “Yazın burası ne kadar sıcak olur” dedi.
“Çatısı bile yok.”
Fiyatı da zorlayacaktı. Ama toparlayabilirdik.
“Düşünelim Ahmet bey” dedim.
“Bakın burası çarşıya da yakın, ne yaparsanız olur burada.” Şu anda hiç kimse burada ne olacağının düşünemiyordu, yirmi metre kare bir bina. Devam etti Ahmet bey “ Üstüne de bir kat çıkılabilir, isterseniz yan tarafı da satarız. Orası da satılık’’
Köyü gezdikçe, taş sokaklar ve evler hepimizi büyülemişti. Hepimizde köyden bir yerler alma hayalleri oluşmaya başlamıştı. Cidden bu eski tarihi köy yarına umut bağlayanların önünü açacağı gün gibi aşikardı. Çoğu yerlerde doğal özelliğine bağlı tadilat çalışmaları devam ediyordu.
“Tamam Ahmet bey çıkabiliriz.” “Biz sana neticeyi bildireceğiz.’’ Hanım “ Sen kimseye söz verme, biz sana iki gün içinde burası hakkında kararımızı vereceğiz.”
Kasım ağa sokağında aşağı doğru inmeye başladık. Soldaki tek katlı binaların arasına sıkışmış, hala tüm heybetiyle ayakta kalmaya çalışan iki katlı taş konak dikkatimizi çekmişti. Kapısı bacası penceresi açık kırık döküktü. Karşısında tek katlı yıkık bir yapı ve solunda iki katlı içinde halen oturulan taş bir bina vardı.
“Burası eski askerlik şube binası. Arkada geniş bir bahçesi var.”
“Burasıda satılık ama rakam çok uçuk.”
“Bu taş bina 1960 yıllarda askerlik şubesi olarak kullanılmış, daha sonra Rumlar burasını boşaltınca askerlik şubesi de kapanıp Ayvalık’a gitmiş. Mübadele de Karadağdan gelen Boşnaklar bu köye yerleşmiş. Bu iki katlı taş bina, konak gibi ev Elmas ağaya geçmiş.” Elmas ağa bu köyün muhtarıymış. Aşağı doğru yürüyüşümüz çok yavaş gidiyordu. Bu arada bizimle yürümeye devam eden Adil bey söze karıştı. “Dedem Hurşit ve kardeşleri 1912 mübadelesinde buraya yerleşmişler. Dedem Karadağ’dan gelirken yanında 100 lira varmış. O zaman o büyük paraymış, dedem buradan bu parayla arazi almak istemiş. O zaman ona Sarımsaklı sahillerini göstermişler. O da ninemi yanına alıp at sırtında beraberce Sarımsaklı sahillerini gezmişler. O zaman bu sahiller çorak, kum ve sazlıkmış, su yokmuş. Ninem burasını istememiş, beni Karadağ’a geri götür, sen burada ne yaparsan yap demiş. Babam Mümin o zaman ufakmış. Ama dedem artık bizim vatanımız burası, eşine dönmeyi hiç düşünme.” “Dedemle şu anda oturduğumuz evi yapmışlar.”
“ Bu bölge taşlık olduğu için evler hep taştan yapılırmış. O zaman harç falan yok. Kireç bile bulmak zormuş. Taşlar toprakla işlenip, duvar öyle örülürmüş. Hali vakti iyi olanların evleri Sarımsak taşından yapılırmış. Badavut’ta ki Sarımsak taşı ocağında kesilen taşlar yontularak işlenir. At arabaları, kağnılarla buraya getirilirmiş. “Bir zamanlar ben de çalıştım Sarımsak taşı ocaklarında. Malum bu bölgenin doğal güzelliği karın doyurmuyor. Zeytin zamanı dışında iş yok. Ben kardeşlerim ve ablalarım de bu evde doğduk. İlkokul dışında okuma şansımız olmadı. yedi kardeş idik dört kız üç erkek.”
“ Her evin kendine göre bir hikayesi vardı. Sonbahar gelip zeytinler kararmaya başladı mı köye bir canlılık gelir, koşturmacalar başlardı. Köy meydanında kahvelerde oturup, güneşlenirken görmeye alıştığımız yaşlılar bile götüren olsa da zeytine girsek derdi. Mengeneler önüne at ve eşeklerle getirilen zeytin çuvalları dizilir. Her çuval sırasını beklerdi sıkılmak, yağa dönüşmek için. Hacı Ömer yazıcı vardı mengenesi olan, çocukları Şerafettin yazıcı ve Mahmut Ömer yazıcı, baskıcı Orhan Kansu, meydancı Suat Ömür yıllarca burada zeytin yağ sıkımı yaptılar. Ayrıca Elmas beyin mengenesi vardı.” Adil bey, susmuyor, köyü anlatmaya doyamıyordu. Lafı zeytin konusundan alıp evirip çevirip yine Kasım ağaya getirdim.
“Kasım Ağanın evi nerede Adil bey? “
“ Kasım ağaya savaş bitince bizim sokağın sonunda sağ köşedeki evi vermişler.”
Kasım ağa kimdir diyecek olursak, edindiğim bilgilere göre Osmanlı Rus harbinden sonra balkanlardan, yani Karadağ’dan Osmanlı topraklarına göçen Yugoslav bir ailenin oğlu. Anadolu topraklarına ayak başınca, Osmanlı ile hiç geçinememiş, Osmanlıyla başı hep belada olduğu için yıllarca dağlarda gezmiş. Öncelikle köydeki bu caddeye adını veren Kasım ağa kimdir, neler yapmıştır. Osmanlı yasa ve yönetiminle hiç uyum sağlayamayan yurdu mekanı dağlar olan Karadağlı Boşnak Kasım Ağayı isterseniz biraz daha tanıyalım.
Şakir oğlu Boşnak Kasım ağa 1886 yılında Karadağ Kolaşin de dünyaya gelmiş. Karadağ da hayvancılık yapan bir aile imişler. Balkan savaşı başlayınca burada Çetniklerle devamlı bir çatışma içine girmişler. Bu çatışmalarda babası öldürülmüş. Savaşarak geri çekilmişler ve 1912 sonunda Diyarbakır’a gelerek buraya yerleşmeye karar vermişler. Daha sonra Kahramanmaraş’a oradan da Konya’ya geçmişler. Konuşma dili aksan farklılığı yüzünden bu topraklarda da tutunamamışlar. Konya da Mehmet Delibaş isimli bir eşkıya bu Boşnak aileye musallat olmuş, onları rahat bırakmamış. Birbirleriyle devamlı çatışmışlar. Delibaş isimli bu eşkıyanın ihbarı üzerine Jandarma peşlerine düşmüş. Boşnak Kasım ve ailesi jandarma ile çatışmış. Bunun üzerine padişahtan ferman çıkmış, görüldüğü yerde vurulacak, yakalandığı yerde asılacak. Bu bölgede tutunamayacağını anlayan Kasım ağa aile efradı ve adamlarıyla birlikte Konya’dan Kütahya taraflarına gelmiş.
Emrindeki silahlı adamlarının sayısı 80 kişiyi buluyormuş. Bu kaçak günlerinde Kasım ağanın Kütahya da bir oğlu dünyaya gelmiş. Jandarmanın baskıları karşısında Kasım ağanın eşi, kendi kimliğini devamlı saklamış, tek amacı oğluna zarar gelmemesi imiş. Eşi devamlı kocasının Kasım ağa olduğunu inkar etmiş. Bu bölgede de tutunamayan Kasım ağa, adamlarını, kız kardeşlerini ve en küçük kardeşleri Beytullah’ı da alarak, İzmir Karaburun’a gelen mübadil kafilesinin arasına karışmış. Burada Kardeşi Beytullah’ı 16 yaşında askere almak istemişler. Beytullah direnince bir subay onu vurmuş. Kasım ağa kaçak olarak yaşamaya devam ettiği için olayı sonradan duymuş. Yakınındakiler o subayı buldun mu dediklerinde “Evet buldum” demiş. (Kurtuluş savaşı yıllarında 13-15 yaşında çocuklar bile askere alınıyordu) “Gerisini sormayın.” Daha sonra Kasım ağa ve arkadaşları kendileri için daha güvenli gördükleri körfez bölgesine Ayvalık Edremit bölgesine gelmiş. Kozak yaylasına mevzilenmişler. O yıllarda Yunanlılar Dikili’ye asker çıkarırken onları kozak sırtlarından izlemişler. Yunanlıların çok ağır silahları olduğundan, deneyimli adamları ve keskin nişancılarının olmasına rağmen o anda Yunanlılara müdahale edememişler. Yunan birliği Donbay çiftliğinde konaklamış. Yunanlıların geleceğini önceden bilen çiftlik sahibi Yunanlıları bir güzel ağırlamış.
Yunan birliği Donbay çiftliğini terk edince Kasım ağa ve çetesi çiftliği basarak çiftliği yakmış ve hayvanları da dağa salmış. Yunanlılar Dikili’den sonra Keremköy’e de çıkarma yapmışlar. Gümüşlü fabrikasının oraya çıkan birlik buradan Balıkesir’e gidecekmiş. O sırada Yarbay Çetinkaya komutasındaki Türk birlikleri Karaağaç’ta mevzi tutmuş. Kendisinden beş altı kat daha fazla ve ağır silahlarla donanmış Yunan birliklerinin gemilerini devamlı top atışıyla çıkışlarını engellemek istemiş. Yunan gemileri de sahillerimiz dövmeye başlamış. Kozak tepelerinde Yunan ateşini izleyen Kasım ağa adamlarıyla ovaya inerek Yarbay Çetinkaya’nın birliğini çevirmeye çalışan Yunan birliklerin arkadan vurmaya başlamış. Kasım ağanın keskin nişancıları ve usta adamları Yunanlıları korkutup Ali Çetinkaya’nın önünden geri çekilmelerini sağlamış.
Yunanlılar çekilince Yarbay Ali Çetinkaya Kozak’tan gelen bu kahraman ekibi tanımak istemiş. “Lideriniz kim” demiş. Onlarda padişah fermanıyla aranan Kasım ağanın ismini vermemişler. Onu saklamak istemişler. “Kimsenin kılına dokunmayacağım asker sözü veriyorum” demiş. “Kim bu kahraman” Genç bir teğmen onların yanına gelerek
“Komutanım sadece sizlere teşekkür etmek istiyor” demiş.
Bunun üzerine Kasım Ağa birkaç arkadaşını yanına alarak Yarbay Ali Çetinkaya’nın yanına gitmiş. Uzun bir sohbet sonunda Yarbay Çetinkaya “Kasım ağa adamlarınla birlikte bana katılır mısın,? Vatan için benimle mücadeleye var mısın?” demiş. Kasım ağa tek başına karar alamayacağını arkadaşlarına danıştıktan sonra kararını bildireceğini söylemiş.
Yarbay Çetinkaya’nın alayından ayrıldıktan sonra kendi müfrezesiyle toplantı yapıp. Yarbay Çetinkaya’nın birliğine katılma kararı almışlar. Hep beraber düşmanımız ortak, vatanımız için birlikte savaşıp, birlikte öleceğiz demiş.
Yarbay Ali Çetinkaya’nın onlara verdiği ilk görev Keremköy cıvarında yol kesen, halkın malına canına namusuna göz koyan Dingilli Kerim ve adamlarının bertaraf edilmesiymiş. Kasım ağa ve müfrezesi Karaağaç’tan Edremit Bostanlı yönüne yönelmişler. Kasım ağa adamlarıyla dikkatli bir çalışma ve araştırma sonucunda dingilli Kerim ve adamlarını yakalayarak hepsini yok etmiş. Dingilli Kerimin Rus malı Ferguson saatini cebine koyarak Yarbay Çetinkaya’nın yanına dönmüş.
“Buyurun Komutanım işte Dingilli Kerimin saati, eşkiya tümüyle yok edildi” Onun cevabı da “Bu saat sende kalsın Kasım, bu saat senin hakkın.’’ olmuş.
Keremköy’ün Yunanlıdan temizlenmesi ardından Yarbay Çetinkaya Kasım’ın yanına gelerek ‘”Haydi Kasım şimdi ikinci görev Havran ve Balya” demiş. “Havran Yunan işgali altında” Boşnak Kasım ve müfrezesi kısa zamanda Havranda karargah kuran Yunanlı askerlere baskın yapmaya başlamış. Bu yoğun baskılara direnemeyen Yunan askeri Havranı terk etmiş. Havran Yunanlıdan temizledikten sonra Kasım ağa Edremit’e gelerek Havran’ın anahtarını Edremit kaymakamına vermiş. Kaymakam’a ‘’Şimdi ikinci görevimiz Balya kurtarmak demiş.
Boşnak Kasım ve adamları tarafından kısa bir zamanda da Balya kurtarılmış. Savaş bitince Yarbay Ali Çetinkaya Kasım ağayı Makaron çiftliğine götürmüş. İki bin dönümlük büyük bir çiftlikmiş burası. “Kasım ağa bu çiftliği sana verelim” demiş. Bu teklif üzerine Kasım ağa “Ben bunu nasıl alırım Ali bey, arkadaşlarıma nasıl açıklarım. Ben memleketimi vatanımı, toprağımı yeni bir vatan bulmak için geldim. Mal mülk için değil. Kabul edemem. Herkese ne veriliyorsa bana da o verilsin” Bunun üzerine Kasım Ağaya Ayvalık kilise mevkiinde 90 ağaçlık bir zeytinlik ve Küçükköy de bir ev verilmiş. Küçükköy’e yerleşmesi böyle olmuş. Burada hayvancılık yapmış. Altınova da arazi kiralayıp toprak işlemiş, hayatını bu şekilde idame ettirmiş. Boşnak Kasım ağaya vatana üstün hizmetlerinden dolayı yeni kurulan Türkiye cumhuriyeti Hükümeti tarafından istiklal madalyası verilerek onurlandırılmış.
Savaş bittikten sonra Ayvalık’ta Küçükköy de yaşamaya başlayan Kasım ağayı mübadelede buraya yerleşen Boşnaklardan bazıları ile aralarında anlaşmazlıklar çıkmış. Onlarda bir nedenle Kasım ağayı Atatürk’e şikayet etmişler. Kasım ağa Atatürk imzalı bir tebligatla Ayvalık’tan sürgüne gönderilmiş. Tebligatı alan Kasım ağa kızgın bir şekilde Ankara’nın yolunu tutup, orada Ali Çetinkaya’yı bulmuş. Ali Çetinkaya onu misafir ederek, ona evini açmış. Bir güzel yer sofrası kurup, hanımının yaptığı kuru fasulye ikram etmiş, cephede yaptıkları gibi soğanı yumrukla kırıp yemeklerine katık yapmışlar. O savaş günlerinin anıları ile sohbet etmişler. Bir ara Ankara’dan gelen sürgün tebligatını cebinden çıkarıp yavaşça sofraya üzerine koyup,
“Bizim kazancımız bu mu Ali bey?” demiş.
“Biz bunu mu hak ettik” Kendisine yapılanları anlatmış. Tebligatı eline alan Ali bey bu yapılananlara çok sinirlenmiş. Ertesi günü doğru meclise gitmiş. Ata’nın huzuruna çıkıp, tebligatı Atatürk’e göstermiş. Tek satırını dahi okumadan size verdiğim listenin başına benim adımı da ekleyin demiş. Atatürk listeye bakarken o konuşmasını devam edip. ’”Paşam size ne anlatıldı bilmiyorum ama ben Karaağaç cephesinde Kasım ağa ve müfrezesiyle, bu korkusuz kahramanlarla başarıya ulaştım. Onların kahramanlıklarını anlatmaya kalksam yirmi dört saat yetmez. Lütfen ya o kağıdı yırtıp atınız ya da bu listenin başına beni de ekleyiniz.” demiş.
Atatürk’ün kağıdı yırtıp atıp, atmadığını öğrenemedik ama Boşnak Kasım İstiklal madalyasının onuru ile Ata’mızın ölümünden sonra uzun yıllar yeni vatanının topraklarında yaşamaya devam etmiş. Duyuma göre dürüst, cesur adil biriymiş, haksızlıklara hep karşı çıkarmış. Bu yüzden Kasım ağayı köydeki Boşnaklardan bazıları sevmezmiş. .
Ve 1952 yılının 10 Kasımın da doğup büyüdüğü topraklardan yüzlerce kilometre uzakta, yeni vatanında ebediyete göç etmiş.
Küçükköy’de 19 yüzyıldan kalma on iki şapel, kilise ve manastır olduğu söylenir, günümüze ne yazık ki camiye çevrilen sadece Ayıu Athanasui kilisesi ayakta kalmış. 1881 yılında yapılan kilise 1923 yılında Rumlar mübadele sonucunda köyü terk ettikten sonra ana fiziki mimarisi korunarak camiye çevrilmiş. Köydeki yapılar incelendiği zaman Rumlardan kalma bu mimarinin hala ayakta kalıp, zamana karşı direndiğini rahatça görebilmekteyiz.
Taş sokakların döşemeleri evlerin iç ve diş mimari özellikleri bu coğrafyanın özelliklerini taşır. Köyün güneyine bakan, Sarımsaklı yolunun sol tarafında kuzey rüzgarlarını göğüsleyen ufak bir tepede beş adet yel değirmeni varmış. Ayrıca bu tepenin karşısında şimdiki yeni ilkokulun olduğu yerde üzüm bağları, tüm yörenin üzüm ve şarap ihtiyacını sağlarmış. Evlerdeki taş teknelerde üzümler ezilir şarap yapılır, her evde şarap ve zeytin yağ için toprak küp bulunurmuş. Köyde o yıllarda üç adet taş fırın, iki adet tuğla imalathanesi, altı adet kuyu, on iki çeşme varmış. 1917 yılında köyde üç yüz hane kadar Boşnak, yüz hane adalı (Midilliden gelenler), yüz hane kadarda Serezli (Yunanistan’ın Serezli bölgesinden gelenler) yaşıyormuş. Ayrıca o günlerde köyde köyü, yaşadığı toprakları terk etmek istemeyen Rum komşuları varmış. Kendi aralarında çok iyi komşuluk ilişkileri varmış. Herkes birbirinin dini inancına, örf ve adetine saygı gösteriyormuş. Köydeki sütçüler süt satarken üç dilde bağırırmış, Rumca, Türkçe ve Boşnakça. Rumlar ana lisanları dışında kırık bir Türkçe ile Türklerle Türkçe konuşurmuş.
“Baharda şenliklerimiz var” dedi Ahmet.
Burada hıdrellez, bizim Karadağ da teferiç denir. Yurdun dört bir yanından Boşnaklar gelir köyümüze. Bu sene Bosna Hersek’ten, Karadağ’dan da gelecekler.
Her yıl Ayvalık Küçükköy’de kutlanan Teferiç şenlikleri hıdrellez etkinlikleri paralelinde ayni haftalar içinde yapılır. Ayvalık Küçükköy’ün girişindeki kültür merkezinde yapılan açılış konuşması ve onu takiben yapılan konuşmalar, duyurular bitince topluca yürüyüşe geçilir. Çeşitli balkan ülkelerinden gelen Boşnak misafirler yöresel kıyafetleriyle, yöresel müzik bandosu eşliğinde Ayvalık belediyesi, Kaymakamlığının ve çeşitli kamu kurumlarının, sosyal toplum platformlarının ve odaların oluşturduğu protokol eşliğinde köyün girişinde kortej oluşturarak yürüyerek köye girerler. Köy halkının da katıldığı bu yürüyüş köy meydanında son bulur. Belediye başkanı ve protokol konuşmalarından sonra, çeşitli müzik grupları köy meydanında konserler verir. Bu arada köy halkı tarafından hazırlanan Boşnak yemek ve börekleri gelen misafirlere tanıtılır ve ikram edilir.
“Teferiç” köken olarak Türkçe “Tepreç” kelimesinden gelir, kutlamak, eğlenmek, tepinmek bir nevi bayram anlamındadır. Tepreç kelimesi depreşme kelimesinden gelir, anlamı yeniden olmak, kendini göstermek, olmak, yenilenmektir. Teferiç anlam olarak balkan kültürünün, Türk kültürüyle birleşmesidir. Yugoslavya da Boşnak köylerinde köyün ileri gelenleri tarafında köyün uygun yerinde, ya da bir tepenin yamacında veya uygun bir çayırda, bir orman kenarında yer belirlerler. Hıdırellez geçtikten sonra şenlik için müsait bir gün seçilir kutlama günü duyurulur. Tam anlamıyla amaç bir araya gelerek doğanın uyanışını, baharı kutlamaktır. Köyden olup, uzaklarda, gurbette olanlar, uzaktaki akrabalar eş dostla bir araya gelir, hasret giderirmiş. Ayni zamanda Teferiç tanrının verdiği nimetlere, birliğe, dirliğe şükretmek ve şenlik yaparak eğlenmektir. Şenlik boyunca kızlar en güzel giysileriyle misafirlere, büyüklere hizmet ederler. Dışarıdan gelen gençler birbirlerini tanır, mutlu yarınların ilk tohumları bu şenlikte atılır. Mangallar yakılır, kuzular çevrilir, Pitalar, tatlılar yapılır gelenlere ikram edilir, büyüklerin elleri öpülür, mezarlık ziyaretleri yapılır, Ata’lar rahmetle anılır, hatıralar anlatılır, neşe ile bahara kucak açılır. Ayrıca dikkat çeken bir kelimede bu şenliklerde yapılan kuzu çevirmesine verilen isimdir; “PEÇENJA”. Peçenja / Peçenya Türk soyu Peçeneklerden kalma bir adet ve isimdir. Fırınlamak, çevirmek gibi odun ateşinde et mangal yapmak olarak bilinir. Günümüzde bu adet hala Boşnaklar ve Peçenekler tarafından uygulanma devam etmektedir. Kısaca Teferiç baharın karşılandığı ve mutluluğun paylaşıldığı bir bayramdır.
Bosna Hersek ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerin de piknik alanı olarak yüksek bir dağ ya da tepenin yanından geçen bir ırmak kenarı seçilir ve gün boyu tüm etkinlikler bu alanda yapılır. Bosna Hersek’te ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerinin bilinen bir düzenleyicisi olmadığı zamanlarda, Teferiç şenliğinin doğal sorumlusu o bölgenin ileri geleni olur ve bu kişiye “Teferiç Ağası” denir. Bosna Hersek ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerinde, pikniğe katılanlarca akordeon eşliğinde şarkılar söylenir ve danslar icra edilir. Daha önce de ifade edildiği gibi, Teferiç şenliğinin en önemli özelliği sportif faaliyetlere büyük önem verilmesiydi. Bu şenlikte delikanlılar kendi aralarında güçlerini sınarlar, taş atma, uzun atlama, güreş ve koşma gibi yarışmalara katılırlar. Müsabakalarda birinci olana Teferiç şenliklerinin yapıldığı alanın zenginlerince el dokuması elbiseler, yün kumaşlar, silah ve para hediye edilir. Boşnak halkının tarih boyunca bir anlamda ilkbaharın gelişini kutladığı, birbirleriyle kardeşlik ve dostluk duygularını güçlendirdikleri böyle ortamlarda genç delikanlılar ve genç kızlar da birbirini görme ve konuşma fırsatı yakalar. Böylece Teferiç şenlikleri sonrasında birçok mutlu yuva kurulmuş olur.
Mesire alanında söylenen Türkçe ve Boşnakça şarkılara hep bir ağızdan eşlik edilir. “Büyük Aile Yemeği” olarak nitelendirilen Teferiç şenlikleri, birlik ve beraberliğin pekişmesinde ve gençlerin kendi kültürünü tanıyarak yetişmesinde ve bu yolla yaşadığı topluma faydalı bir birey olmasında önemli bazı işlevleri yerine getirmektedir. Geleneksel yapıları referans alarak yetişen gençlerin gelecekte içinde bulundukları kurumsal yapılarla daha uyumlu oldukları gerçeği de göz önünde bulundurulacak olunursa bu türden etkinlikler daha da bir önem arz etmektedir.
Bir de Teferiç şenlikleri ile ilgili olarak daha önceden şenliğin yapılacağı yer ve zamanla ilgili bilgilendirmelerde bulunur. Şenliğe Boşnak kökenli olanların yanı sıra Boşnak kökenli olmayanlar da davet edilir. Böylelikle Boşnak gençleri hem kendi geleneklerini yine kültürel mekanı içinde öğrenmiş olurlar hem de Boşnak kültürüne ilgi duyanlar da bu kültürü yakından tanıma şansına sahip olmuş olurlar. Ayrıca Boşnaklar için özel bir gün olan Teferiç Şenlikleri’ne birçok siyasetçi, yerel yönetici ve sivil toplum kuruluşu yöneticisi de iştirak etmektedir. Ayvalık Küçükköy’de yapılan Teferiç şenliklerine balkan ülkelerinden, özellikle Bosna Hersek, Karadağ ve çevreden yoğun ilgi ve katılım vardır. Her sene coşkuyla kutlanır.
Küçükköy’den bir yer alma arayışımız kafamızın içinden çıkmıyordu. Bizim bütçemize en uygun yer o yirmi metrekarelik depo olarak kullanılan yerdi. Hanım ısrarla orasını alalım diyordu. Ben de çok pahalı diyordum. Küçükköy’lü Ahmet beyle tekrar bu yeri konuştuk. Emlakçıda olduğunu söyledi. Sahibi bulunup pazarlık yapalım dedik ama o da fiyattan düşmüyordu. Sonunda hanımın dediği oldu ve bu küçük depoyu aldık. Arelos sanat evinin doğuşu böyle başladı.
Altınova’da ki evimizin çatı katındaki tüm eski antika ve diğer müzik araç ve gereçlerini buraya taşıdım. Yavaş yavaş kendi el emeğimle bu küçük işyerinin dekorasyonunu yapmaya başladım. Denizden çıkardığım çapa, komşunun verdiği pancurlar, eski kapılar, Bandırma’dan getirdiğim eski sandalyeler. Eski pancurlardan yapılan masa, tabureler, çerçeveler hep buraya dekor oldu. Sanat evinin adı ne olacaktı ve burada ne iş yapacaktım. İki torunum vardı Arın ve Ela. Onların adlarının ilk iki harfi alarak “Arel sanatevi” oldu. Ama bu isim fazla durmadı. Bir sene sonra bir torun daha geldi Berlin’den adı Oscar Deniz. Onun isminin ilk iki harfi os’u Arel ‘e ilave edince oldu mu sana sanat evimin adı ”Arelos sanatevi” Bu arada mevcut bütün kitaplarımı ve plaklarımı buraya taşıdım. Bu ara kitap yazma çalışmalarım devam ediyordu. İnternet ortamındaki Bloglarımda ki bütün yazılarımı, şiirlerimi kitaplaştıracaktım. İlk denemelerimi aldığım bir fotokopi makinasıyla evde gerçekleştirdim. Daha sonra Bandırmadaki Mustafa ve Emrah adlı iki öğretmenin işlettiği kitap ve baskı evinde daha geliştirerek kitaplaştırdım. Kitapların tüm dosya ve kapaklarını, editörlüğünü de ben yapıyordum. İlk baskılardaki hataların nedeni benim editörlüğümdür.
İlk kitabım “Yolcu”nun edebiyat dünyasına girişi böyle oldu. Ama bu kitap nasıl çoğaltılacak, yani yayınevine nasıl ulaşacaktı. Bu arada “Sırtımdaki postal” adlı kitabımı da bitirmiştim. Tabii bu arada müzik çalışmalarımda devam ediyordu. Yetmişli yıllardan bu yana ürettiğim bestelerim vardı. Bunları tekrar gitar ve orgla yorumluyor, mp3 ve mp4 yapıyor ve Youtube’ a kaydediyordum.
Sanat evimin amacı, çizgisi yavaş yavaş yerine oturuyordu. Burada kendi kitaplarımı tanıtıp, imzalayarak, müziğimi de canlı dinletip, tanıtıp, cd.lerimle geniş bir kitleye satarak ulaştıracaktım. Ayrıca eski plak, kitap ve kendi çektiği ilginç resimlerin tanıtımını yapacaktım. Gençlerle, çocuklarla tanışıp onlarla müzik, edebiyat ve şiir üzerine sohbetler edecek onları sanata yönelmeleri üzerine 68 kuşağının devrimci bir neferi olarak, onları teşvik edecektim.
İstanbul’da yayın evleri arayışım olumsuz geçti, kitaplarıma bütçeme göre çok büyük rakamlar içeren fiyat verdiler. Şunu yaparız, bunu yaparız, internette satışını sağlarız, imza günü düzenleriz. Ben az az bastırıp satmak istiyordum. Bin kitap, üç bin kitap ben bunları bedava dağıtsam bitiremezdim. Sonunda İstanbul da bir digital yayın baskı yeri buldum. İstediğim miktarda basacaklardı. Önce kültür bakanlığına başvurdum. Sonra sertrifika numarasını, isbn, bandrollarını aldım. Artık kitap basılabilirdi. Yolcu adlı ilk kitabımın World pdf dosyasını verdim. 100 adet deneme basımı yapıldı. Bu iş olmuştu. İçeriğindeki bazı hatalara rağmen güzel bir kitap ortaya çıkmıştı. Çok mutluydum. İlk çocuğum doğmuştu. Bu çalışmaları 400 sayfalık ‘’Sırtımdaki Postal, Taşın altındaki el, 400 sayfalık Yaşamdan kesitler, Tahta pencereler ve Sen de şarkı söyle’’ takip etti.
Bestelerimi kendi mini stüdyomda Mp3 lerini yaptım. Cd. Lere kaydedip, dinlenir bir formata soktuktan sonra, onları cd kabına koydum ve çoğaltarak dinleyicinin beğenisine sundum. Bu arada bestelerimden otuz tanesini yeni üyesi olduğum Mesam’a kaydettirdim.
Artık sanatevime gelen sanatsever misafirlerime kitaplarımı imzalayıp veriyordum. Müziğimi ise önce cd.den dinliyorlar, sonra gitarla canlı dinliyorlar, beğeniyorlarsa alıyordu.
Ayrıca ilgilenenlere 1960 lı yıllara dayanan müzik dağarcığımda sahip olduğum birikimim ve elimdeki arşivlerle yardımcı oluyor, onlarla sohbet ediyor, hayallerinin önünü açıyordum. Bu bana enerji veriyordu. Dünyanın dört bir yerinden gelen misafirler iletişim, dünyaya açılmanın başka bir yönüydü. Şarkılarım natürel akustik yorumdu. Onlarla beraber gitar ve klavye çalıyor, şarkı söylüyor, anı klibi çekiyorduk. Bu arada çok değerli eski LP ve 45 liklere alıcılar çıktı. Yıllardır kıyı köşemde bu güne ulaşan bu değerleri, benden sonra bunlara şimdiden değer veren genç müzikseverlere aktarmamın daha doğru olduğunu düşünerek uygun bir bedel karşılığında onlara devrettim. Hiç olmazsa benden sonra bunlar ne olacak kaygısı içimden silinmişti.
Benim bu küçük dünyamın oluşumunda eşimin ısrarcılığı, ileri görüşü olmasa kendi içime kapalı küçük dünyamda eriyip gidecektim.
Küçükköy’ün taş sokakları arasındaki bu küçük dünyam, bu ufak sanatevim, yarattığım cennetim gelen birçok misafirimin hayaliydi. Onlara söylediğim tek şey ‘’ Cenneti arama yarat ’’ sözüydü. Bana bu cenneti yaratmamda önümü açan, kendi cennetinde çiçek bahçesinde torunlarıyla toprağı eşeleyip, onlarla sarmal dolaş yeni fidanlar, çiçekler eken eşime sonsuz teşekkürler.
Bu güzel minik cennetimin çiçekleri, her gelişinde bana uğrayıp benimle sohbet eden hal ve hatırımı soran başta minik misafirlerim olmak üzere anne babalar, tüm müzik ve doğasever dostlarımdı.
Küçükköy’ümüz bir sanat ve bilim köyü olma yolunda yavaş ve emin adımlarla ilerlemektedir. Dünya kültür değerleri mirası koruma kapsamına alınan Küçükköy’ün en büyük eksiği şu anda köy sakinleriyle sanatçıların birlikte ele ele vererek oluşturduğu bir derneğin olmamasıdır. Şu anda olan derneğinde bu ihtiyaca cevap verememesidir. Önceleri belde olan köyün mahalle muhtarlığına dönüştürülmesi, çevre etkinlileri yönünden hareket sahası daralmıştır. Artık tüm yetki Ayvalık ve Balıkesir Büyükşehir Belediyesindedir.
Küçükköy de bir yerim olduktan sonra, müzik yaşamımda da bir değişim oldu. Köy için şarkı yazma ihamı, taş sokaklarda gezerken içime işlemeye başladı. Bir şarkım vardı, yani bestem sözleri karamsarlık ve olumsuzluk yüklüydü. Adıysa ‘”El sallıyor dünya” yani artık güle güle misali.. Bu müziğe umut ve sevgi içeren yeni sözler yazdım. Ritim valsti. Bu köye ait olsun dedim ve oturup yorumlayarak amatör bir klip yaptım.
Evet Yeniçarohori (Küçükköyüm) böyle doğdu.
Buna bir kardeş gerek dedim ve ‘’Taş evler’’ de bundan sonra geldi.
YENİÇAROHORİ (KÜÇÜKKÖYÜM BENİM)
İlk adımları atınca köye Daldık gittik burda ki, geçmiş tarihe Ne güzel işlenmiş, taş taş her köşe Fısıldıyor sanki, geçmişi bak bize
Tarihin sesisin, Yeniçarohori (Küçükköyüm benim) Doyumsuzdur havan, masmavi gökyüzün Ne aşklar, ne sevdalar yaşandı senle Dur da dinle anlatsın, taş sokaklar bizi
Dört bir yanın senin yemyeşil zeytindalı Zeytin varsa dallarda, hayatta vardır Çocuklarımızın yarınlarında Güneşsin, umutsun Yeniçarohori (Küçükköyüm benim)
Gün doğarken üstüne, ışıl ışıl senin Zeytin kokan ellerin, dizmiş taşları Mutluluk dolu, evler yapmışlar Geçmişten geleceğe, tarih yazmışlar
Tarihin sesisin, Yeniçarohori Zeytin kokulu havan, masmavi denizin Ne aşklar, ne sevdalar yaşandı senle Dur da dinle anlatsın, zeytin taneleri
Dört bir yanın senin, yemyeşil zeytindalı Zeytin varsa dallarda, hayatta vardır Çocuklarımızın yarınlarında Güneşsin, umutsun Yeniçarohori (Küçükköyüm benim)
Söz ve Müzik
Abdullah inaler
Küçükköy. Ayvalık 2015
TAŞ EVLER
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Umutlarıyla evler yapmışlar
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Sevdalarıyla tarih yazmışlar
Sevdasın içimizde bizim
Umutsun kalbimizde bizim
Huzur dolu evlerin senin
Yeniçarohori, Yeniçarohori
(Küçükköyüm benim, Küçükköyüm benim)
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Kalpleriyle taşa umut yazmışlar
Taş taş üstüne evler yapmışlar
Zeytin dallarına umut olmuşlar
Söz ve müzik
Abdullah inaler
Küçükköy-Ayvalık.
2016
TAŞ PLAK
Büyük heyecanla girdi içeri, göz göze geldiğimizde gözlerinin parıltısından hissettim, ondaki heyecanı. Önce kapı önündeki rafta 1966 yılı basımı ’”Modern Çağ” isimli müzik kitabına uzandı eli, şöyle bir tuttu. Bir müddet baktı kapaktaki Mike Jagger’ın resmine. Sonra eski 45 lik plakları gördü. Longplay’leri gördü, çok heyecanlıydı. Kapıdaki dekoratif sinekliği aralayıp başını dışarı uzattı.
“ Cem bak neler var burada, tam senlik burası” ”Hoş geldiniz” dedim, gülümseyerek. Üstünde güneş yanığı omuzlarını açıkta bırakan ince beyaz gömleğinin yakasını düzelttikten sonra,
’”Merhaba” dedi. ”İyi günler”
“Ne hoş bir yer, sanki tarihin derinliklerinde yaşar gibi hissettim kendimi”
Siyah saçları omuzlarına dökülürken, siyah gözleri büyük bir parıltıyla hızla duvarlardaki antik görselliği tarıyordu.
Oturduğum masadan kalkıp yanına geldim.
“Onlar 60 lı yılların plakları, bazılarını o yıllar bizzat ben satın aldım.” Üzerinde mini yırtık bir blucin vardı. Denizde epey yanmıştı. Sarımsaklının güneşi oldukça yakmıştı tenini. Hafif kıvırcık saçları dalgalandıkça sırtındaki dövme kendini daha iyi belli ediyordu. Anlaşılan bugün denize ara vermişlerdi. Elindeki işlemeli el yapımı bez çantasını divanın üstüne bırakıp, tekrar sehpadaki longplaylere yöneldi “ “Plaklara bakabilir miyim? Benden ”tabii bakabilirsiniz” cevabını aldıktan sonra, hepsini kucaklayıp, pencerenin önündeki eski divana oturdu. “Aman” dedim. ’”Sırtınıza dikkat pencere demiri, çarpmayasınız.” ’ “Gördüm” dedi. “Bunlar satılık mı?”
O an ağzımdan “satılık” lafı çıktı, ardından ’”evet” dedim.
“Kaça satıyorsunuz?”
Keşke demeseydim. Yarım asırdır benimle olan bu eski plaklarım görücüye çıkmış, onlara talip vardı.
“Bunlar çalıyor mu?”
“Bazıları temiz, bazıları çizik çalmaz” dedim.
’’Denemek lazım.’’
Tanesi 25.00 TL arşiv değerleri var. Antikacılarda 100.00 TL üzerinde satılıyor.”
“ Bak dedim Joan Baez, Rahmi Saltuk, Zülfü Livaneli.”
O kadar heyecanlıydı ki, öyle bir zevkle bakıyordu ki plaklara. Yıllardır kitaplarımın arasında duran bu eski plaklar sanki yeniden hayat bulmuştu onunla. Onları benden daha çok istiyordu. Raftaki sıra sıra duran kitaplarımın yanına dikilip
“Bak” dedim yüksek bir sesle dikkatini çekmek için. “Bunlar da benim
yazdığım kitaplar”
“Aa öyle mi, ne kadar da güzel siz mi yazdınız? “
Elinde hiç bırakmak istemediği longplaylar kucağında, kitaplarımın başına geldi. “Bu ikisi, Sırtımdaki Postal ve Yaşamdan kesitler anı, belgesel, diğer üçü, “Yolcu, Tahta pencereler, Taşın altındaki el” hapishane şiirleri, biri de yani “Sen de şarkı söyle” de bestelerimin şarkı sözleri.
Kitaplarımın yorumları bana üstünde duran cd.lerimi gösterip “bunlarda beste ve akustik ait Cd.lerim.” hepsi kendi kaydım.
Sanat evime son günlerde yoğun bir akın vardı. Küçükköy sanki yeniden keşfediliyordu. Her gün yüzlerce sanatsever adım adım geziyordu bu taş sokakları. Köye her yıl yeni sanat evleri, atölyeler, butik oteller, kafe barlar açılıyor, köy gün geçtikçe sanat içerikli cazibe merkezi haline geliyordu.
Eşimin ısrarları sonucu zorlukla sahip olduğumuz Arelos sanat evimde bunlardan biriydi. Sanatçı mıydım değil miydim buradaki değerli sanatçıları ressamları, heykeltıraşları tanıyınca epey kararsızlığa düştüm. Kısacası alaylıydım.
65 li yıllardan beri amatörce hiç bir eğitimini almaya olanak bulamadığım müzikle uğraşıyorum. Açıkçası pek başarılı değilim. Şiir denemelerim sessiz, sakin sarı defter yapraklarım arasında kaldı. Ama hep yazdım, sakladım bir köşede. 1967 yılında Balıkesir Sanat Enstitüsü orkestrasına solist olarak girmem, ilk sahne denemelerim oldu. Gitar çalmayı çok istiyordum, o yıllar bir gitara sahip olmam benim için hayaldi. Elime ilk gitarı o günlerde aldım.
Ama hayallerimi hiç bırakmadım, onlarda beni. Gün geldi göz göze geldik ve el ele yürümeye başladık.
Ben kitaplarım, cd.lerim derken, o tekrar divanın üzerine bıraktığı long playleri karıştırmaya başladı. Anlaşılıyor ki asıl ilgi alanı müzikti. Bu ara kapı önündeki Boşnak komşumla girdiği uzun bir muhabbeti bitiren, uzun saçlı 35- 40 yaşlarında gösteren erkek arkadaşı girdi içeri.
“Merhaba ben Cem, heykeltıraşım, arkadaşımda resim öğretmeni Merve” tokalaştık. “Joan Baez” dedi. Merve. Bak bunu alıyorum. Plağın kapağı dahi yoktu, Joan’la vedalaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Ellerim titreyerek plağı kontrol ettim. Temiz gözüküyordu, çizik yoktu.
’’Cem onu ben alayım’’ dedi. Merve sesini yükselterek ’’Hayır Cem onu ben aldım’’
Cem’e de önce kitaplarımı ve cd.lerimi tanıttım. Ayni dili konuşuyor olmamız, samimi bir ortam yarattı. Benim bu güzel minik sanat evi mi çok sevmişlerdi. Tatilleri bitmiş artık bayram için memleketlerine, oradan da doğudaki görev yerlerine döneceklerdi.
Birbirlerinin ellerinden plakları çekiştiriyorlardı. Bunu da alalım, bunu da alalım diye.
’’Benim fazla nakit yok’’ dedi. Cem. ’’Ben de var’’ dedi Merve. ’’Ben veririm.’’
Benden bir bir koparıyorlardı, yarım asırlık arkadaşlarımı. Bir an kızın gözü tozlu raflardaki 45 lik plaklara takıldı. Büyük bir heyecanla “Bunlar, bunlarda satılık mı? “
Ne desem o kadar samimi o kadar istekliydiler ki, hayır diyemedim. Tekrar “evet” çıktı ağzımdan. Ardından o vurucu soru geldi.
“Bunlar 45 likler kaç para?”
Aralarında 1972 yılında Ankara’nın Sıhhiye, Ulus meydanındaki eskicilerden aldığım, İtalyanca, Fransızca plaklar vardı, ya onları seçer diye yüreğim güp güp atıyordu. Genelde o Türkçe şarkılara bakıyordu, Plaklar Cem’in eline geçerse yanmıştım. O İtalyan şarkıcıları biliyordu...”Rafael Carra” demişti, “Tanır mısın?” “Tanımam mı” dedim. İtalya San Remo müzik yarışmalarını o yıllar hep takip ederdim.
Toplam 200.00.tl kitap ve plak aldılar. Sırtımdaki Postal’ Cem, Tahta pencereleri de Merve tercih etmişti. Birer cd.mi hediye ettim. Tekrar geleceğiz dediler. “Köyünüzü çok beğendik, kendimizi bu taş sokaklarda tarihin içinde bulduk.” “Emin olun köydeki her taşın bir hikayesi vardır. Benim burasıda eski bir şaraphaneymiş. Ortada iki kapı kenarlarında sarımsak taşından sütunlar, sağda solda iki pencere’’ Tabii ki tüm bunları bana karşı komşu anlattı, Adil bey.
Bu sokakta Boşnak bir ana babanın 4. Çocuğu olarak doğmuş. ‘’Bak’’ dedim ‘’Merve hanım yani tam şu karşımızdaki iki katlı evde oturuyor.. Çocukluğumda bu yıkıntılar arasında oynardık. Burasını hep yıkıntı olarak hatırlarım diyordu Adil bey”. “Ama çatısı falan varmış. Sahibi dışarıda olduğu için, her gelen bir taşını alıp götürmüş. Kapının tarihi sütunlarını sökmüşler, ahşap merdivenleri yakmışlar. Vaktiniz varsa biraz sonra gelir” “Sağ olun” dedi Cem.
“ Merve tamam, çıkalım mı?”
“Hadi Cem daha Ayvalık’ta otelde işim var.”
Joan Baez’ı da alıp götürdüler. Hem de ta Ağrıya.
Ne kadar hüzün dolu dakikalar yaşasam da gönlüm rahattı, emin ellerdeydi artık Joan Baez.
Yurdun öbür köşesinden gelen iki müzik tutkunu, artık pikapta dönecek olan geçmişten gelen bu müzik nağmelerini içlerine sindirerek dinlemeyi hak etmişti.
SANDAL
Sabah serinliğinin köyün üzerinden kalkmadığı saatlerde, ezan sesi köyün minaresinden ovaya yayılırken, oturduğu sandalyeden geriye dönerek kısık bir sesle, kahvenin içinde, ocak başındaki bardakları çay tepsisine hazırlamakta olan Mustafa’ya seslendi.
“Hadi Mustafa ne oldu bu çay be ya?”
“Daha demlenmedi” dedi kahveci dışarıdaki masada oturan yaşlı adama.
“Çayı millet camiden çıkınca açacağım Kamil ağa, daha çökmedi” Mustafa ocaktan ayrılıp biraz önce ıslattığı zemini bir güzel süpürdükten sonra, kapının önündeki geçen yıl ektiği çınarı tekrar suladı. Akşamdan bir kaba koyduğu demlikteki çay tortularını da yavaşça çınarın dibine serpiştirdi. Geçen sene yıllardır kahvenin önüne gölgelik eden asırlık çınar kurumuş, onun yerine bu çınarı ekmişti.
“Kamil ağa kalk şuraya otur1 dedi.
“Orasını da süpüreyim, bak masanın altı sigara izmariti dolu.”
Her masada küllük olmasına rağmen, sigara izmaritlerini hala yere atıyorlardı. Her seferinde uyarıyordu ama nafile, laf anlayan çok azdı. Bir alışkanlıktı bu, sigarası biten izmaritini, iki parmağının arasında, bir parmak fiskesiyle ya köy meydanına doğru fırlatıyor ya da ayağının dibine atarak ayakkabısıyla eziyordu. Mustafa yılmıyor gözlerinin içine baka baka, söylene söylene süpürüyordu sorumsuzca yere atılan izmaritleri. Kamil ağa pek duymazdı ama bu kez duymuştu. İki hamle de anca kıpırdayabildi, titreyen bacaklarının üzerine zorlukla dikildi, elinde baston iki hamlede ilerideki masaya oturdu.
“Kira” dedi “Mustafa kira vakti geldi mi? “
“Dur be Kamil ağa daha on gün oldu kiranı vereli.”
“Ha öyle mi?“
“Pist len pist sırnaşık kedi, çekil ayaklarımın altından”
Ayaklarını şöyle bir oynattı, bastonunun iki kere yere vurup tıklattı ama kahvenin şirin sevimli kedisi pamuk hiç oralı olmamıştı.
Biraz sonra camiden çıkanlar meydanın tek kahvesindeki masalara bir iki oturmuş, kimse Kamil ağanın yanına gelmemiş, selam bile vermemişti. Pek sevilmiyordu. Herkesle bir kavgası, bir canı yakmışlığı vardı. En yakınının bile canını bezdirdiği bir insandı. Yıllarca dünyayı ben yarattım tavrı, kendisine olan nefreti gün ve gün tüm köyü kaplamıştı. Selam verende saygıdan değil korkudan veriyordu. Yıllar geçip yaşlanınca ve de çevreye saldığı korku gücü azalınca kimse başını çevirip bakmıyordu artık ona.
Tek başına oturmuş, masanın altında gezinen kediyi gözlüyor, onunla konuşma çalışma çabaları bile sonuçsuz kalıyordu.
“Çayın” dedi kahveci. Çay bardağını tak diye kafasına vurur gibi masanın üzerine bıraktı. O sırada aşağıdaki yoldan gelen köpeklerin dalaş sesleri, havlama sesleri yankılandı meydanda. Köpeklerden kahverengi, irice olanı hızla ara sokağa daldı, diğerleri de ardından, bir tanesi de onlardan ayrılıp, kahvede oturan Kamil ağanın yanına geldi. Ara sokaktan gelen kedi köpek bağrışmalarını umursamadan sağ arka ayağını kaldırıp masanın ayağının dibine yavaşça çişini yaptı.
“Hoşt len git başka yere işe” diyen Kamil ağaya dişlerini gösterip hırladı. Ah dedi içinden “şimdi herkes bana hırlıyor.”
Kahve sabah namazı sonu camiden çıkan yaşlı köy eşrafıyla dolmuş, kapı önünü tatlı bir muhabbet gürültüsü sarmıştı. Güneş Madra dağlarının üzerinde güne merhaba deme hazırlığındaydı. Saat dokuzz olmadan hissettirmezdi sıcaklığını köy meydanına. Eylül yorgunluğunu yaşıyordu çınar ağacından tek tek dökülen sararmış yapraklar. Hele bir de lodos vurdu mu köyü, her bir köşe sararmış yaprakla dolardı. Çayların bir geliyor biri gidiyordu. Kahvedekiler genellikle köyün yaşlılarıydı. Bu saatlerde taze bedenlerinin verdiği yorgunlukla gençler derin bir uykudaydı.
Bana müsaade dedi, Zayıf kuru, alçak boylu kara yağız delikanlı, köyün yeni emeklisi Aydın, ağzındaki sigaradan bir nefes daha çektikten sonra sigarayı yavaşça kül tablasına bastırdı.
‘’Mezarlığa gideyim, ölmüşlerimi ziyaret edeyim dedi. Aydın her cuma namazından sonra, herkes kahveye giderken o doğru köyün mezarlığına gider, hiçbir karşılık beklemeden köyün mezarlığını temizler, çiçekleri sular, ölmüşlerine dua ederdi.
Kamil ağanın önünden geçerken Kamil ağa ‘’Aydın hele bizim oğlanın mezarında bir bakıver’’ diye seslendi.
‘’Neyse bedeli öderiz’’
‘’Onlar zaten bir bedel be Kamil ağa, bedel ödendi Kamil ağa, bedel ödendi’’ dedi Aydın ters bir sesle.
***
Yirmi iki yıl önce Midilli adasının ortasında adeta bir doğal sığınak olan Kolloni körfezinin batısında, gözlerden uzak, sessiz sakin küçük masmavi bir koyundan denize açıldılar. Yeni günün karanlığı henüz Midilli’nin yeşili tepelerinin üzerinden kalkmamıştı. Saat sabaha karşı dört civarındaydı. Midilli ve karşı komşu sahilleri balıkçı akınına uğramış, denizin üzeri balıkçı fenerleriyle ışıl ışıldı. Planlarına göre, bir terslik olmazsa yolculuk üç saat sürecekti. Motorlarında Yunan bayrağı çekiliydi. Arkalarında ise onlara daha ufak bir Yunan motoru eşlik ediyordu. Tam yüklü motorda beş kişiydiler, Kamil, adamı Rıza ve Midilli’den üç Rum arkadaşı.
Rum arkadaşları Ağra köyünden eski komşularıydı. Kamil Ege’nin bu küçük kasabasına çok yakın bir köyde yaşıyordu. Babaları 1893 mübadillerindendi. O yıllarda Midilli’de ne varsa satıp savmışlar bu güzel sahil kasabasının doğu sırtındaki bu eski Rum köyüne yerleşmişlerdi. Eylül ayının bu güzel sakin sabahında Midilli ile karşı sahillerdeki sabah sessizliğini balıkçı motorlarının tak tak sesleri bozuyordu. Bazen bu sesler Madra dağının önünde denize kadar uzanan bereketli ovanın sahillerine ve Madra dağının batı yamaçlarına kadar uzanırdı. Havada esinti henüz başlamamıştı. Akşamları sonbaharın tüm renklerini barındıran Midilli sahilleri karanlıklar içinde uyuyordu. Midilli sırtlarına serpişmiş olan dağ köylerinde ise sokak lambaları hala yanıyordu. Günün doğmasına daha iki saat vardı. Madra dağının üzerinde belli belirsiz bir sabah kızıllığı günün doğacağının habercisiydi. Güney batıdaki bölgenin en büyük limanı ışıl ışıldı. Anlaşılan bu şehir de hala uykudaydı. Bir tek uyumayan denizin üzerinde gezinen balıkçı sandalları idi. Asos Behramkale ve Molivos sahillerinde yoğun devriye botları olduğu için bu sahili pek kullanamıyorlardı. Gün boyu değişen rüzgar, önce kendini lodosla hissettiriyor, sonra batıdan esmeye başlıyor, öğleden sonra da kuzeyden sert poyraz çeviriyordu.
Sabahın erken saatleri kasabanın iskelesine doğru yol almak, kimseye fazla görünmemek için en uygun zaman dilimiydi. Kasabalarının sahillerine vardıklarında kendilerini güven içinde hissediyorlardı. Burada onlara fazla karışan yoktu. Uzun yıllar Midilli’nin kuzeyindeki Palios, Barbalias sahillerinden çalıştılar. Buraya mal getirip götürdüler. Burada Yunan Jandarmasının kontrolü artınca, kasabaya en yakın olan bu sahili bırakmak zorunda kaldılar, zaten bu sahiller kışın hiç uygun değildi. Şiddetli poyrazlarda oradaki ufak iskelelere yanaşmak olanaksızdı.
Sabah karanlığında Kolloni boğazından çıkarak rotalarını karşı sahile çevirdiler, tam karşılarında bölgenin en büyük limanı ve sahilleri vardı. Yunan karasularında bir saat kadar, iki motor olarak yollarına devam ettiler. Mytilini limanını oldukça açıklarda kalmıştı.. Karşıdaki kasabanın sahili karşısına geldiklerinde neredeyse, Türk kara sularına girmek üzereydiler. Deniz balıkçı sandallarının ışıklarıyla doluydu. Onlara eşlik eden Yunanlı arkadaşlarına veda ederken Yunan Bandırasını indirip Türk bayrağını çektiler. Artık Türk kara sularındaydılar. Sahildeki yazlıkların cılız ışıkları artık iyice belirlenmeye, sabahın alaca karanlığında motor sesleri de iyice artmaya başlamıştı. Kimi balıkçılar ağlarını atmış, balık tutuyor, kimisi de ağlarını toplamış, dönüşe geçmişti. Onlar da kıyıya yakın seyrederek, balıkçı sandallarının arasına karıştılar. Kasabanın sağ tarafında Türk sahil güvenliği vardı. Buradaki iskeleye yanaşamazlardı. Sonra yarım adanın doğal sığınağındaki balıkçılarla arası iyi değildi. Bazı sandallar buraya yönelirken, onlar rotalarını kasabanın ufak bir sığınağı olan marinanın yanındaki balıkhaneye çevirdi. Motor ağzına kadar uzo ve kesilmiş et doluydu. Bir kaç kasanın içinde de silah.
Bu küçük şirin sahil kasabasının limanına sabaha karşı balıkçı sandalları ile beraber girmişler ve balıkhanenin yanına yanaşmışlardı. Onları gören de balıktan geliyor sanacaktı. Sahilde tek tük yürüyüş yapanlar ve olta ile balık tutanlar gözüküyordu. Kendilerine göre onları kimse görmemişti. Acele ile motordaki sandıkları iskelede bekleyen kamyonetin arkasına atmaya başladılar. Birden elli metre ileride sandalın içinde ağlarını toplayan, limana girerken fark edemedikleri bir balıkçı dikkatlerini çekti. Yusuf’tu bu, köydeki hasımlarından. Acaba onları görmüş mü idi. Kurt düştü Kamil’in içine. Kendi kendine homurdanarak
“Mutlaka görmüştür it” dedi.
Bu civarda ne kadar kirli işi, kaçak işi varsa Kamil oradaydı. Sevilmeyen mal mülk düşmanı biriydi. Tefecilik yapıyor eline düşen bir daha kendini kurtaramıyordu. Biri düşmeye görsün elinde ne varsa acımaz alırdı. Düşmanı çoktu, çok can yakmış, çok adam vurdurmuştu. Bunun içinde Kamil herkesten kuşkulanıyordu.
Ağaç kasalar sandaldan indirilip, balıkhanenin yanındaki kamyonetin kasasına boşaldıktan sonra Kamil içindeki sıkıntıyı çözmek için ilerideki balıkçı sandalının yanına gidip, “Şu Yusuf’a gözükelim” dedi.
“Rıza, çocuklar malı yükleyince doğru depoya götürsün. Sen burada kal.”
Kamil’in adamları yükleme bittikten sonra seri bir şekilde, kamyonetle hızla limandan ayrıldı. Rıza motoru bağlayarak emniyete aldı. Balıkçı ağlarının olduğu yerdeki kanepede sigara içen Rıza’ya “Yürü Rıza” dedi “Şu çulsuzla bir konuşalım.”
Kamil arkasında Rıza ağır adımlarla, sandalında tuttuğu balıkları ayıklayan Yusuf’un karşısına dikildi. Yusuf’un iskeleye bağladığı sandalının ipini çekerek, sahile yanaştırdı ve içine atladı. Yusuf ne olduğunu anlamadan, Kamil adamın yakasına yapıştı.
’’Ne arayan lan burada sabah sabah?’’
’’ Sen bela mısın, ne gözlüyon lan bizi sinsice, ne gördün anlat bakalım?”
Yusuf ayağa kalkarak, elindeki ağı kayığın üzerine bıraktı. ’’Bir şey görmedim, hayrola ya “dedi.
“Bu ne surat”
Kamil’i çok iyi tanıyor ve ne tür bir bela olduğunu iyi biliyordu “Bana martaval okuma” dedi. “Bal gibi de gördün”
“Bizi ispiyon edersen, sülaleni kazırım bu topraklardan” Yusuf’u bir korku sarmıştı.
Kamil’in ağzı leş gibi içki kokuyordu. Biraz aşağıdan alarak “Görmedim be Kamil” dedi.
“Ulan geçenlerde de kim ispiyon etmişse etmiş, büyük oğlan hala içerde yatıyor. Ne malum senin ispiyon etmediğin?”
“Bak Kamil adamın tepesini attırma, ben bir şey görmedim. Görsem de sizi ispiyon edecek kadar şerefsiz değilim.”
“Ne görmüşüm, ne göreceğim?, bak ağlardaki balıkları topluyorum.”
“Nasıl görmedin lan, bir de yalan söylüyon?”
“allahım belamıdır nedir sabah sabah”
“Ne mır mır mırıldanıyon len?“
‘’Seni şurada gebertmem lazım, olur olmaz yerde konuşur, yakarsın bizi yine. Sana nasıl güvenirim. Öldürsem pisipisine hapse gireceğim. Al başına belayı, ama senin içine öyle bir korku salacağım ki, beni ispiyon edemeyeceksin”
Kamil Yusuf’un köylüsüydü, her ikisinin de rahmetli olan babaları birbirleriyle kavgalıydı. Kamil’in babası Yusuf’un amcasını kurşunlatmış, ağır yaralanan amcası ölümlerden dönmüştü. Şimdi de Yusuf’a musallat olmuş, Yusuf’un köydeki eski yıkık konağı yok pahasına almak istiyor, ama Yusuf vermiyordu. Amcası hiç evlenmemişti, o ölünce konak Yusuf ve iki kız kardeşine kalmıştı.
Kamil sandalın içinde ne yapacağım bu herifle der gibi sağa sola bakınırken, dengesini kaybetti nerdeyse düşecekti, birden Yusuf’a sarıldı, ayağa kalkarken sandalın altında bir bidon gördü. Yusuf “Kamil sarhoşsun ağzın leş gibi içki kokuyor, hadi bak işine.” Kamil bidonu eline alınca içinde benzin olduğunu anladı. Bidonun ağzını açıp, benzini sandalın üzerine dökmeye başladı.
’”Bak senin canına dokunmayacağım ama senin canını öyle bir acıtacağım ki, bu gördüklerini kimseye anlatamayacaksın, bir yerden duyarsam senin soyunu kuruturum.”
”Pılını pırtını topla, in sandaldan”
“Hadi çabuk.”
Yusuf korku içinde ne yapacağını bilmiyordu. Bu sarhoşla başı belada idi.
“Ben bir şey görmedim Kamil.’’
“Ne yapıyorsun, deli misin? “
Ceplerini karıştıran Kamil aradığını bulamayınca, sinirle sahilde bekleyen adamı Rıza’ya,
“Bana bir çakmak, ya da bir kibrit getir” dedi.
Sandalın bir köşesine sinen balıkçı Yusuf’a dönüp
“Bana bak ne oldu derlerse, motor alev aldı diyeceksin unutma” “hadi sallanma İn sandaldan”
Sandaldan inip inmeme kararsızlığı içinde balıkların başına çökmüş bekliyordu. “Hadi hadi salak gibi sallanma, yoksa seni de, sandalınla yakarım.”
Belki inersem öfkesi geçer dedi. Ellerini denize uzatarak yıkadıktan sonra Yusuf çöktüğü yerden yavaşça kalktı ve Rıza’nın uzattığı ele tutunarak sandaldan dışarı adımını attı.
Kamil’in inadından vazgeçeceği yoktu. Rıza,
“Kamil abi bırak bu kadar korku yeter derken, İlk kibrit hedefine ulaşmadan havada sönmüştü.
“Yapma Kamil, ekmek teknem bu benim”
“Bu işin şakası olmaz” Eli birden cebine balıkçı bıçağına gitti ama bıçak yoktu, bıçak balıkların yanında kalmıştı. O hareket karşısında Rıza hemen elini tabancasına atmıştı. Yusuf’un eli boş çıkınca tabancayı bırakıp, Yusuf’u elinden tutup kenara çekti.
Kamil eğilerek ikinci kibriti çaktı ve yavaşça sandalın içine attı. Sandal birden alev aldı. Kamil Yusuf iterek sahildeki kanepeye oturttu, bir koluna da Rıza girdi. Kıpırdayamıyordu. “Bak” dedi Kamil. “İyi seyret, ağzını açarsan, bu kez içinde sen de olursun, ya da sıkarım ağzına, Midilli’den çıkar leşin.”
Yusuf donup kalmış, ağzı kenetlenmişti sanki, gözü gibi baktığı sandalı yanıyordu.
Balıkçı Yusuf yanan sandalını çaresiz, yaşlı gözlerle seyrederken, Kamil ve adamı Rıza, Yusuf’u orada bırakarak hızla balıkhaneye doğru yürümeye başladı. Uzaktan “yangın var, yangın var, koşun motor yanıyor’’ sesleri Kamil ağanın bulunduğu yerden geliyordu. Oturduğu yerde donup kalan Yusuf, gözyaşları içinde çaresizce yanan motorunu seyrediyordu. Bu saate sahilde zaten ona yardım eli uzatacak kimse yoktu. Balıkhaneden de kin ve nefret dolu düşman bakışlar, sessizce yanan motoru izliyordu. O da yere başını eğmiş sessizce olanları görmüyordu sanki.. Tutulmuş kalmıştı, şoktaydı adeta. Sinirden takatı tükenmiş titreyen bacaklar, akşam yorgunu bedenini zorlukla ayağa kaldırdı. Geri dönüp yanan motoruna bakmıyordu bile. Gözlerinde süzülen yaşla yavaş yavaş, kasabanın sabah sessizliğini yaşayan dar taş sokaklar arasına dalarak kaybolup gitti.
Biraz sonra yanan motorun etrafında bir kalabalık oluşsa da hiç kimse, yanan motoru söndürmeye teşebbüs edemiyordu. Hepsinin gözü balıkhaneden onları gözleyen, çevreye korku veren bakışlardaydı. Son anda sandalın çevresine gelenlerin söndürme çabaları ne yazık ki geç kalmıştı.
***
Yusuf ayağında terlikler kahvenin önüne geldi. Her zaman bana bir sabah çayı diye seslendiği, kahvecinin yüzüne bakmamıştı bile. Arkasından onu takip ederek peşine takılan her günkü nafakalarını bekleyen kedilerinin de bu sabah beklentileri boşa gitmişti. Kahvenin içinde sabah haberlerini dinleyenlere şöyle bir baktı. Herkes pür dikkat kesilmiş haber dinliyordu. İçeri gireyim mi girmeyeyim mi kararsızlığı içinde bir müddet ayakta dikildi. Bugün elleri boştu, balık sepeti yoktu elinde. Ani bir kararla tekrar yürümeye başladı. Sebze haline kadar yürüdü, meyhanelerin olduğu sokağa gidecekti vazgeçti, tekrar sahile geldi. Sahilde balıktan dönen balıkçılar ağlarını temizliyor, çıkan balıkları sepetlere yerleştiriyordu. Sandalların önündeki sabah müşterilerde merakla tutulan balıkları inceliyordu.
Ayakları dibinde gezinen kapkara besili kedi neredeyse düşürecekti onu.
Yavaşça ayağının ucunla okşar gibi iteledi onu.
“ Sen bari ezdirme kendi be kedi “
Sahilin sonunda hala dumanları tütmekte olan sandala doğru, bir meraklı kitlesi hızlı meraklı adımlarla yürüyordu. Yusuf hala o tarafa bakamıyordu.
“ Ne o Yusuf bu sabah balık yok mu elin boş, balığa çıkmadın mı?” Başını oynatarak hayır der gibi bir işaret yaptı. Bir şeyler söylemek istedi ama boğazından çıkan cılız ses, denizde balıkçıların attığı balıkları kapma kavgası veren martı sesleri arasında kaybolup gitmişti. Oradan ana yola yöneldi. Bütün gece denizdeydi, kolay mı bir sandalın içinde sabaha dek çıkacak balık umuduyla beklemek. Çoğu zaman benzinin parasını bile çıkaramıyordu. Ama bu akşam şansı yaver gitmiş, epey balık yakalamıştı. Balıkları olduğu gibi meyhaneciler sokağındaki İsmail’e götürüyordu. O baba dostuydu, ona el uzatan sayılı arkadaşlarından biriydi. Aileden biri gibiydi. Tuttuğu balıkları, hiç balıkhaneye götürmez, doğru buraya getirirdi, çok olursa eşe dosta dağıtır, bir de mahallesindeki kedilerine verirdi. Yemeğini orada yiyor, içkisini orada içiyordu. Balıktan arda kalan zamanda hep oradaydı. Soğuk kış aylarında, balığa çıkmadığı günlerde meyhanede çalışıyordu. Bugün tuttuğu balıkları sandalından çıkarmaya vakit kalmamıştı. Hepsi sandalın içinde canlı canlı yanmıştı.
Çocukluğu bu dar taş sokak aralarında geçmişti Yusuf’un. Köyde ilkokulu okumuş, daha sonra kasabaya Ortaokulu okumak için gelmişti. Kendinden üç ve altı yaş küçük kız kardeşleri köyde anneleriyle kalıyordu. Babası zeytin işi ve hayvancılık yapıyor, hafta içi çarşı içindeki teyzesinin eski Rum evinde kalıyordu. Evin kocaman kocaman kapıları, yüksek tavanı ve pencereleri vardı. Eniştesinin az ileride, çarşı tarafındaki ufak bakkal dükkanı onların geçimlerini sağlayacak kadar gelir getiriyordu. Ev iki katlıydı, onun odası üst kattaydı, pencerenin üzerine çıkınca ara sokaktan deniz bile gözüküyordu. Teyzesinin çocuğu olmadığı için onlara yarenlik, arkadaşlık ediyor, onlara gücü ve aklı yettiğince yardımcı oluyordu. Yusuf okul zamanı dışında hep sahilde balıkçıların yanındaydı. Bazı akşamlar balıkçılar onu ağ atacakları zaman yanına alır, ona balıkçılığın püf noktalarını öğretirlerdi. Bir zaman sonra eniştesi ölünce, eniştesinin hiç görmediği mirasçıları evlerinden çıkmaz oldu. Ne olduysa bakkal dükkanı satıldı. Teyzesine de bir miktar para verdiler, neyse ki evden çık demediler, ölene kadar bu evde otur dediler. Teyzesine kocasından maaş kalmamıştı, babasından bağlanan aylıkla geçinmeye çalışıyordu. Teyzesi okul tatil olduğu zaman köyde annesinin yanında, okul zamanı da Yusuf’la birlikte Ayvalık’ta kalıyordu.
Ortaokul bitirince teyzesi onu okutmak istedi. Ama ben balıkçı olacağım deyince, fazla ısrar edemedi. Yusuf artık her gün denizdeydi. Babasının arkadaşı Erdal’ın motorunda çalışıyordu. Askerlik günü gelince askere gitti. Askerlikteki günlerinde hep Teyzesi yardım etti. Askerden gelince de onu bir sürpriz bekliyordu. Teyzesi,
“ Yusuf hadi beni sahile çay içmeye götür” dedi. Teyzesi genellikle çay bahçelerine arkadaş ve komşularıyla giderdi.
“Tabi teyze dedi gir kolum”
Sahilde denize yakın teyzesinin istediği bir masaya oturmuşlardı hem de tam denizin kenarında. Hem kıpır kıpır oynaşan denizin içindeki kefalleri, karşıdaki sandalları seyrediyorlar hem de çaylarını içiyorlardı. Yusuf birden ayağa kalkarak
“şuradan üç simit alayım teyze.”
“Niye iki tane yeter be oğlum.”
“Birisi balıklara tonton teyzecik, balıklara” Çayları yudumlayıp simitlerini yerken, ayağa kalkıp ileri doğru iri bir simit parçası, denizin orada karıştığını, şampurtu sesleri kulağına kadar gelmeye başladı. Ayakta iken Yusuf’un sandallar arasında yeni boyanmış bir sandal dikkatini çekti. Mavi ve beyaz renkliydi. Sekiz metrelik bir sandal İskeleye bağlı duruyordu.
Teyzesinin oturduğu yerden dikkatli bakınca üzerinde Yusuf Ayvalık yazısı yazıyor ama o yazı Yusuf’un oturduğu yerden gözükmüyordu.
“Bak teyz” dedi “Ne güzel bir sandal.”
Hep hayallerinde böyle bir sandalı olsun istiyordu. Ama bir türlü paraları olmuyordu. O askerdeyken sözü kesilen kız kardeşinin düğünü vardı bu yaz. İstanbul’a gelin gidiyordu. Kız everecek olan anasına da para lazımdı. Kadıncağız gece gündüz ne iş bulursa koşturuyordu.
Teyzesi “Gel bakayım yanaş biraz bana” dedi. Teyzesi yanına sokulan Yusuf’a bir öpücük kondurdu.
“Öp bakayım elimi”
“Teyze bu ne ya bayram değil seyran değil bu ne el öpmesi. Bilirsin ben el etek öpmesini pek sevmem. ama senin o elma yanaklarından öperim.”
Teyzesi Yusuf’un elini sıkıca kavradı. O anda Yusuf’un eline metal bir şey sıkıştı. “Bu senin askerlik hediyen.” Teyzesini öpmek için ona doğru yaslanınca Gözleri sandalın gövdesine ilişti. Dikkatle bakınca “Yusuf Ayvalık” yazısını okudu.
“Bu sandal artık senin” dedi. “Artık beni de balığa götürürsün”.
Yusuf duyduklarına, gördüklerine inanamıyordu, elinde motorun anahtarı, donup kalmıştı adeta.
“Nurten Teyze sen ne yaptın?”
Her ikisi de maviş sulu gözlerle birbirlerine bakıp gözlerindeki yaşı, mavi dalgalarda kıpır kıpır yerinde duramayan maviliklere bezenmiş sandaldaki Yusuf yazısına odaklamıştı.
Günler, yıllar geçip gidiyordu, Yusuf önce annesini sonrada teyzesini kaybetti. Bu iki sene arayla gelen ölüm oldukça yıpratmıştı Yusuf’u. Bazen başını alır çıkardı köyün batı yamacına, sağ tarafında bulutların arasında ona bakışlarını atan Midilli’nin tepeleri, sol tarafında da Madra dağının ona gülümseyen yemyeşil yaylaları. Bu bakışmalarda bir şeyler vardı sanki onlarla bir şeyler paylaşırdı. Oturur saatlerce seyrederdi bu doğal güzelliği. Çevresinin sevdiklerinin evlen ısrarları bir kulağında girip öbüründen çıkıp gidiyordu. Ne annesi ne de teyzesi mürüvvetini görmüştü. Yusuf evlenmekten, hane sorumluluğunu almaktan korkuyordu adeta. Gönlünde yatan gizli, kimseye söyleyemediği bir sevgili mi vardı yoksa, en yakını İsmail, Nazire bile bu konuda tek bir laf alamadı ağzından. Köydeki babadan kalma o taş konağın demirbaşıydı adeta.
Yusuf sahilden ayrılıp meyhaneciler sokağında ki meyhaneye geldiğinde İsmail yoktu. Kapı önündeki masada önündeki börülceleri ayıklayan, İsmail’in hanımı Nazire’ye kısık bir sesle “kolay gelsin yenge” dedi.
O anda ocak başında olan İsmail’in oğlu Turan,
“Ne o Yusuf abi üzgün görünüyorsun?”
Elini tersiyle yanaklarında süzülen yaşları silmeye çalışırken, kasanın karşısındaki sandalyeye attı kendini, ayakları kesik kesikti, her an yere düşebilirdi. Bir an soluklandıktan sonra “Sandalın motoru alev aldı ya Turan” dedi. “Ben de anlayamadım, birden alev sardı her yanı, kimse de yardıma gelemedi. Cayır cayır yandı sandalım.’’
“Neee” dedi Nazire bağırarak. ”sandalın mı yandı.” “Sandalın, nasıl yani?”
“Sandal, balıklar hepsi yandı Nazire.”
“Bittim ben bittim.” Oturduğu sandalyeden hızla kalktı sağına soluna bakındıktan sonra. Tam gitmeye niyetlendi ki.
“Babamın haberi var mı?” dedi Turan.
“Otur hele şöyle, annem bir kahve yapsın”
”Ben şimdi babamı ararım”
“Otur oturduğun yere oğlum, boş ver olan oldu” Nazire ile Turan ellerindeki işi bırakmış Yusuf’un karşısında oturmuş, pür dikkat onun ağzından çıkacak lafları bekliyordu.
“Ay kahve yapacaktım” dedi Nazire, hızla kalkarak.
“Ben köye gideceğim yenge, İsmail’e söyle dinlenir akşama gelirim. Sandal balık halinin yanında, artık yapacak bir şey yok, sonra bakarız.”
Kafası allak bullaktı. Köyde babadan kalma eski bir Rum evinde kalıyordu. Ev bakımsızlıktan yıkılmak üzereydi, çatısı akmayan, sadece suyu ve elektriği olan birinci kattaki merdiven altındaki odada kalıyordu. Evi iki katlı bir konaktı, alt katlarda, kiler ve zeytin yağ depoları, arka yola bakan geniş bir avlusunun sağ tarafında büyük bir dut ağacı, onun altında da kuyu vardı. Kuyuda hala su vardı ama içilecek durumu yoktu. Sol tarafta hayvanların barındığı geniş dam, içinde uzun bir yem yalağı. Arkadaki geniş çift kanatlı kapı, ayakta zor duruyordu. Bu geniş bahçeyi yüksek taş duvarları koruyordu. Babası ve annesi ölmüştü, iki kız kardeşinden biri İstanbul’da biri de İzmir’de idi. Kız kardeşlerinin durumu iyi olmasına rağmen, bu eski dededen kalma konağa bir çivi bile çakılmıyordu. Yusuf’un da bir çivi çakmaya parası hiçbir zaman olmamıştı. Köye yavaş adımlarla yürüyerek gitmek bir saati alıyordu. Bazı sabahlar yükü yoksa yürüyerek geliyordu. Eski bir taş ustası olan babasının bu evde çok emeği vardı. Mübadelede köyü terk edip karşı adaya giden Rumlardan aldığı bu tarihi taş evi sil baştan kendisi onarmıştı. Renk renk taşlara gece gündüz çalışarak hayat vermiş, onları ölümsüzleştirmişti.
Yaptığı duvarlar adeta yağlı boya tablosu gibiydi. Otur karşısına bu taşlarla saatlerce konuş. Kasabada ve çevrede ona doktor derlerdi. Ne evlere hayat vermişti. Ayrıca kuyu ustasıydı. Köydeki Rumlardan kalan burada su yok açılmaz denilen kör kuyulara inmiş, onları su bulana kadar temizlemiş, taşlarını onarmış, bazılarını tekrar döşemişti.
Çocukken okul dışı zamanlarında babasının yanına gider babasının şekil verdiği taşlara oda elindeki çekiçle keskiyle vurur ona yardımcı olurdu. “Otur Yusuf abi, İsmail nerdeyse gelir.” dedi Nazire. Yusuf Nazife’nin dediklerini duymuyordu. “Nazife be” dedi ’’Sandal, balıklar hepsi yandı.”
“Bittim ben bittim”
Oturduğu sandalyeden hızla kalktı sağına soluna bakındıktan sonra. Meyhaneden attı kendini dışarı.
Nazire’nin arkasında bağrışını duymuyordu bile.
“Yusuf abi dur, bekle biraz.”
Sahile doğru yürümeye başladı. Ana caddeye gelince yolun karşısına geçip bulduğu ilk dolmuşla köy sapağına kadar geldi. Buradan köye giden olur, beni alırlar dedi. Öyle de oldu. Hayvanlarına saman getiren bir köylüsü durup aldı onu kamyonetine.
“Ne o Yusuf balık yok mu? “ ”Yok be Murat bugün balık yok.”
Köy meydanında indikten sonra bakkaldan ekmek ve yumurta alıp, kahveye uğramadan evinin sokağına yöneldi. Köye daha motorunun yandığı haberi ulaşmamıştı. Sokağında yılların kahrını çeken taşları adımlarken, bir an bu sokakta kardeşleriyle ve mahalle arkadaşlarıyla oynadığı günler geldi aklına. Eski Rum evleriydi buradaki yıllara meydan okuyan taş evler. Tahta kapılarındaki o güzel oyma motifler hala özelliğini koruyordu. Ne güzel günler geçmişti bu sokakta. Okuyan arkadaşları tek tek terk etmişti köyü. Sonra evlenen kızlar bir bir gelin olup, İzmir’e, İstanbul’a gitmişlerdi. Okumayanlar ise ya kasabada ya da sezonluk olarak sahildeki plaj ve otellerde çalışıyordu. Sezon bitti mi başlıyordu yokluk, uzun kış geceleri, bir türlü geçmek bilmiyordu. Sezon sonu başlayan zeytin hasatın da köyün gençleri sırıkçılık yapıyor, gecede ya meyhanede ya da kahvelerde vakit geçiriyordu. Yusuf ise ya balıkta ya da İsmail’in meyhanedeydi. Bu eski tarihi Rum köyünün sokağında ki evlerin özelliği hep bitişik düzendi, bu düzen dışarıdan gelen tehlikelere karşı içinde yaşayanları güvence altına alıyordu. Her evin bahçesi arkadaydı, bahçeyi de yüksek taş duvarlar koruma altında tutuyordu.
Kamil’in yaptığı çok onuruna dokunmuştu, sandalını yakmış hiçbir şey yapamamıştı, içi içine yiyor. Bu gaddarca hareketi kabul edemiyordu. Şikayet etse, şahit yoktu. Bir de yakınlarını onunla muhatap etmek, onlara zarar verdirmek istemiyordu. Motor alev aldı deyip kapanacaktı olay. Kamil’in zaten bu tür olayları çoktu. Olayı duyan gören bile olsa Yusuf’a inansa da sesini çıkaramayacaktı. Yusuf’a inanmamak işin kolayıydı. İnananların eliyse çaresizdi. Kamil’le kim baş edebilirdi ki, İsmail hariç, şikayet etse, söylese onun yakasına yapışacak olan İsmail’di. Bu kez İsmail’in başı belaya girecekti. İlk zarar vereceği İsmail’di. Bunu bildiği için sesini çıkaramıyordu. İsmail duysa çöreklenirdi Kamil’in başına. Eve girip odasına attı kendini. Televizyonu açtı, sabah haberlerini dinlerken belki biraz uyurum dedi.
Saat on bir civarında kapı önüne gelen motorun sesiyle irkildi. Tam dalmış uyuyordu. Kapı şiddetle çalınmaya başladı.
“Yusuf abi… Yusuf abi.”
Yusuf İsmail’in sesini duymuştu. Yataktan kalkarak avluya geldi. Kapının ardından sessizce,
“İsmail tam uyuyacaktım be oğlum. Sen git biraz dinleneyim, akşama uğrarım.”
“Aç, aç… aç hele aç şu kapıyı”
“İsmail git işine akşama konuşuruz dedim ya”
“Abi insanın canını sıkma, kırdırma kapıyı bana.”
Yusuf’a kapıyı açmaktan başka bir seçenek kalamamıştı, yavaşça kapının sürgüsünü çekti.
“Ne o sandalın hali ya, ne oldu? Polis sandalın başında sandal kül olmuş, Sen ortalarda yoksun. Ne oldu be abim, neler oldu. Polis seni bekliyor ifadeni alacak, atla motora hadi.”
“Motor alev aldı İsmail yok bir şey. Ben de anlayamadım. Sigaradan herhalde.”
“İçkili miydin?, gören de olmamış. Tek görgü tanıkları Kamil ve Rıza’” Onlarda biz yardıma gittik ama yetişemedik, motor alev almış yanıyordu” demişler. “Hadi giyin, polis kapına gelmeden karakola gidelim.’’ İsmail’in motorunun arkasına bindikten sonra Yusuf, “Tamam İsmail gidelim” dedi.
Yusuf sandalı yanarken orada ayrıldığı için olanları görmemiş. O gittikten sonra Rıza, sandal yanarken,
“Sandal yanıyor sandal yanıyor” diye tüm sahili ayaklandırmış. Elinde ufak bir kova girmiş denize, güya sandalı söndürüyor. Kalabalık toplanmış, daha sonra polis gelmiş. Rıza,
“Yusuf sandalın içindeydi motor birden alev aldı. Sarhoş muydu neydi. Hiç bağırmadı bile. Yanan sandalı bir müddet seyretti, biz yardıma gelene kadar bırakıp kaçtı.”
Sandalı çevresinde bir kamuoyu oluşmuş yorumlar yapılıyordu. Rıza’nın ifadesi ve çevrede oluşturduğu yalan haber zinciri, suçu Yusuf’a yüklemişti.
Karakola gidince Yusuf’u hastaneye alkol muayenesine gönderdiler. Yusuf bereket o gece ağzına içki koymamıştı. Onu ifadesi de motor birden alev aldı oldu, şikayetçi olan da olmayınca polis olayı kapattı.
Günler gelip geçiyordu. Kışın köyde hayat çok zordu. Hayvanlar yem ister, evde hanımlar aş ister, odun, kömür isterdi. Yusuf sık sık komşunun eşeğini alır, yukarı eski üzüm bağlarının olduğu tepeye, çamlık alana çıkar, buradan kuru odun toplayıp eşeğin sırtına yükler eve getirir, bunları avludaki dama koyardı. Genellikle akşamları geç vakitlere kadar meyhanede olurdu. Bazen buranın mutfağındaki divana kıvrılır, burada uyur kalırdı. İsmail ona eski ikinci el bir motor bulmuştu, köye gitmek istedi mi geçte olsa atlayıp motoruna evine giderdi.
Bahar geldi mi köye bir hareket bir canlılık gelirdi. Sahildeki plajların, gazinoların hazırlığı başlar, köyün gençlerini iş sahası açılırdı. Buradaki kullanılmayan eski evler genelde depo olarak kullanılırdı. Budanan zeytinler, ilaçlanır, yaza, yeni sezona onlarda hazır olurdu.
Yusuf, sıcakların sahilin pırıl pırıl ince kumlarının üzerine indiği günde, plajda iğne atsan yere düşmez derler ya işte öyle bir günde, elinde bir bira kumsalda gezinenleri, deniz kenarında kumlarla oynayan çocukları seyretti bir müddet. Ah dedi içinden benim de böyle çocuklarım, sonra torunlarım olsaydı. Ben de onlarla kumdan kaleler yapsaydım. Hep elinde tutuğu birası bitince bir ağırlık çöktü, uzandı şezlonga, kendince kurduğu hayalleriyle baş başaydı.
Uyandığında güneş sahilin batısındaki tepenin üzerindeki çamlarım üzerine yaslanmış güne veda etmek üzereydi. Orta yaşlı iki adam bir kadın ellerinde poşet plaj sakinlerinin bıraktıkları çöpleri, kısaca kumların üzerindeki, deniz kıyısındaki çocuk bezlerini, boş meşrubat kutularını yani her türlü çöpleri topluyorlardı. Plajda oturmakta olan bir bayan “ Boşuna uğraşıyorsunuz bey efendi, yarın yine ayni çöpleri görürsünüz, hele o akşam sefası yapan gençler yok mu, poşetini içindeki boş şişeleri atıp gidiyorlar.” İki adam daha ağzını açmadan ” yanlarındaki bayan cevap verdi. ”önemli değil hanımefendi yarın tekrar temizleriz, olmazsa ertesi gün tekrar” Sezlongta oturan kadın sesini çıkaramamış, bu cevap karşısında suskun kalmıştı.
Yusuf’un da en sinir olduğu şey buydu. Balıkhanenin çevre sahil kıyısı ve deniz kenarındaki oturma kanepelerinin çevresi, akşam burada ne yenip, ne içildiğini açıkça gösteriyordu. Ayrıca denize uçanlar cabası. Yusuf denizin çekildiği günler bazen denize girer ve ulaşabildiği yerleri temizlerdi.
Sahilin batı yönünden gelen günlük tur motorunun üzerinde, çalan oynak disko müziğiyle kıpır kıpır oynayan gençlerin siluetleri artık iyice belirginleşmeye başlamıştı. Bu güzel sahil kasabasının sağına soluna serpilen adaları gezen motor artık günlük turunu bitirmiş. Sahildeki iskeleye doğru dönüşe başlamıştı. Motor yavaş yavaş iskeleye yanaşırken plaj açıklarında son turunu atıyordu. Bu motor Kamil’in motoruydu. Yaz sezonu boyunca her gün günlük turlara çıkardı. Kamil’in bunun dışında birkaç motoru daha vardı, en büyüğü komşu adaya, Midilli’ye çalışırdı.
“Hadi kalk” dedi kendi kendine. Atla şuşu serin suya da kendine gel. İsmail meyhanede yolunu gözlemeye başlamıştır. Bir bira daha içeyim dedi. Bakındı bir müddet çevresine, şezlonglar yavaş yavaş boşalmış, sahil kumsalda dolaşan doğa dostları hayvanlara kalmıştı. Sahile servis yapan çocuğu görünce hem eliyle işaret ederek hem de seslenerek “Bir bira daha” dedi. Bir bira içim zamanda akşam keyfinin tadını çıkarmak istiyordu. Acıkmıştı da akşam simitleri diye bağırarak artık sahilde son turunu atan simitçiye seslendi. “Gel oğlum.”.
Bir anda karşıda şezlongun yanında sere serpe yatan sarıkız geldi aklına. O da gün boyu sahilde dolaşmış, tatile gelen otel müşteriyle, çocuklarıyla oynamış, şimdi yorgunluk atıyordu. Yanına gelen simitçi başının üzerindeki simit tezgahını indirip, öbür elinde tuttuğu tezgah altlığını açarak kumun üzerine, tezgahı da onun üzerine koydu “İki simit oğlum” dedi. Simitçi özenle seçtiği iki simidi ona uzattı. Simitçiyi gören Sarıkız yanına çoktan gelmiş, insana huzur ve mutluluk veren bakışlarıyla ona bakıyordu. İki simidi paylaşarak onun akşam keyfine ortak olacaktı ama, kokladı kokladı beğenmedi kuyruğunu dönüp yağlı kapı arayışına girecekti aniden geri döndü. “Anlaşılan karnın tok, sen bira mı istiyorsun yoksa” derken bir eli Sarıkızın başındaydı. Keyif vakti bitmiş artık durgunlaşmış olan pırıl pırıl denizle kucaklaşma zamanıydı. Yusuf yaşına rağmen iyi yüzüyordu, yavaş yavaş iskeleye doğru yüzmeye başladı. Kamil’in motorunun yanına kadar gelmişti. Etrafında bir tur attıktan sonra, tekrar sahile yöneldi. Şezlongun üzerindeki havlusunu alıp kurulandıktan, çevresindeki ıvır zıvır çöpleri toplayıp, çöp kutusuna attıktan sonra, yavaş adımlarla motoruna doğru yürümeye başladı.
Motoruyla benzin istasyonunun önünden geçerken, birden aklına arkadaki benzin bidonu geldi. Motoru için evde daima yedek benzin bulunduruyordu. Benzincideki pompacı genç,
“Yusuf abi köye mi ?” dedi.
“Evet Murat köye”
“Beni de atıver ya” dedi Murat. Benzin parasını öderken,
“Tamam Murat atla arkama”
Motorun patlak eksozundan çıkan ses sol taraflarında kalan durgunluğu üzerine sermiş masmavi denizin üzerinde çınlayarak, karşı tepelerde gün batımı sefası yapanlara doğru havada adeta uçup gidiyordu, az ilerideki sapaktan köye yöneldiler.
Soldaki çeşmenin yalağın da hayvanlarını sulayan komşu oğluna uzaktan selam vererek hızla köye yöneldi. Köyün meydan girişindeki sol taraftaki iki katlı taş binanın birinci katı muhtarın yeriydi. Burasını köylü el birliği ile yapmıştı, duvar ustalığını da Yusuf’un babası. Onun yanında çalışanların çoğu taş duvar ustalığını ondan öğrenmişti. Köyün kuzey çıkışında yolu solunda, eski kilisenin karşısında 1800 lü yıllardan kalma, hale kullanılan taştan yapılmış köyün ilkokulu vardı. Yusuf’un okuduğu okul bu eski tarihi okuldu. Evlerinin arka avlusundan çıktı mı beş dakikada okulda oluyordu.
Aradan bir ay geçmişti. Yusuf her gün İsmail’in meyhaneye gidiyor, onun günlük işlerine yardımcı oluyordu. Sezonun en hızlı günleriydi, sahil yerli, yabancı turistle doluydu. Sıcak bu güzel sayfiye şehrinin üzerine iyice çökmüştü. Geceleri bile insanlar denizdeydi. Sahildeki barlar sabaha kadar açıktı. Pansiyonlarda yer bulamayan gençler kumsalda sabahlıyordu. Yusuf işlerin yoğun olduğu zaman İsmail’in meyhaneye erken gidiyor, eğer o gün alış veriş yoksa bazen akşam gidiyordu. O günlerde genelde akşam gidip gece mutfağa yardımcı oluyordu.
Meyhaneden yorgun argın döndüğünde sabah olmak üzereydi. Yusuf o gece benzin bidonundaki benzininin bir kısmını iki kola şişesine koydu. On gündür kesmediği sakalını elleriyle sıvazladıktan sonra, aynaya bakarak
“Epey entel oldum be” dedi kendi kendine.
“Bu kılıkta ben bile beni tanıyamadım”
Yatağına uzanıp biraz dinleneyim dedi. İçini kemiren, kimseye açamadığı dert, sabah ışıkları pencereden içeri sızana kadar onu bırakmadı. Epey zaman geçmesine rağmen aklı hala sandalındaydı. Oysa İsmail söz vermiş bu sezon işler iyi giderse bir sandal alacaktı ona. Uyandığında akşam olmuştu. Bitpazarından aldığı giysileri, şapkayı, sırt çantasını gözden geçirdi. Her şey tamamdı. Bu giysileri büyükçe bir bez torbaya bir güzel yerleştirdi.
Kalan benzini de motorun deposuna döktükten sonra, motoruna atlayıp sahile doğru yola çıktı. Boş benzin bidonu da sahil merkezinden uzak bir kaç çöp bidonuna keserek attı. Tekrar plajların olduğu yere gelip motorunu kimsenin dikkatini çekmeyeceği ara bir yere bıraktıktan sonra, bez torbasını alıp, yavaşça henüz yeni hareketlenmeye başlayan sahilden yürüyerek ve iyice boşalmış olan bir plajın soyunma kabinine girdi. Yeni aldığı giysilerini üzerine geçirdiğinde, onu artık kimse bu kılıkta tanıyamazdı. Kafasında hasır şapka, kara güneş gözlükleri, kısa şort, ayağında terlikler, elinde bez torbası. Tam bir turist görünümündeydi. Torbaya üzerinden çıkardığı giysileri koyduktan sonra, motorunun yanına gidip, torbayı motorunun kenarına sıkıştırdı. Üzerinde sadece küçük bir naylon torba içinde biraz para vardı.
***
Bu hafta sonu Kamil’in dayıoğlu Muzafferin düğünü vardı. Cuma günü köyde kına gecesi yapıldı. Cumartesi gecesi de kasabadaki deniz kenarındaki düğün salonunda düğün vardı.
Cumartesi akşamüstü Kamil’in motor adalar turundan dönmüş. Teknede gece yapılacak olan mehtap turu hazırlıkları vardı. Bu motor yaz sezonu boyunca her gün günlük adalara, gecede akşam mehtap gezisi turuna çıkardı.
Düğüncüler evlerine gidip düğün hazırlıklarına başlamıştı. Bu gece mehtap turunun kaptanlığını Vedat’ın arkadaşı Selçuk yapacaktı. Kamil’in oğlu Vedat ve ailesi düğününün onur konuğuydu. Masaya oturur oturmaz rakılar açılmıştı. Düğün geç vakitlere kadar devam etti.
Kamil yaşının icabı gençlere ayak uyduramayacağını anlayınca düğün salonunda içki muhabbetine pek katılmadı, bir iki kadeh kesmişti onu. Düğünün bitmesini beklemeden eşiyle birlikte köye döndü.
Bu ara sarımsaklı sahillerinden siren sesleri geliyordu. Başını çevirip Şeytan sofrası cıvarına bakınca yoğun bir duman kitlesi yükseldiğini gördü. Siren seslerine bakınca itfailer o yöne doğru gidiyordu. Şeytan sofrasının yakınlarından dumanlar yükseliyordu.
Sahil gece ana baba günüydü. Gün boyu denize girenler yemeklerini yemişler sahil turuna çıkmıştı. Sahildeki diskolardan bangır bangır müzik sesi geliyordu. Akşam pazarı açılmış, satıcılarda tezgahlarını yol boyuna dizmişti. Yusuf sahilde gece mehtap turu bileti satan satış yerinden, kara gözlük ve şapkasının arkasına yüzünü gizleyerek bir bilet alıp, doğru iskeleye gitti. Bu yangın onun için avantaja dönmüştü. İçkili olduğu hallerinden belli olan gençlerden oluşan bir grubun arasına karışarak sırtında çantası motora bindi. Yarım saat içinde motor dolmuştu. Genellikle gençler yukarıya çıkmış, yüksek sesli müzik eşliğinde oynamaya başlamıştı bile. Alt katta aile grupları vardı. Herkes birasını açmış, çalan müziğe eşlik ediyordu. Motor müzik eşliğinde yavaş yavaş iskeleden demir alarak batı sahillerine doğru yol almaya başladı. Yusuf gemide çalışan gençleri tanımıyordu. Bu akşam düğün olduğu için Kamil’in çocukları ve yeğenleri de yoktu. Mehtap turu için motor sahile paralel olarak gidiyor, sahilden fazla uzaklaşmıyordu. Üst katta oynayan gençler çığlıklar atarak sahildeki elle sallayanlara el sallıyorlar, çalan müziğe eşlik ediyorlardı. Motor plajların sonuna vardığında gençler kendinden geçmeye başlamıştı bile. Gençler hoplayıp zıplarken, orta yaşlılar cayır cayır yanan karşı tepedeki yangının alevlerini izliyordu.
Yusuf oturduğu kuytu bir yerde birasının son kalanını da içtikten sonra sessizce alt katta bulunan tuvalete indi. Daha önce bu motora bindiği için bu motoru tanıyordu. Alt kattaki mutfakta günlük turlarda yemek hazırlandığı için genellikle burada devamlı çalışan olurdu. Burası pek boş kalmazdı. Şu anda bütün garsonlar yukarıda içki servisiyle, kaptan da oynayanlara müzik sunuculuğu yapmakla meşguldü. Mehtap turu son doğru gelmeye başlamış, motor tekrar yavaş yavaş otellerin olduğu iskeleye rotasını çevirmişti.Yusuf sessizce motorun makine dairesine girdi. İçeride motor sesinden başka ses gelmiyordu. Kimse var mı diye seslendi ses çıkmayınca, fazla karanlık olmayan içerisini şöyle bir kolaçan etti. Motor tıkır tıkır çalışıyordu. Motorun sol tarafında yağ tenekeleri ve bidonlar vardı. Mazot olabilirdi. Bir tanesinin kapağını açıp yan yatırdı. Zaten mazot kokan makine dairesini daha keskin bir mazot kokusu kaplamıştı. Elindeki bez torbadan çıkardığı iki kola petinin içindeki benzini de kapının ağzına gelerek buradan zemine döktü. Elindeki peçeteyi çakmağıyla yakarak kapının eşiğine bıraktı. Ve hızla makine dairesinin kapısını kapattı. Hızlı adımlarla mutfaktan tuvalete geçti, oradan yavaş sakin bir şekilde üst kata çıktı. Yavaşça gençlerin arasına katıldı.
Yukarıda vur patlasın, disko müziği eşliğinde gençler çılgınca dans ediyordu. Bu görselliği sahille paylaşmak isteyen kaptan sahile çok yakın iskeleye doğru seyrine devam ediyor. Bazı mehtap turu sakinler arşı tepedeki yangını endişe ile izliyordu. Yusuf’un tek korkusu olacaklardan gece turu yolcularına zarar gelmeseydi. Onun için planını gezi sonuna ayarlamıştı.
Bir anda alt kattan gelen patlamayla birlikte motorun tüm ışıkları söndü ve müzik sesi kesildi. Motorun sesi de susmuştu, mutfaktan duman ve alev üst kata doğru hızla yayılıyordu. Kimse ne olduğunu anlayamamış, motor yanıyor çığlıkları, feryatları sahile yayılmıştı. Gemi personeli tam bir panik içindeydi, Kaptan, kaptan köşkünden,yangın söndürücüler diye feryat ediyordu. Motorun bu akşamki tecrübesiz ekibi ise tam bir panik içindeydi. Motorun makine dairesinden çıkan alevler üst taraftaki kaptan köşkünü yalamaya başlamıştı. Alt tarafta oturanlar motorun ön tarafına sıkışmışlardı. Motorun üst tarafında hoplayıp zıplayanlar şimdi yanıyoruz diye çığlık atıp, bu kez korkuyla zıplıyordu. İlk önce o bağırdı.
“Herkes denize atlasın” “Yaşlılara yardım edin”
Bu arada kendine güvenenler denizin karanlığına atlamaya başlamıştı bile. Sahilde bulunan birkaç motor yardıma koştu. Sahil yeri curcunaydı. Bereket motor sahile çok yakın olduğu için atlayanlar kısa bir yüzmeden sonra kumsala ulaşabiliyordu. Motorun ön tarafına yığılan yaşlı yolculara can yeleği verildi. Motorun kıç tarafı yandığı için oraya kimse sokulamıyordu. Yardıma gelenler motora ip atılınca yanan motoru kıyıya çekmeye başladı.
Ağlayanlar feryat edenlerin çığlığı sahili inletiyordu. Alevler yukarı doğru çıktıkça motorun üstünde denize atlamalar çoğaldı. Gençlerin çoğu denizdeydi. Diğer motorda iple yanan motoru sahile çekmeye çalışıyordu. İtfaiye siren sesleri duyuluyor ama buraya bir türlü gelmiyordu. Hepsi orman yangınınla uğraşıyordu. Gezi motoru karaya oturmuş ve yan yatmış, yanmaya devam ediyor, motor hızla su alıyordu. Sahildeki otel personeli ve vatandaş kovalarla yanan motora su atarken, motordaki kalan son personelde tahliye edildi. Motorun kaptan köşkü de cayır cayır yanıyordu. Gece karanlığında yanan motorun aydınlattığı kumsal ıslak giysili insanlarla doluydu. Biraz sonra ambülansta gelmiş, itfaiye bir türlü gelmek bilmiyordu. Yusuf’ta gençlerle birlikte denize atlamış, onlarla yüzerek sahile gelmişti. Onlar kumsalda bağrışırken, Yusuf sessizce kalabalığın arasına karışarak, kendi motorunun olduğu yere gelmiş, motorunda bulunan torbasını alarak soyunma kabinine girmiş ve elbiselerini değiştirmişti.
Sahil boyunda bulunan kafeteryaya gidip bir çay içeyim dedi.
Saçları hala ıslaktı, saçlarını elleriyle şöyle bir havalandırdıktan sonra. Çay bahçesine oturdu. Motor hala yanıyordu.
Çayı getiren garsona ‘’Hayrola ne olmuş’’ dedi.
”Motor yanıyor abi”
“Her sene böyle motor yanar bizim buralarda ama bu sene pek erken oldu.”
“Allah Allah” dedi Yusuf.
Motorun yanıyor haberi telefonla önce Kamil’e ulaştı Telaşe kapılan Kamil o an evindeydi, düğünden yeni dönmüş, uzanmış haber dinliyordu. Hemen telefona sarılarak düğün salonundaki oğlu Vedat’ı aradı. O anda Vedat düğünden ayrılmış, arkadaşlarıyla birlikte meyhaneye gitti haberini alan Kamil, acele meyhaneyi aradı. Vedat arkadaşlarıyla muhabbete orada devam ediyordu. Kamil hırsından titreyen elleriyle sımsıkı sarıldığı telefonda,
“Vedat, Vedat bizim gece gezisine çıkan motorda yangın çıkmış, motor yanıyormuş, çabuk motorun başına gel” Telaşeden ne yapacağını bilemeyen Kamil’in ağzından köpükler saçılıyordu. Hanımı “Ne oldu Kamil ne bağırıyon” “Motor” dedi. “motor yanıyor, daha sigortasını yaptırmamıştık. ”Yandık yandık” Acele taksi durağını arayarak. bir taksi istedi. Bir an önce motorun yanına gitmek için aceleyle giyinmeye başladı.
Babasından gelen telefon üzerine içki masasında şok olan Vedat yanına arkadaşını da alarak hızla meyhaneden ayrıldı. Aceleyle arabasına atlayıp, son hızla, artık seyrelmeye başlayan gece trafiğin içinde plaja doğru hızla gitmeye başladı. Epey sarhoştu, yolda ne var ne yok görmüyordu bile. Yanındaki arkadaşı Ömer daha sarhoştu. “Ne motoru ya Vedat” deyip sağa sola sallanarak, Vedat’a abuk subuk söyleniyordu. Kasabanın sahildeki balık pazarına gelirken burada iyice boş olan yolu görünce, yoldaki hafif dönemece Vedat tam gazla hızlı girdi. Önüne çıkan köpeği görmemişti. Önden tak diye bir ses, sonra karşıdan gelen arabanın ışıkları, önce soldaki bankete arkasından da sağ taraftaki banketin üstünden kıyıdaki bankete çarparak havada takla atarak oradaki sandalların arasına uçtu. Emniyet kemeri bağlı olmayan Vedat o anda açılan kapıdan fırlayarak, kıyıda bağlı yarısı batık, yarısı yanık olan sandalın gövdesine hızla kafasını vurdu ve oradan denizin karanlığına uçtu ve karanlık sulara gömüldü. Onların tam karşısından gelen araba kendini güçlükle kurtararak, arkasına bakmadan yoluna devam etti.
Vedat’ın arabası sandalların arasında ters dönmüş vaziyette bir müddet durdu. O an kimse onları görmemişti. Biraz sonra sahilde yürüyen bir çift olayı uzaktan görmüş olacak ki, hızla oraya vardıklarında denizi içinde ters yatan bir araba ve suyun üstünde yatan hareketsiz yatan birini gördü. Arabanın içinden de bir genç çıkmaya çalışıyordu.
Hızla yoldan gelen arabalara işaret ederek yardım istediler.
Yusuf yanan motorun söndürme çalışmalarını izlerken keyifle çayını içti, sonra motoruna atlayarak şehir merkezine doğru yola çıktı. Balıkhane tarafına geldiğinde sahilde bir kalabalık gördü. Kamil’in sandalını yaktığı yerdi. İçi cız etti, “kaza olmuş herhalde” dedi. durmadı bile.. İsmail’in meyhaneye geldiğinde ‘”Hayrola Yusuf hani bugün gelmeyecektin” “Aman İsmail bu saatte uyuyacak halimiz yok ya” “Bu akşam müşterinizim. Hadi al bir 35’ lik de gel yanıma” “Nazire bırak şimdi mutfağı, gel kız sen de otur yanıma. “
“ Hele Şu masaları toparlayayım” Yusuf abi.
“Geliyorum.”
Salonda iki masa kalmıştı dolu, Bir genç bir çift, diğeri de iki iş adamıydı, İsmail, Oğlu Turan’a seslenerek.
“Masaları bir kontrol et oğlum. Bak bakalım var mı istekleri.” Yusuf,
“İsmail balık malık istemem meze yeter” dedi. Rakısından bir yudum çekti. İsmail tam karşısındaki sandalyeye, Nazire de yanına oturdu. Yusuf tam karşısındaki resimle göz göze gelmesi gözlerinin buğulanmasına neden oldu.
Askerde geldiği yıldı. Rahmetli teyzesi ile onun ona hediye ettiği sandalda beraber çekildikleri bir resimdi. Şimdi ne teyzesi, ne anası ne de sandalı vardı. “Melek anam, melek teyzem” dedi, cennette huzur içinde yatsınlar.”. Rakısından bir yudum daha çekti.
“Sağlığınıza Nazire, mutluluğunuza İsmail”
***
Aradan geçen yıllar bir türlü mal ve mülke doymayan Kamil ağaya kötü bir miras bırakmıştı, terk edilmişlik ve sevgisizlik.
İyice yaşlanan Kamil ağanın gözleri de artık iyi görmüyordu. Her sabah titreyen ayaklarını sürüyerek kahveye gelir. Bastonunu yanındaki sandalyeye dayar. Sabah çayını burada yudumlarken kendi kendine konuşup dururdu
”Nerede yanlış yaptım, nerede yanlış yaptım?”
Vedat’ın ölümü onu yıkmıştı. Büyük oğlu da hapisten çıkınca, işlerin başına geçmiş ama babasıyla geçinemeyip. Bir müddet sonra ne var ne yok satıp Bodrum’a gitmişti. Bir sene sonra da Kamil’in karısı ölmüştü. Büyük oğlu bir bakıcı tutmuş onunla yaşıyordu. Eski gücünü kaybeden Kamil ağanın çevresindeki çıkar zinciri ondan bir bir kopmuş, yalnızlık girdabında azap dolu günler ona kucak açmıştı.
“Kamil ağa çayını soğutma” dedi kahveci.
Sandalye de uyuklayan Kamil ağaya. Kamil ağa hala sayıklıyordu.
Tam arkasındaki masada da Yusuf oturuyordu.
Kamil ağa bir an kendine gelip, şimdiye kadar kahveciye demediği laf çıktı ağzından
“Mustafa benim hesap ne?”
Arka masadaki Yusuf Kamil ağaya ters ters bakarak
‘Hesap kapandı Kamil ağa, hesap kapandı, çaylar benden.
Yıllar yılları kovalamış yıllar önce ekilen bu çınarın gövdesi artık tüm bahçeyi kucaklamış, köyün bunaltıcı sıcağından kaçanların sığınak yeri olmuştu. Devran dönmüş Yusuf’un o eski konak şimdi güzel bir otel olmuştu. Dünyanın dört bir yanından gelen misafirler, turistler bu otelde kalıyor, bu güzel köyün huzur veren tarih kokan taş sokaklarında mis gibi havanın tadını çıkarıyorlardı. Oteli Nazire ile oğlu işletiyordu. Yusuf’un kardeşleri baba evini satmak isteyince, eve İsmail talip olmuş, Yusuf’la ortak olmuşlar, biraz borçlanarak burayı satın alarak güzel bir otel yapmışlardı. İsmail ile Yusuf otelin lokantasını işletmeye başlamışlar, ismini de Yusuf’un isteği üzerine Sandal koymuşlardı.
ADONİA
Her akşam elinde balık sepeti, ayağında çizmeler çok zor olurdu bu dik sokağa çıkmak. Sepetine doldurduğu balıkların çoğunu balık pazarında satmış, sadece kendisine ve her akşam onun yolunu gözleyen kedisine biraz balık bırakmıştı. Cebine koyduğu üç beş kuruşla, bir paket sigara, bir ekmek, biraz da Hasan Çavuştan helva aldı.
Mehmet efendinin oğlu Hasan Çavuş, Bandırmada 1920 yılında babasının açtığı bu helvacı dükkanında yıllardır Bandırma halkına ayni kalitede helva yedirmekte devam ediyordu. Bandırmalılar için evde balık pişti mi arkasında helva yemek, vazgeçilmez bir tutkuydu. Helva balığın ağırlığını alıyor insanı rahatlatıyordu. Ayni zamanda rakı mezeleri arasında tartışılmaz bir yeri de vardı.
Eski bir ahşap sandalı vardı Yorga dedenin. Ayni zamanda eski de olsa iki yelkeni, çoğu balıkçılar sandallarına su motoru taktırmış, o daha taktıramamıştı. Kürekle, yelkenle işini görüyordu. Her gün olmasa bile sık sık, keyfi yerinde olursa balığa çıkardı, tabi ki bir de havanın iyi olması gerekiyordu. Soğuk kış günlerinde de balığa çıkamadığı zaman, balık pazarına takılır, buranın tek meyhanesi Taka’da meyhaneci Süleyman’a yardım ederdi.
Mahalledeki tüm komşular evlerini elden çıkarmış, Yunanistan’a gitmişlerdi. Onun kimsesi yoktu. Yunan işgali sırasında Yorga’nın anne ve babasına Türk komşularına sahip çıkmış, onları kollamış, bazılarını Yunan askeri öldürülmesin diye kaçmasına yardım bile etmişti. İşgal sırasında babası Bandırma’nın yanışını yaşlı gözlerle seyretmiş, ölenler için ağlamış, içi kan ağlayarak onları toprağa vermişti Kuvvayi milliye Bandırma’ya girince, bu kez sevincinden ağlamıştı. Yıllardır kapı komşularıyla et tırnak gibiydiler, tavada pişen bir avuç balığı beraber yemişler, rakıyı ayni bardaktan beraber içmişlerdi.
Alt komşusu Sadık faytonculuk yapıyordu. Bu sokaktaki tek Türk o idi o yıllar. Karşı komşu Vasili’ler, evdeki eşyaları elden çıkarmışlar, evi boşaltıp acele gitmişlerdi. Vasili bir ara Yunanistan’dan geldi. Belki doğduğu baba evini son kez görmekti niyeti, bir müddet Bandırmada kalıp hasret giderdi. Evi satmaya çalıştı, sattı mı satmadı mı komşuları bilemedi, belki de onlara sattım diyemedi. Uzun müddet boş kaldı bu eski tek katlı iki odalı ev. Yorgo’nun evi ilkokuldan Livatyaya giderken soldaki ilk aradaki denize bakan sokağın sağındaki üçüncü evdi. İki katlıydı yukarıda tahta merdivenle çıkılan iki odası vardı. Aşağıda ise ufak bir giriş, arkada da küçük uzun bir bahçeye bakan mutfak vardı. Bu sokaktaki evlerin ön cepheleri üç ile beş metre arasındaydı. Onun arka bahçesi çok uzundu. Bir ara bir kısmını geçici kullanması için komşularına vermiş araya çalıdan bir çit çekerek onlara çamaşır asıp odun koymaları için bir alan bırakmıştı.
Karşı komşu evinin küçük bir bahçesi, ortasında beyaz bir dut ağacı vardı. Aşağı yan tarafta, Yan komşusu Dimitri’nin bir altında, onun evine sırtını dayamış, altında bodrumu ve bodrumunda şarap küpü bulunan eski ahşap bir ev vardı. Onun bahçesinde ki erik ağacı, sonbahar gelip yapraklarını dökmeye başladı mı, Vasili’nin evinden aşağıdaki liman ve Kapıdağ’ın batı sırtları olduğu gibi gözükürdü.
Tabii bu arada 2 Temmuz 1920 yılında Bandırma limanına yanaşan İngiliz ve Yunan gemlerinden inerek Bandırmayı işgal eden General Mazaraki komutasındaki Yunan askerlerini alkışlayan, onlara sarılıp onları kutlayanlar, yıllar yılı birlikte yaşadıkları komşularını ihbar eden, onları arkasından vuranlar da vardı. Onlar, komşularını arkalarından vuranlar 17 Eylül 1922 de Mustafa Kemal’in askerleri Bandırma’ya girerken, acele Yunan gemilerine binip kaçtılar, malları mülklerini olduğu gibi bıraktılar. Genelde zengin Rumlardı bunlar. Kaçırabildikleri değerli eşyaları, altınları idi, bir de canları. Yorgo rahmetli babasından duymuştu bu anlatılanları.
Önce babasını, iki sene sonrada annesini kaybetti. Bu ufacık iki katlı evde tek başına kaldığında, hiç kimi kimsesi, akrabası kalmamıştı. Aşağı limana gidiyor baba dostlarının yanında onlara yardım ediyor, balık ağlarını tamir ediyor, onlarla balığa gidiyordu. Evler, yıllar geçtikçe el değiştirmeye devam etti. Sokağın denize doğru köşesindeki ahşap iki katlı evi Giritli biri aldı. Girit mübadillerinden. Mustafa.
Sokağın başına gelince şöyle bir yukarı baktı, evine neredeyse gelmişti ama takatı tükenmiş, sırtı terlemiş, yapış yapış olmuştu.
“Ah bu Bandırma’nın rutubetli poyrazı, bu yokuşlarda ter içinde bırakıp, hasta ediyor adamı.” diye mırıldanıp, köşedeki komşunun kapı eşiğine oturdu. Yeni aldığı sigarasının paketini açıp bir sigara yaktı. Oysa on metre daha o dik sokağı tırmanabilse kendi kapısının önünde oturup, limanı seyredip, tüttürebilirdi sigarasını. Tam karşısındaki tepedeki taştan yapılma ilkokul binası tüm heybetiyle Bandırma körfezini seyrediyordu. Oradaki çocukluk yılları gelirdi aklına, hep bu eşiğe oturduğunda.
O okula iki sene gidebilmişti. Ailenin tek çocuğuydu Yorga. Sınıfında en başarılı öğrencilerdendi, ama okulda onu arkadaşları rahat bırakmıyordu. Rum olması bazı tutucu çevrelerce onun dışlanmasına neden oluyordu. Babası onu okuldan aldı ama asıl neden yokluktu. Bundan sonra babasıyla birlikte balıkçılık yapmaya başladı. Oturduğu yerden kalkmadan denize, Kapıdağ’a doğru döndü Yorga, mayıs ayının çeşitli tonlarıyla bezenmiş Kapıdağ sırtlarını seyretti bir müddet, Marmara’nın mavi berrak suları yavaş yavaş hareketlenmeye başlamış, dalgalar sahilli dövmeye başlamıştı. Sonra karısı geldi aklına. ’”ah be Adonia’” dedi. Derin bir iç çekip, sigarasından bir duman daha, bir duman daha çekti, üfledi Kapıdağ’a doğru.
***
O gün erkenden kendinde çok genç karısı Adonia ile balığa çıkmışlardı. Hava önceleri günlük güneşlikti, Kapıdağ önlerine Tanaşa’ya doğru kürek çektiler, dinlene dinlene. İyi bir istavrit akını vardı körfezde, bir de sürüye denk geldiler mi, dolacaktı balıkçı sepetleri. Eğer hava lodos çevirmezse dönüşleri kolay olurdu. Genelde öğlenden sonra çıkan poyraz, yelken açınca rahat rahat atıyordu sandalı Bandırma sahillerine.
Oltalar sarsılmaya başlayınca, balık sürüsüne rastladıklarını anladılar. Hızla çekmeye başladı çaparileri.Tüm iğneler doluydu. Karısı çırpınan balıkları oltadan toplamaya yetişemiyordu. Atıp atıp dolu dolu çekiyorlardı çapariyi. Bereketli bir gündü, yüzü pek gülmeyen adonia’nın bile yüzü gülüyordu
Öyle dalmışlardı ki, bir anda Tanaşa sahillerindeki ağaçlarının ekim ayı sonbahar renkleri, kumsala vuran dalgaların beyaz köpükleri yakından fark edilmeye başladı. Hava da fark edilmeden lodosa çevirmiş, Bandırma üzerinden kara kara bulutlar üzerlerine doğru gelmeye başlamıştı. .
Hızla Bandırmaya doğru kürek çekmeye başladı. Karısı da oltaları toplamış, söylenip duruyordu.
’”Nasıl oldu fark edemedik, nasıl döneceğiz şimdi Yorgo”
Yorgo kürek çekerken, karısı da tas tas sandalın içine dolan suları boşaltırken bir elinle de biraz önce sarıp sarmaladıkları Yelken direğine hem tutunuyor hem de onun denize düşmesine engel olmaya çalışıyordu
Yorgo’nun çabası, tam arkadan sırtına vuran delirmiş dalgalara yetmiyordu. İyice ıslanmışlardı. Pes edip bıraktılar kendini Tanaşa sahillerine. Vakit öğle vaktiydi, hava soğuk değildi ama iyice ıslanmışlardı. Yanlarında yedek giyside yoktu. Sırtlarına vuran azgın dalgalara rağmen güç bela sandalı emniyetli bir şekilde sahile, kumlara çektiler. Sırılsıklamdılar, koyda ve karşı zeytinliklerde kimse yoktu. İyice irileşmek için yağmur bekleyen zeytinlerin bazılarında kararmalar başlamıştı bile.
Sadece ileride çayırda otlayan birkaç inek vardı
Kara kara düşünmeye başladılar akşama nasıl döneceğiz diye. Yorga üstündekileri çıkarıp hızla esen rüzgara tutup kurutmaya çalıştı. Kara bulutların arasından, ara sıra kendini gösteren güneş onları ısıtmaya çalışsa da Adonia çok üşümüştü.
Birkaç kilometre ileride yamaçta Pomakların yaşadığı ufak bir balıkçı köyü vardı. 1920 yılından itibaren buralara Pomaklar yerleştirilmişti. Ama nasıl yürüyeceklerdi, böyle ıslak ıslak. Sandal balık doluydu, o balıklara da kıyamıyorlardı. Adonia da sahildeki ağacı arkasına geçerek üzerindekileri çıkararak güneşe serdi. İç çamaşırlarıyla kalmıştı tir tir titriyordu. Yorgo biraz kurumuş olan gömleğini Adonia’ya verdi.
’’Adonia çıkar şu üstündekileri, ıslak ıslak üşüteceksin’’.
Yorgo tedirgin bakışlarla Kapıdağ yamaçlarına bakındı. Adonia sahildeki çalıların arkasına geçip, sırasıyla sıyırdı attı üstündekileri, çırılçıplak kalmıştı. Onunda Kapıdağın yamaçlarına, zeytin ağaçlarının arasına kaydı bakışları, acaba onu gören olmuş muydu. Kocasının verdiği gömleği geçirdi sırtına. Adonia’nın dolgun göğüslerini saran gömlek, dişiliğini iyice ortaya çıkarmıştı. Çalıların arkasında ona sırtını dönerek bekleyen Yorgo’nun başı şimdiye kadar görmediği, elini dahi süremediği o bedenin hayalleriyle başı dönmüştü. Yanına gelen Adonia’yı sarıp sarmalamak, onu ısıtmak, dudaklarına bir öpücük kondurmak istiyordu. Karısı elinin tersiyle Yorgo’yu itti. “Yorga uzak dur. Otur dinlen biraz yoksa kürek çekmeye mecalin kalmaz.’” “Hem sözünü unutma” Yorga suratını asıp sessizce onun yanından uzaklaştı. Sahilin kenarındaki çınarın altında bir müddet daha uzanıp dinlendiler. Güneş iyice maviliklerle sarmalanmış, bir saat önce dalgaları azgınlaştıran, onları bu sahile atan lodos, sus pus olmuştu.
Adonia uzandığı yerden kalkarak çalılar üzerindeki giysilerini aldı. Yorgo’nun ter kokan kurumaya başlamış gömleğini çıkararak, Yorgo’ya fırlattı. Boynunun güneşten kızaran kısmından aşağılara indikçe bembeyaz teni ve dipdiri göğüsleri iyice açığa çıkmıştı. Üç senedir evliydiler, yirmi bir yaşın tazeliği bas bas bağırıyordu bu taze bedende. Çocukluğundan beri tanıyordu Yorga’yı. Kendi halinde sessiz sakin bir adamdı. Annesi meyhanede çalışırken, Süleyman’a balık getirir, Kışları mutfakta annesine yardım ederdi. Beş sene önce Adonia evden kaçmış ve dokuz ay sonra geri dönmüştü. Kaçtığı çocuktan hamile olduğu yedi ay sonra ortaya çıkmış. Annesi ve Süleyman ne yapacağız bu kızı diye uzun uzun konuşmuşlar ve ona sahiplenecek birisini aramışlar. Bu ara akıllarına ellerinin altındaki Yorga gelmişti. Aralarında yirmi yaş fark vardı. Bu iş nasıl olacaktı. Süleyman meseleyi Yorga’ya çıtlatınca, Yorga’nın kulakları ağzına varmış, ama ruh gibi ortalıkta dolaşan Adonia bu işe ne diyecekti. Hala dudaklarında sevdiği çocuğun ismi vardı. Sevdiği apar topar askere gitmiş, Avrupa da Alman harbi başlamıştı. Hükümet gençleri askere alıyor batı cephesine, Trakya’ya yığınak yapıyordu. Adonia’nın hamileliği daha ilerlemeden Adonia’ya niyetlerini söylediler. Yorga ile evlenecek ve doğacak çocuk babasız kalmayacaktı. Adonio önce karşı çıktı. Ama araya meyhaneci taka Süleyman girmiş ve bu iş olacak diyordu. Bu mekanın, bu dükkanın itibarı vardı. Yoksa hepsini kapı önüne koyardı. Ana kız beraber yaşayan Adonia’nın annesi de kızına baskı yaptı. Evlenmen gerek kızım dedi. Sonunda Adonia tek şartla bu evliliği kabul etti.
“Bana asla elini sürmeyecek, ayni evde sen de bizle yaşayacaksın.” Süleyman Yorga’yı kenara çekerek kızın tek şartını ona iletti. Yorga işi zamana bırakacağız, sonra ne olur bilemeyiz, size kalmış. Hele bebek bir doğsun.
Sesiz sedasız kıyılan nikah ile evlilikleri onaylandı.
Bir hafta sonra Yorga’nın arkadaşlarıyla balığa çıktığı bir gün, Demirlitaş ta arkadaşlarının ısrarıyla denize giren Adonia yosunlu bir kaya üzerine basınca kayarak düştü ve bu darbe sonunda çocuğunu düşürdü. Bilerek kendini taşlara attı diyende oldu. Bazı yakın arkadaşları bile sık sık intihar edeceğini söyleyip duruyor diyorlardı. Ondan kalan son yadiğarı kaybetmesi üzüntüsünü kat kat artırdı. Adonia günlerce hasta yattı. Yorgo ona çok iyi bakıyordu, bir dediğini iki etmiyordu. Bu koşullarda evlilikleri beşinci yılına girmişti. Alman savaşı yani 2. Dünya savaşı başlamış tüm Avrupa’ya yayılmış, Almanlar Türk Bulgar sınırına gelip dayanmıştı.
Biraz sonra bu süt gibi beyaz beden, çalılar arkasında giysilerine kavuşmuş, Yorgo’da giysileri biraz nemliyse de giyinmiş sandalın Bandırma’ya dönüş hazırlıklarına başlamıştı.
Onlar tam yarısı kumlar üzerinde duran sandalın başına gelmişlerdi ki, karşıdan zeytinlerin arasında biri saçı sakalı karışmış iki genç adam bir de ufak bir kız çocuğu belirdi.
“ Merhaba amca hayrola bir sorun mu var” dedi sakalsız olanı.
Yorga onlar daha fazla yanlarına gelmeden, sandalın başından ayrılarak gelenlerin yanına doğru yürüdü. Denizde ki dalga yavaş yavaş durulmuş, denizin o sahili döğen hırçın dalgalarında eser kalmamıştı. Sıyırdığı paçaları epey ıslanmış halde, sarı saçlı elinde av tüfeği olan uzun boylu köylünün karşısına dikildi. Bir yerlerden tanıyordu ama tam olarak kim olduklarını çıkaramadı, Ama yukarıdaki köyün sakinlerinden oldukları belliydi, konuştukları Türkçe Bulgar aksanıyla karışık hızlı konuştuklarından zorlukla anladıkları, anlaşılmaz bir dildi.
Kapıdağ’a Bulgaristan’dan gelen muhacır Pomaklardandı bu gelenler. Yanlarındaki kız beş yaşları cıvarında idi. Başında renkli işlemeli bir yemeni vardı. Sarı saçlı maviş gözlü güzel bir kızdı. İki gencin arkasında sessizce konuşulanları dinliyordu.
’’Biz’’ dedi. ’’Şu arkadaki zeytinliğin sahibiyiz. Arkadaki dam da bizim. Köyde hayvancılık yapıyoruz. Sizi burada görünce acaba bir sorun mu var dedik. ‘’Belki yardıma ihtiyacınız vardır’’ Hayvanları zeytin arasına saldıklarında sık sık sahili kontrola gelirlerdi sahile. Bir kaç kez burada otlayan koyunlarından bazıları çalınmıştı. Koyunları bir iki motora atıp kaçırıyorlardı.
Yorgo da gelenlerin kötü bir niyetleri olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Yanlarındaki o küçük kızın sempatik hareketleri onda güven duygusu uyandırmış, köylünün de samimi konuşmaları onu rahatlatmıştı. Adonia yüzünde ki endişeli bakışları, güzel küçük Pomak kızının bakışlarına odaklandı. Ne güzel bir kızdı, sevimli tatlı, çıtı pıtı. Bir an ah benimde bebeğim yaşasaydı böyle güzel kız olacak mıydı acaba düşünceleri içinde sandala attı kendini. Kızın gözleri ona o kadar tanıdık gelmişti ki, o gözlere bakınca içinin cız ettiğini hissetti, ’’Ayni Ömer’in gözleri’’ başını iyice örterek, karşıdaki adamlardan saklanmaya çalıştı. Bu sesleri birini bir yerden tanıyordu. Bu ses tanıdık geldi ona, sadece hoş geldiniz diyen uzakta yanlarına gelmeyenin sarı saçlı sakalı gencin sesiydi bu, belki meyhaneden, belki balıkhaneden.
Yoksa … dili varmadı o ismi söylemeye.
Sandalın içinde hala su vardı. Onları boşaltılması gerekti. Yorgo laflarken o istavrit dolu balık sepetine sandalın kıyı köşesinde kalan son istavritlere elini attı ama son anda vazgeçti. Kulağı konuşulanlardaydı.
“Ben Mustafa” dedi uzun boylu sarışın köylü, ayaklarındaki çizmeleri çamura ve hayvan pisliğine bulaşmış olan, arka tarafında beş metre kadar geride duran genci göstererek “ kardeşim Ömer dedi. Ömer hiç konuşmuyor suskun bakışlarla onları uzaktan izliyordu.
“Ben Bandırma’dan balıkçı Yorga, o da karım.” dedi Yorga. Elini uzatan Mustafa’nın elini sıktı. Ömer ise uzaktan sadece başınla selam verip, anca duyulacak bir sesle “Hoş geldiniz “ dedi.
Küçük kız yavaş yavaş sandalın yanına yaklaşıp, ayağındaki terliklerle denize girerek sandalın kenarına geldi.
“Balık var mı abla” adonia’nın hareketlerinden onun genç olduğunu hissetmiş, o içgüdüyle ona abla demişti. Bu güzel kız da Adonia’ nın çok ilgisini çekmişti. Onun maviş gözlerinin ışıl ışıl bakışları ruhunun derinliklerini okşamıştı.” olmaz mı, bak bir sepet balık var. Sandalın içi de dolu.”
“ Balık ister misin?”
“Hani nerde?” Sandalın kenarında balıkları arayan kıza sandalın içindeki sepeti göstererek,
“Bak sepet balık dolu”
“Senin adın ne güzel kız?” Küçük kız utangaç bakışlarını ondan kaçırarak, masum bir eda ile ’’ Ayşe” dedi.
“Aman… ismi de kendi gibi ne güzel bu tatlı kızın’”
“Bir zamanlar benimde Ayşe idi. Ver elini güzel Ayşe, sandala çıkarayım seni balıkları görürüsün.”
Eli Adanio’nın ellerini tüm sıcaklığıyla kavradı. Ayşe birden geri dönüp durup babasına baktı, Ondan ses çıkmayınca, amcasına yöneldi bakışları. Adonia’nın eli zangır zangır titriyordu, bir an başının döndüğünü hissetti, balık sepetini sandalın içine bırakıp kenarına tutundu, Ayşen’in elini bırakmamıştı.
“Amca bineyim mi?”
Kızım abla ve amca hemen gidecek, bak belki dayında dönmüştür balıktan. O da balık getirir balık sana “Hadi ablaya hoşça kal de. Hava çevirmeden yola çıksınlar.”
“Hoşçakal Ayşe abla, hoşçakal.”
***
İlk defa annesinin ısrarı sonunda balıkçı tezgahının başında görmüştü Yorga’yı, aslın da o Yorgo’yu hiç istememişti. Altı yaşında, tam okula başlayacağı yıl babası ölünce, evde yalnız kalan annesi artık evin geçimini sağlayamıyor, çok sıkıntılı ve yokluk içinde geçen yıllar sonunda evlenme çağına gelen kızının bir an önce evlenip, bir erkeğin onlara sahiplenmesini istiyordu. Artık kendisi de eskisi gibi çalışamıyor, her işe koşturamıyordu. Zor günler geçiriyorlardı. Balıkhanede çalışan annesinin ve onun patronu Süleyman’ın ısrarları sonucu, artık direnemez olmuştu.
“Kızım hala onu düşünüyorsan o iş olmaz. Kesinlikle onunla mutlu olamazsın, dinimiz ayrı dilimiz ayrı.”
Oysa bu iki genç birbirlerini çok sevmişlerdi. Çocuk Kapıdağın köylerinden birinde yaşıyordu. Onun ailesi de bu birlikteliğe karşıydı. Ama ateş bacayı sarmıştı. Gizli buluşmalar iyice artmış bu buluşmaların sonunda, bahar güneşinin arka bahçedeki erik ağacının iyice yeşermiş dalları arasında sarı sarı artık yumuşamaya başlamış, bahçeye dökülen eriklerin arasından evin arka penceresini ısıtmaya başlayacağı saatlere birkaç saat kala Adonia yatağında yoktu. O gün çok yorgun olan annesi, erkenden yatmıştı. Oysa yattığı ağaç divan sokak kapısının hemen yanındaydı. Kapı açılsa duyardı. Hava o kadar sıcak olmamasına rağmen dün akşam olduğu için sokağa bakan pencerede açıktı. Telaşla üst kata çıktı, üst katta iki oda vardı. Adonia arkadaki oda da yatıyordu. Yatağı ve eşyaları dağınıktı. Aklına arkada ki mutfaktan bahçeye açılan kapı geldi. İnip oraya bakınca, kapı kapalı ama sürgüsü açıktı. Bu kız sabahın köründe nereye giderdi. O gece hiçbir şey duymamıştı. Kızı evde yoktu. Doğru yukarı kızının elbiselerin olduğu dolaba baktı, bazı giysileri yoktu. Ev de deli gibi aşağı yukarı dolaşmaya başladı.
“Ah be kızım ne yaptın sen, ah be kızım yaktın kendini”
***
Akşamdan beri yağan yağmur kesilmiş, ortalığı bir mis gibi bahar kokusu sarmıştı. Haziran ayının son günleriydi, doğa yeni giysilerini üzerine geçirmiş, her taraf rengarenk çiçeklerle bezenmiş, Kapıdağ’ın eteklerdeki başaklar sararmaya başlamıştı bile. Kapıdağın tepesine çöreklenen kapkara bulutlar artık Bandırma sahilinin üzerinden uzaklaşmış, deniz gökyüzünün üzerinde tek tük parlayan yıldızların ışıltısı üzerine serilmiş huzurlu sessiz ve sakin bir güne başlama hazırlığındaydı.
Ömer ve Adonia sabahın alaca karanlığında yarım saattir at sırtında yol alıyorlardı. Bandırmadan çıkmışlar Edincik sırtlarına gelmişlerdi. Yamaca tırmanırken sağ taraftaki çeşmeden ellerini yüzlerini yıkadılar. At terini attıktan sonra da onu da yalağa çekip içi yanan hayvanın suladılar. Ömer,
“hadi biraz daha gayret çok az yolumuz kaldı”. Adonia hala titriyordu. “Üşüdün mü yoksa?”
Elindeki bohçasını karıştırdı ama üzerine giyeceği daha kalın bir hırka yoktu. Acele ile evden kalın bir hırka almayı unutmuştu. Üstündeki annesinin örmüş olduğu ince kazak vardı ama at sırtında bu onu ısıtmaya yetmiyordu. Ömer sırtındaki ceketi çıkarıp onu iyice sardı. “Şimdi ısınırsın, hadi atla arkama, biraz sonra bizi aramaya çıkarlar.”
Ömer geçen sene balıkhanede görmüştü, vurulmuştu bu güzel balıkçı kızına. Adonia da ondan hoşlanmıştı. Ona ismini sorunca Adonia deyince Rum olduğunu öğrenmişti. Kendisi de Bulgar göçmeni Pomak’tı. Nasıl olacaktı bu iş. Hem de önünde askerlik vardı. Daha yirmisinde bir gençti. Sevdiği kız ise on sekiz.
Ömer’in kaçamak buluşmaları için, sık sık Kapıdağdaki köyünden Bandırma’ya gelişleri ailesinin de dikkatini çekmişti. Çocukları evde, tarlada, merada, çayırda, bayırda adeta başka bir alemde yaşıyor, ortalıkta ruh gibi dolaşıyordu. Ömer’deki bu değişim onları derinden üzüyordu.
Ailenin en küçük çocuğuydu, kendisinden büyük iki abisi, bir ablası vardı. Ailenin söz sahibi ise anneleriydi. Babaları yetmiş yaşını aşmış kendi halinde uysal bir adamdı. Ama çok akıllı biriydi. Durumu fark edince Ömer’i takibe aldırdı. Balıkçı arkadaşları kısa zamanda ona haber uçurdular. Ömer bir Rum kızıyla konuşuyordu.
Anne şiddetle karşı çıktı ”kesinlikle olmaz” diyordu. ”Ne örflerimize ne adetlerimize uyar.” Baba,
“Hele dur hatun bir de oğlanı dinleyelim.”
Bir akşam üstü hayvanları toparlarken, “Ömer ne bu kız işi?” Gerçi bütün olanları biliyordu ama, bir de ağzından duymak istiyordu.
“ Evet baba’’ dedi. Ömer. “ Ben bu kızı seviyorum, Askere gitmeden de evlenmek istiyorum.”
Kapıdağa mübadele sonucu yerleşen Pomaklar, buradaki köylerde kendi halinde yaşayan, balıkçılık, ziraat ve hayvancılıkla uğraşan müslümanlığı kabul eden Bulgarlardı. Dışarı kız verip dışarıdan kız almazlar, kendi içlerin kendi yağları ile kavrulurlardı. Çok nadir okumak için gidenler ancak bu zinciri kırardı.
Bu konuşmalar baharın Kapıdağı yeşile boyadığı, rengarenk çiçeklerle donattığı Nisan başlarında geçmişti. Ömer ailesine fazla direnemedi. Kendi kabuğuna çekildi. Annesi ona boyuna şurada bu kız var, orada şu kız var, boyu boyuna, huyu huyuna uygun diyor, onu Rum kızından soğutmak istiyordu. Ama nafile Ömer’in kimseyi dinlemeye niyeti yoktu. Bana evlilik lafı etmeyin diyor başka bir şey demiyordu. Annesi Ömer askere gitmeden onu evlendirmeyi düşünüyordu. Kız bile hazırdı ona göre. Şu bu demeleri ağız aramasıydı. Ömer he desin düğün davulları çalmaya her an hazırdı. Ömer’in çocukluk arkadaşı yıllardır yavuklu gibi gezdiği bir kız vardı Sadiye. Köyün en güzel kızlarından biriydi, bu ayrılık onu çok üzmüş, yemeden içmeden kesilmişti. İyice zayıflamıştı. Ne olduysa olmuş bu Rum kızı araya girdikten sonra soğumuştu araları.
Bazı günler Ömer alıyor başın yanında köpeği Zeytini dalıyordu Kapıdağdaki ormanların içine, yukarı manastıra çıkıyor, oradan şelaleye uğruyor, elini yüzünü yıkıyor, tekrar dere yataklarından akşam karanlığında eve dönüyordu. Her gelişinde eli hep boş oluyordu. Bir cana kıyma onun işi değildi. Tüfeği de ava gidiyorum bahanesiyle ya da olur ya domuz falan saldırır diye yanına alıyordu.
Haziran ayının ilk günlerinin sıcak tebessümünün Kapıdağ üzerinde kendisini hissettirdiği bir günün öğle sıraları Bandırmaya indiğinde orada okul arkadaşını Hasanı gördü. Bandırma Ortaokulunda beraber okumuşlardı.
“ EE Hasan ne yaptın “
“Ne olsun be Ömer çalışıp duruyoruz.”
“Hayrola ne iş, marangozun yanındaydın, devam mı?”
“Yok be Ömer bizim hanımın ailesinin Edincik altında bir yeri vardı ya, dedesinden kalan, babası orasını bize verdi, güzel bir çiftlik yaptık.” Bakışlarını deniz kenarındaki gazinolara çevirip bir anlık suskunluktan sonra devam etti.
“Zeytin, tavuk, ufak tefek ekip biçme işleri, onlarla uğraşıyoruz.”
Hasan’ın ailesi de varlıklı sayılırdı. Gönen yolunda bir sürü tarlaları vardı. Ömer’e çiftliği tarif etti. “İstediğin zaman gel evim müsait. Misafirim ol.”
“Vaktin varsa gel bir çay içelim Hasan” Hasanın düşündüğü Ömer’in dilinden çıkınca sevindi.
“Tabii Ömer gel sahildeki gazinolardan birine oturalım. Özlemiştim seni.”
İki okul arkadaşı sahildeki ilk gazinoda yıllanmış bir çınarın altındaki bir masaya oturdular.
“Hasan seninle çok önemli bir konu konuşacağım. Ne iyi oldu seni gördüğüme.” Tahta masalar arasında gezinen garsona seslenerek.
“Abi bize iki çay alır mısın?”
“Ah be Ömer inan şu andaki mutluluğumu sana borçluyum, Senin yardımın olmasa ben hayatta evlenemezdim. Bana cesaret verdin yol gösterdin.”
“Zeynep’in peşinde koşarken aylarca benimle oldun, gece gündüz demedin. Bana destek oldun. Düğünümde yanımda oldun. İyi gün kötü gün dostu oldu. Beni hiç yalnız bırakmadın. Yakında da bizi askere alırlar. Annem ve babam torun bekleyişi içinde, kulakları ağzına varıyor.”
“Baba olacaksın, ne mutlu sana Hasan. Çok sevindim.”
“Sen de amca”
“Evet ya amca olacağım”
“Ee anlat bakalım sen ne yapıyon, var mı sevdiğin, evlilik falan?”
Bu kez Hasan bakışlarını masadan ayırıp, bardağın dibindeki son çayı da çektikten sonra uzakta ki garsona seslendi.
“Bize iki çay daha abi”
***
Ömer ve Adonia at sırtında hızla Edinciğe doğru yaklaşıyorlardı. Edinciğe girmeden aşağı zeytinliğe inmesi gerekiyordu ama nasıl?
Keşke Erdek yolundan gelseydim diyecek oldu. Ama yolu hem uzatmış olacak hem de yolda onları gören olabilirdi. Bir saat içinde Adonia’nın annesi ortalığı velveleye vermiş, Jandarma peşlerine düşmüş olabilirdi. Beline sarılan o elin ve bedenin sıcaklığını, o güp güp atan kalbi atışları, onunda kalp atışlarını hızlandırdı. Pek bildiği yer değildi buraları, Edinciğe çok gelmişti ama, hep ana yollardan gelmişlerdi.
Akşam yağan yaz yağmurunun etkisiyle zeytinlikler arasındaki yol kısmen çamur olmuştu, bazı yerlerde at zorlukla gidiyordu. Bereket yokuş aşağıya iniyorlardı. Temmuz sıcağı tepelerinde gezinmeye başladığı saatlerdi. Elinin tersiyle yüzündeki teri silip attı ıslak toprakların üzerine.
‘’Acıktın mı kız?’’
‘’Yok be Ömer, sen yanımda olduktan sonra ne aş isterim ne de ekmek.
‘’Nere gidiyoruz Ömer?
‘’Kendi cennetimize’’
Sağ taraflarında taştan yapılmış yıkık dökük bir evin önüne geldiler.
Adonia ona daha çok sarıldı. ‘’Hep böyle kalalım Ömer hiç ayrılmayalım.’’
‘’Bak kalacağımız ev burası, cennet yuvamız.’’
‘’Aaa’’ dedi Adonia ellerinin onun bedeninde çözerek.
‘’Ama çatısı bile yok.’’
‘’Ama olsun sen varsın ya!’’
‘’Tut elimi yavaşça, atla aşağı bir mola verelim.’’
Çok sıkıştım da.’’
‘’Ben de, ben de heyecandan mı ne söylemeye utanıyordum.’’
Atın eyerine bohçasını asarak onlar önde el ele, at arkada patika yoldan önü açık bir çayıra geldiler. Erdek yarımadası tam karşılarındaydı. Deniz masmavi, pırıl pırıl sanki sabah mahmurluğunu atmaya çalışırcasına hafif hafif kıpraşmaya başlamıştı. Bu gün boyu esecek olan poyrazın müjdecisiydi.
‘’Daha var mı Ömer?’’
‘’Az kaldı güzelim, çok az kaldı.’’
Uzaktan köpek havlamaları duyulmaya başlamıştı, aşağı indikçe köpek havlamaları daha çok duyulmaya başladı. Ömer Adonia’nın elini bırakıp sırtındaki tüfeği eline aldı. Bunlar belki Hasan’ın köpekleri olabilirdi ama tedbiri elden bırakmamak gerekiyordu. Bir elinde de atın yuları vardı sımsıkı tuttuğu. Hayvan ürkebilir kaçabilirdi.
‘’Ömer, Ömer bu tarafa’’ Bu tanıdık ses uzaktan kulaklarına ulaştığı zaman ikisi de rahatlamıştı.
‘’ Korkmayın ben köpeklerin başındayım.’’
Az sonra sarmaş dolaş olmuşlardı. Geniş bir tahta kapının önüne geldiklerinde ‘’ Burası benim cennetim be Ömer’’ Zeytinlerin altında gülümseyerek gelen karısı Zeynep’i gösterip
‘’O da benim ömrüme ömür katan dünya güzelim karım. Zeynep. Hafif şişmeye başlamış olan karnını gösterip ‘’O da benim yakışıklı delikanlım.
‘’ Belki de prensesin’’ dedi gülerek Zeynep.
Tabii Ömer Zeynep’i tanıyordu. Bu tanışma Ömer’in elini sımsıkı tutan, hala içindeki korku ve tedirginliği atamayan Adonia içindi.
Avluda ki at arabasının yanındaki ahıra çektiler atı ‘’ atı içeri alalım teri soğusun sonra yedirir, içiririz. Ömer buradan pek geçen olmaz ama. Olur ya gören olur!
Ahırın yanında içinde tavukların olduğu geniş bir kümeş vardı. Ördekler ise az ilerdeki kuyunun önündeki yalağın içinde oynaşıp duruyorlardı. Az ilerde iki katlı beyaz badanalı büyük bir ev. Hasan atı ahıra bağladıktan sonra sırtındaki bohçayı alıp yanlarına geldi. Evi gösterip ‘’buyurun’’ dedi.
Hasan Ömer’in bu gün bir aksilik olmazsa geleceğini biliyordu. Gözü hep yollardaydı. Sabahtan beri hazırlık yapıyorlardı. Yukarıdaki geniş yatak odasını onlara ayırmışlardı. Siz yukarda kalın dedi. Hiç çekinmeyin burası sizin de eviniz. Oda bol daha sonra istediğiniz oda da kalırsınız ‘’Hele çıkın odanıza elinizi yüzünüzü bir yıkayın. Şimdilik bizim giysileri uydurun üzerinize, sonra Gönen’’e gider oradan alırız bir şeyler.
‘’Kız’’ dedi Zeynep. Adonia ya dönüp, ‘’Ben pek ismini beceremiyom sana Ayşe desem olur mu?’’
‘’Bilmem ki’’ dedi Adonia Ömer dönüp.
‘’Ayşe dedi Ömer. Ayşe. Ne güzle bir isim.
Hep beraber gülüştüler.
***
Sabah yatağından kalkan Adonia’nın annesi Kızını göremeyince başladı evin içinde yırtınmaya ‘’ Kaçtı bu kız, kaçtı. Kaçırdılar kızımı kaçırdılar’’ Küçücük evde bir oraya bir buraya söylene söylene dönüp duruyordu. Giyinip başörtüsünü takıp attı kendini sokağa. Evden çıkınca, yokuşa aşağı denize doğru inerken, tökezlendi neredeyse düşecekti. Neyse ki sağdaki ince ağacın gövdesi kurtardı onu. Bir müddet bırakmadı ağacı. Biraz kendine gelince ortalığı velveleye vermeden sessizce iki gözü iki çeşme tekrar düştü yollara. Başörtüsünü iyice gözlerine indirdi. Önce balıkhaneye gitti. Bir umut oralarda görürüm diye. Taka Süleyman’ın kulağına.
“Kızım yok Süleyman, sabah çekip gitmiş. Eşyalarını da almış, sabahtan beri delireceğim. ‘’Kızımı bul Süleyman, kızım bul, kızımı kaçırdılar.’’
“Gel be kadın sızlanmayı bırak, hele bir sakinleş, gel arka tarafa anlat neler oldu.’’
Tuttu kolundan arkadaki yazıhaneye çekti onu.
‘’O Tatlısulu Pomak çocuk mu?’’
‘’Başka kim olacak be Süleyman’’
‘’Gören var mı? şahit var mı?’’
‘’Yok gece kaçmış, başka kim olur ki?’’
‘’Zaptiyeye gitsen, şahit yok. Yaşı büyük çocuk değil.’’
‘’Anca kayıp, evden kaçtı diyebilirsin.’’
‘’Bence bu işi dallandırmadan bir bekleyelim. Ateş bacayı sarmışsa elbette dumanı da çıkacak Velma. Biraz sabır nasılsa olsa olan oldu.
Ben bu akşam İstanbul’a gideceğim iki üç gün sonra döneceğim.
Sen hem dükkana göz kulak ol, hem de ortalığı bulandırmadan beni bekle, gelince çaresine bakarız.’’
‘’Üç gün beklemek mi! deliririm ben be! ‘’
***
Kapıdağın eteklerinden Bandırma körfezini sessizce seyreden bu güzel köydeki bekleyiş sessizliğini koruyordu. Ömer dün öğlenden sonra atına atlayıp ben ava gidiyorum deyip yola çıkmıştı. Heybesi bu kez daha doluydu. Evvelsi günde erkenden sabah teknesiyle Bandırmaya gitmiş. Balıkhanenin arkasında Adonia ile buluşmuş ‘’ona iki gün sonra, perşembe sabah gün doğmadan beni Demirlitaş’ın önünde bekle’’ demişti.
Dün öğlenden sonra köyden ayrılan Ömer hala köye dönmemişti.
‘’Hanım oğlan geldi mi?’’ dedi Ömer’in babası.
‘’Yok be Hüseyin hala gelmedi ‘’
’Dağda yattı yine bu deli çocuk. Acıkınca iner dağdan.’’
Ömer son günlerde evdeki işleri de abilerine yıkmış hiçbir işle uğraşmıyordu. Alıyor tüfeğini, atlıyor atına dağ bayır Kapıdağın köylerini, Ocaklar, Narlı dolaşıp duruyordu.
O akşam da gelmeyince bunlar huylanmaya başladılar Bir de kahvede senin oğlan atla Bandırmaya giderken görmüşler deyince Ömer’in anası başladı dırdırlanmaya. Bu deli oğlan nerelerde diye.
Ömer sır olup yerin dibine girmişti sanki. Anası oğlumu bulun bana deyip saldı diğer oğullarını Bandırma yollarına. Kapıdağın ormanlarında bütün avcılara, çobanlara haber salındı. Ömer her yerde aranıyordu. Ocaklardaki Maymun deresine kadar her yer arandı. Ne ölüsü ne dirisi Ömer atıyla birlikte sır olup ortalıktan kaybolmuştu. Ona bir şey olsa atı bulunurdu. Acaba dağda domuzların çakalların saldırısına mı uğramıştı. Ailesinin başında bin bir kötü olasılıklar uçuşuyordu. Anne hasta olup yataklara düştü. Zaptiyeye kayıp başvurusu yaptılar.
Aradan üç gün geçmişti. Velma’nın geldiği gün İstanbul’a giden Süleyman Balıkhaneye yeni gelmişti ki kapıda kendilerini bekleyen biri vardı.
‘’ Merhaba Süleyman abi. ‘’Ben Tatlısu’dan Ömer’in büyük abisi İsmail, Babamın da ayrıca selamı var. Ömer dört gündür kayıp ne ölüsü ne dirisinden haber var’’ ‘’Hoş geldin hele gel içeri, derdin neymiş anlayalım.’’
‘’Ağzını hayıra aç oğlum, gel hele.’’
Balıkhanenin arkasındaki yazıhanenin içine geçtiler.
‘’Otur oğlum hele bir sakinleş, tanımam mı seni, çocukluğunuzu bilirim.’’
Süleyman koltuğa sırtını dayayıp, elini masanın üzerindeki sigaraya uzattı. Yokluğunda buralarda bir şeyler dönmüştü anlaşılan Velma’nın hallerinden belliydi. Gömleğinin cebinde sigarasını çıkarıp, paketten bir sigara çekti, yakmak için çakmak aranmaya başladığı an İsmail çakmağını uzattı buyur abi.‘’
‘’Oğlum bize iki çay alıver.’’
‘’Yakar mısın İsmail.’’
‘’Yok abi sağ ol’’
‘’Abi ben kardeşim Ömer’i arıyorum. Tanırsın sana bazen balık getirirdi. ’’
‘’Tanıyorum’’ dedi Süleyman.
‘’Tanımam mı? ama son bir haftadır hiç görmedim. Bir ara buralarda gözüktü ama öyle konuşmuşluğumuz falan olmadı. Bizim meyhaneye de pek uğramaz.’’
Çayları getiren Velma çayları ağırdan alarak masaya bırakırken, can kulağıyla onların konuşmalarını dinliyordu.
‘’Velma bak misafirim var. Hadi bize biraz balık hazırla.’’ ‘’Balıkçıya balık ikramda bulunmak, tereciye tere satmak gibi bir şey oldu ama, istersen köfte attırayım.’’
‘’ Velma Köfte, köfte çıkar.’’ balık iptal.
Tekrar masasına dönen Süleyman,
‘’bak İsmail böyle olmaz, baban kırk yıllık dostum oğlum, Şimdi dükkana geçer hem yer hem içer hem de bana neler olduğunu anlatırsın.’’
***
Onların tabiriyle Ayşe çiftliğe renk katmış Zeynep’e çok iyi bir arkadaş olmuştu. Artık evin bütün işleriyle beraber ilgileniyorlar, hatta Zeynep’e iş yaptırmıyor, sen hamilesin yorulmaman gerek diyordu. Ömer ile Hasan hayvanların, ağaçların bakımlarını yapıyor, sık sıkta balığa çıkıyorlardı. Çiftliğin alışverişlerini Hasan yapıyor, Ömer çiftlik dışına pek çıkmıyordu. Bir gün Hasan’ın abisi geldi çiftliğe. Hasan’la pek geçinemiyorlardı. Bu çiftlik nedeniyle epey tartışmışlar, ama babaları böyle olacak deyince fazla ısrarcı olamamıştı.
Hasan’ın abisi çiftliğe ziyarete gelince Ömer ve Ayşe’ye hiçte iyi davranmadı. Hatta bir ara Hasan’ı bir kenara çekip ne kadar kalacaklar diye sorgulama bile yapmaya çalıştı.
‘’ abi onları ben işe aldım. Zeynep’e yardımcı olacak, Ömer de tarla bahçe işlerine koşturacak. Ben zaten yetişemiyorum. Benim okul arkadaşım, yıllardır tanıyorum.’’
Hangi köyden kimlerden laflarını öylesine geçiştirdi. ‘’Kimi kimsesi yok.’ Tabii ki abisi buna inanmadı. Ömer’le Zeynep’in burada olduğu kısa zamanda duyuldu. Hasan’ın babası da bir ara gelip, onlarda kaldı. Abisinin aksine Ömer’i ve Ayşe’yi çok sevdi.
‘’Oğlum Ömer bu böyle ne kadar devam eder, ne sizi ne de bizi buralarda rahat bırakmazlar. Evlenseniz de buraları dar gelir sıkar boğazınızı, huzurunuz olmaz.
‘’ Sadık amca bizde pek durma taraftarı değiliz, Ayşe’nin İstanbul da akrabaları varmış. İstanbul’a gideriz.
‘’Hele ben babanı bir yoklayayım bakalım oluru nedir bu işin.’’
‘’Sadık amca babam belki de anam eve sokmaz bizi. Onun istediği bir kız vardı. Onun niyeti onla baş göz etmek beni. Askere gitmeden evlendireceklerdi. Kendilerine göre söz bile kestiler. Ben askerden gelince dedim. Oyalayıp duruyorum. Anam da bu oğlan köyde ele güne karşı bizi rezil etti deyip yırtınıp duruyor.
‘’Bak oğlum ana baba aile rızası bizim buralarda çok önemli. Kızda gayri müslim olunca, işin içinden hiç çıkılmıyor.’’
Ömer Sadık amca ne kadar onlara hoşgörülü ve sıcak, içten davranıyorsa da kendisi de bu işten huzursuzluk duyuyordu. Biraz zamana ihtiyacı vardı. Şimdilik parası vardı ama sonra ne olacaktı. Öncelikle İstanbul’a gidip orada bir ev tutması gerekti. Sonrada gelip Ayşe’yi alacaktı. Ya da beraber gideceklerdi. Ama askerlik zamanı gelmiş, belki de onu askere almak için arıyorlardı. Evden, ailesinden hiç haber gelmiyordu. Sıkıntılı geçen bekleyişin sonu yoktu. Onlarda bu işin böyle devam edemeyeceğini gayet iyi biliyorlardı. Ömer artık resmen asker kaçağıydı. Devlet köylerden asker topluyor, ihtiyat olarak Çanakkale’ye, Trakya’ya gönderiyordu. İsmet paşa savaştan yeni çıkan ülkeyi tekrar savaşa sokmak istemiyordu. Almanlar ağır basıyor Türkiye’yi yanlarında görmek istiyor, hiç olmazsa karşılarında olmasını istemiyorlardı. Alman ordusu Bulgaristan’a girmiş Trakya sınırına dayanmıştı. Bulgaristan da parti parti göçler başlamıştı. İstanbul Sirkeci garı ana baba günüydü. Bulgaristan’dan, Yugoslavya’dan gelen göçmenlerle dolmuş, buradan yurdu çeşitli yerlerine gitmek için araç bekliyorlar, kimisi at arabasıyla, trenle, kimisi vapurla Balıkesir, Bursa ve Adapazarın’da ki tanıdıklarının yanına gitmeye çalışıyorlardı.
Ömer’e tüm bu haberleri ara sıra Bandırma’ya giden Hasan getiriyordu. Yağmuru yiyen zeytinler yavaş yavaş serpilmeye başlamış, Edincik tepelerine Temmuz sıcağı iyice bastırmaya başlamıştı. Çiftlikte her şey yolunda gözükse de huzursuzlukları gün geçtikçe artıyordu. Bir ayı geçmişti geleli. Karnı gittikçe büyüyen Zeynep’in Annesi de yanlarına gelmiş, kızına yardım ediyordu. Ömer ile Ayşe de üzüm bağlarında üzümlerin bakımını yapıyor, domates ve biberlerin altını çepiliyor, kuyudan su çekerek onları suluyordu. Tam iş zamanı burasını bırakıp ta gitmekte olmuyordu ama her an burada yakalanabilirlerdi.
Herkes yattıktan sonra çiftlikte ki asmanın altında Hasan’ın geçen sene yaptığı şaraptan içiyorlar hem de sohbet ediyorlardı. Konu döndü dolaştı İstanbul’a gitme mevzusuna geldi.
‘’ Hasan çok sağol kardeşim, bana bu zor günlerde kapını açtın, yüreğini açtın, ekmeğini benimle paylaştın’’ Hasan bir yandan elinde sigarasını sarıyor bir yandan onu dinliyordu. Sigarayı masanın üzerine bırakıp eli şarap bardağına gitti. Şarap bardağını havaya kaldırdığında karşısında asmanın yaprakları arasından sızan ay ışığı bardaktaki şarabın üzerinde ışıldamıştı. Hadi Ömer dedi. Vurdu onun bardağına ve bir yudumda içti şarabı.
Ömer biliyor musun hayalim neydi. Biliyorsun bizim zeytinlik geniş, şu karşı yamaca güzel bir taş ev yapmak istiyorum, kesmemi, doğal taş mı bir türlü karar veremedim. Ömer biliyorsun Bandırma da ne güzel taş evler var, hepsi usta sanatçıların elinden çıkmış bir tablo, bir şiir gibi. Hele o limandaki iskele binası seyrine doyum olmuyor. Tepedeki okul, karakol binası, belediye binası, postahane hangisini saysam ki. İşte öyle bir ev yapacağım, geniş büyük. Yarın çoluk çocuk, eş dost rahat kalsın diye. Vallahi size bile yaparım.’’
Ömer elindeki şarap bardağını evirip çeviriyor, dilinin altındaki baklayı bir türlü dışarı çıkaramıyordu. Sonunda o da bardağı bir dikişte içtikten sonra.
‘’Hasan ben karar veremiyorum, sıkıştım kaldı iki ara bir derede’’
‘’Biz Ayşe ile artık gidelim diyoruz. El üstünde el olmuyor, bak ailenle abinle ilişkilerin bile değişti. Sen bizi Bandırmadaki vapura bırakırsın, sonra benim atı alıp dönersin. İstersen sat istersen sen de kalsın. Benim param var. İstanbul şu anda ana baba günü biliyorum. Orada bir yer buluruz. Ayşe’nin akrabalarına ulaştık mı, belki onlar yardımcı olur.
‘’ Oğlum orada barınamazsın, onlarda Rum, size sahiplenirler mi, size yardımcı olurlar mı bilemiyorum.’’
Belki de bağırlarına basarlar, senin gibi damadı kim bırakır’’
‘’Hasan ben kimseye yük olmak istemem çalışır bakarım evime’’
Senden istediğim beni kimseye görünmeden Vapura bindirmen.’’ Hasan ‘’ Ömer’in gözlerinin içine buğulanmaya başlayan bakışlarını çevirerek’’
‘’Ömer gemide jandarma kontrolü vardır. Bile bile askerin kucağına atmak olur bu seni. Ah şu askerlik işin olmasaydı. ‘’
‘’Belki daha kaçak değilim Hasan bir aylık zamanım var, sadece yoklama kaçağıyım. Bu zaman içinde ev tutup yerleşiriz. Hasan sigarasını yakmak için elindeki çakmağı ateşleyince, Ömer’in gözlerindeki ümitsizliğin ürünü yanaklarına süzülen gözyaşlarını gördü. Sigarası yanınca hala elindeki yanan çakmağı ona doğru yaklaştırarak, ‘’Ömer gözlerime bak ve iyice düşün’’
’’ Ya sonra sen askere gidince ne olacak Ayşe.’’
Onu da düşündük annesinin yanına gider, ya da annesi İstanbul’a gelir’’ Oğlum millet açlıktan kırılıyor, git Bandırma’ya gör bak millet ne halde, ekmek karne ile veriliyor. Devlet askerini zor doyuruyor.
Otur oturduğun yerde.’’ Rahat mı batıyor sana’’
‘’Hadi ben yatmaya gidiyorum’’ ‘’Sabaha bir sürü iş var, yine konuşuruz. Sonra bizim kızlarında fikrini alalım. Kendi kendimize gelin güvey olmayalım.’’
‘’Kadınların ön sezgileri bizden üstündür unutma’’
Hasan sallana odasının yolunu tutarken, Ömer elindeki şarap bardağına, şişedeki son şarabı da döktükten sonra, bardak elinde odasına doğru yürümeye başladı.
Ayşe yatağında uzanmış, gözlerini tavana dikmiş onu bekliyordu. Gaz lambasının ışığı odayı hafifçe aydınlatıyordu. Hava oldukça sıcaktı. Ayşe bahçeye bakan pencerenin açık camımda aşağıdaki konuşulanları kısmen duymuş, uykusu iyice kaçmıştı. Onun uyumadığını gören Ömer elindeki bardağı ona uzattı. ‘’İç biraz rahat uyursun.’’ Yatağından hafifçe doğrulan Ayşe uzattığı bardağı alarak bir dikişte bitirdi. Ömer soyunmaya başlamadan önce eğilerek gaz lambasını iyice kıstıktan sonra yavaşça Ayşe’nin yanına uzandı. Dışarıda sadece cırcır böceklerinin sesi gecenin sessizliğini bozuyordu.
‘’Ayşe İstanbul’a mı gidelim, burada mı kalalım? Yoksa trenle İzmir’e mi?
‘’Sen bilirsin Ömer, nasıl olacak ya!’’
‘’Senin olduğun her yere giderim’’
‘’Biliyorsun Bandırma’dan trene binmek çok zor. Sen sarınıp örtünürsün de beni hemen tanırlar. Zaten gara haber uçmuştur. Otobüs desen, günde bir otobüs var İzmir, Bursa ve Çanakkale’ye. Bir müddet sesimizi kesip burada kalalım diyorum ama Hasan askere gidecek, Zeynep’te anasının evine. Ben de bir aydır yoklama kaçağıyım. At sırtında kaçak desek nereye kadar.’’ Bak Ayşe biz buradan sabahın erken vaktinde yola çıkıp Aksakal’a en yakın durağa gidip, oradan İzmir trenine binip oradan Balıkesir yoluyla İzmir’e. İki gün içinde gitmemiz gerek, bizi buralarda görenler çoğaldı.’’
Ayşe’yi ateş basmıştı heyecandan, Ömer’e daha çok sarıldı, Ömer’in çıplak omzuna bir öpücük kondurdu.
‘’Ömer İzmir’e gidelim, birçok komşumuz oraya gitti.’’
Ömer’e biraz daha sarılınca, Ömer’in güçlü ellerini belinde hissetti.
Edinciğin yamaçlarından onların penceresine kadar uzanan ezan sesini, köpeklerin havlaması bastırdı. Aşağıda anormal bir şey vardı ki köpekler bu kadar şiddetle havlıyordu.
Avlunun dış kapısından bir ses köpeklerin havlamasını bastırmaya çalışıyordu.
‘’Hey kimse yok mu? Jandarma.’’
‘’Alın şu köpekleri yoksa vururuz.’’
Köpekler ortalığı yırtıyordu. Sevdiğinin kollarında geçirdiği mutlu dakikalardan sonra derin bir uykuya dalmış olan Ömer’i, Ayşe’nin ısrarla dürtmesi uyandırmaya yetmiyordu. Köpeklerin sesini duymuş ama ne yapacağını karar verememişti. Ev sahiplerinin uyanmasını bekliyordu.
Oysa Hasan ilk havlamada uyanmış, Zeynep’e sen yataktan çıkma deyip duvarda asılı duran çifteyi alarak bahçeye inmişti.
Sabahın alaca karanlığında avlunun dışındaki karartıları görünce endişeye kapıldı. Kim olabilirdi ki sabahın köründe.
‘’Jandarma, ihbar var. Tut şu köpekleri.’’
Hasan avlu kapısına yaklaştıkça karartılar belli olmaya başlamıştı. Kapının önünde üç tane jandarma vardı.
‘’Hayrola komutan’’
‘’İhbar var Ömer adında birini arıyoruz.’’ Burada imiş.’’
Hasan köpekleri sakinleştirip, ikisini de ağaca bağladı.
‘’Ömer’i istiyoruz. Burada olduğunu biliyoruz.’’
Hasan yok demenin burada olmadığını söylemenin bir anlamı kalmadığını anlayınca bir an ne yapacağını, neler yapabileceğini düşündü. Ama bir çıkış bulamıyordu. Askerlerden komutan olduğunu düşündüğü biraz daha yaşlı olana ‘’Komutan şikayet neymiş. Neden arıyorsunuz’’
‘’ Onu ben bilemem, al getir dediler, ifadesi alınacak.’’
‘’Suçu neymiş ki’’ Askerler komutanın bir işareti ile bahçeye girerek etrafı kolaçan etmeye başladılar.
‘’Tamam burada’’ yatıyordur sanırım daha, ben söylerim Karakola gelir.
‘’Yok bize al getir dediler’’
Bu arada uyanıp, pencereden olanları izleyen Ömer,
‘’Ayşe jandarma beni arıyor.’’
‘’Jandarma mı! Eyvah anam salmıştır bunları üzerimize.’’
‘’Belki de bizimkiler’’ dedi Ömer.
Açık pencereden hafif başını çıkararak ’’ Geliyorum Hasan
geliyorum.’’ ‘’Kız da gelecek kız da’’ ‘’O niye’’ dedi .yine’’ Hasan.
‘’Karakolda anlatırsınız ne olduğunu.’’ dedi Komutan ‘’Hadi hazırlanın’’
‘’Bizi zora koymayın.’’
Hamile olan Zeynep’i korkutmamak için gayet sakin hareket ettiler. Her ikisi de giyinerek aşağı indi. Komutan ‘’ Hep beraber bir kahvaltı etsek’’
‘’Daha işimiz çok be hemşerim’’ ‘’Daha asker kaçaklarını arayacağız.’’
‘’Yolda giderken yesinler.’’
Jandarma komutanı ve iki jandarma aldılar Ömer ile Adonia’yı düştüler yola. İhtiyaçların karşılayacak öteberilerini koymak için, yanlarına iki çıkın almasına müsaade etmişlerdi. Hasan,
‘’Ömer merak etmeyin ben de geliyorum.’’
‘’Hayır hemşerim yasak’’ dedi, Jandarma ekip komutanı. Hasan,
‘’Nereye gidiyorsunuz?’’ Uzmanı tanıyordu. Edincik Jandarma karakolundandı. Ama şimdiye kadar hiç işi düşmemişti. Geçen ay askeri tebligat için çağrılmış yoklamasını yaptırmıştı. Oysa Ömer yoklama falan yaptırmamış, onun için kaçak görülebilirdi.
Gün ışığı yavaş yavaş serpilip, zeytin tanecikleri yüklenmiş dalların arasından yavaş yavaş kurumaya başlamış toprakla buluşmadan, kısa ara yollardan fazla kimseye görülmeden karakola varmaktı amacı jandarma ekip komutanının, öyle emir almıştı. Köy Meydanındaki kahvelerin önünden geçmeyip ara yollardan geçerek kaçakları karakola getirdi.
Adonia’nın ağzı yüzü kapalı olduğu için zaten yüzü gözü gözükmüyordu. Ömer de başına bir kasket geçirmiş, gözlerine kadar indirmişti. Dikkatli bakılmadıkça kimsenin tanıyacağı yoktu. Jandarma genelde kaçakları, suçluları yakaladı mı ellerine kelepçe takar, ya da iple bağlardı.
Jandarma komutanın karşısına çıkarmak için salondaki bekleme yerine aldılar. Nezarethanenin içi doluydu. Daha doğrusu içerde yer yoktu, hepsi yoklama kaçağı gençlerdi. Bu günlerde Balkanlardan yoğun göç vardı. Oradan kaçanlar buralarda tanıdıklarına geliyor, hükümette vatandaşlığı aldıklarını askerlik zamanında olanları askere alıyordu.
Saat dokuz doğru jandarma komutanı geldi.
‘’ Getirin şu kaçakları bana’’
‘’Önce kız gelsin.’’ İfadelerini ayrı ayrı alacaktı.
İsmin ‘’ Adonia’’ Bandırmalı Velma’nın kızı.
Kimlik..?
Adonia boynunu büktü.
‘’Aç bakayım şu yüzünü kimsin nesin’’
Adonia yavaş yavaş yüzünü açınca tüm güzelliği ortaya çıktı.
Komutan kızı şöyle bir süzdükten sonra
‘’Kızım kaç yaşındasın?
‘’On sekiz’’
‘’Hakkınızda şikayet var.’’ Adonia bir yandan komutanı dinlerken, bir yandan da gözleri Ömer’i arıyordu. Karakol binasının salonun tahta zemininde dolaşanların çıkarttıkları gıcırtı sesi kulaklarına geliyordu.
Gıcırtı sesleri çoğaldıkça gelip gidenlerin çoğaldığını anladı. Güneşin yakıcı sıcağı pencerede içeri sızmaya başlayınca, içerisinin havası ağırlaşmaya başlamıştı. Komutan
‘’ Oğlum aç şu pencereleri.’’
Yazıcı er pencereleri açınca Kapıdağın tepelerindeki kestane, çam ağaçlarının arasından sıyrılıp Erdek körfezinin üzerinde gezinerek gelen mis gibi oksijen yüklü hava odaya dolunca ‘’Oh be’’ dedi Komutan. Bir müddet aşağıda zeytin ağaçları arasından Edincik altından Erdek körfezine doğru uzanan denizin mavi güzelliğini seyrettikten sonra, Adonia’ya dönüp,
‘’Bak kızım seni annene teslim edeceğiz’’ dedi
Onlara haber verdik, bugün seni almaya gelecekler.
‘’ Bizi ayırmayın komutanım ne olur’’ ‘’Ömer nerede, ona ne oldu?’’
‘’Ömer burada kalacak, yoklama kaçağı, onun işlemleri uzun sürecek. Sonra da doğru askere’’
‘’Askere mi..!
Adonia’nın gözlerindeki yaş artık gözlerinde durmaz olmuş, damla damla yanaklarına inmeye başlamıştı. Yaşlı gözleri sık sık hafif açık olan kapı aralığından Ömer’i arıyordu. Komutan dışardaki askere seslendi.
‘’Oğlum bu kızı yandaki odaya alın, anası almaya gelene kadar orada beklesin.’’
Elinde çıkını başına geleceklerinin ne olacağını sessizce anlamaya çalışan Adonia, askerin ‘’Beni takip et’’ uyarısı üzerine onun peşine takılarak odadan çıktı. Bir an geriye dönüp ‘’Komutanım Ömer ‘’ nerde diyecek oldu. Babacan tavrıyla astsubay komutan ‘’Hadi kızım hadi, ona bir şey olmaz korkma ‘’ lafı üzerine yoluna devam etti.
Ömer’i nezarethaneye diğer asker kaçaklarının arasına atmışlardı. Yedi kişiydiler bu küçücük demir parmaklıklı yerde. Oturacak yer bile yoktu. Kimisi yere çömelmiş yorgunluk atıyordu. Ömer hemen hemen içlerinde en genciydi. İçlerinde yaşı biraz büyük olanı yanındakine, ‘’Biz Bulgaristan’dan geldik, ilk gelişte Bulgar polisi kimliklerimize el koydu’’ ‘’Sonra Almanlar Bulgaristan’a girince biz sınırdan kaçtık.’’ İçeride olanların her birinin ayrı bir hikayesi vardı. Ömer bir köşeye çekilmiş, dışarıdan gelecek bir haber bekliyordu.
Dışarıda biraz sonra Taka Süleyman’ın sesi duyuldu. Yanında da Velma vardı. ‘’ Kapıdaki askere komutan beni bekliyor’’ dedi. Velma ile birlikte paldır küldür girdi içeri.
‘’Komutan kızı bulmuşsunuz, Allah razı olsun sizden’’
‘’Hoş geldin Süleyman, geçin oturun hele.’’ Komutan Süleyman’ı Bandırmadan çok iyi tanıyordu. Kızın bu bölgede olduğunu Süleyman ona iletmiş, hiç birine zarar vermeden bu işin kapanmasını istiyordu.
Oysa Ömer’in annesini kocası ancak bir ay oyalayabilmiş, bir ay içinde onları bulacağım demişti. Bir ay içinde Ömer’e ulaşamayınca Annesi Zile Bandırmadaki jandarmaya gidip şikayetçi olmuş, hatta kendilerinden habersiz evden bir miktar para da alıp gitti demişti. Kocası bu kendinden habersiz şikayete çok kızmış, karısı ve annelerini niye engellemedikleri için çocuklarınla kavga bile etmişti. Sonunda Süleyman’ın mekanda kurulan masada ortak karar alınmış, hiçbir şey olmamış gibi davranacaklar, Ömer köyüne, Adonia da anasının yanına dönecekti. Yeter ki İstanbul’a veya daha uzak bir yere kaçmış olmasınlar.
Bu süreç içinde bizim aşıklar, Edincik altındaki çiftlikte saklanırken, onların Bandırma dışına çıkabilecek tüm kara ve tren yolu kontrol altına alınmıştı.
Hasan Ömer’in burada olduğunun ihbarın kim yapabilir diye düşünürken, ihbarcı en yakını abisi çıktı. Onları korumak için yapmış, Kardeşinin çiftliğinin yanında yabancılar gördüğünü söylemiş. Bu haber Edincik’teki kahvelerden jandarmanın kulağına gitmiş. Ama kendilerine şikayetçi olan olmayınca zaten asker kaçaklarıyla işi başından aşkın olan jandarma komutanı pek oralı olmamış, ta ki Süleyman devreye girene kadar.
Bir akşam meyhanesine gelen jandarma komutanı astsubayın ve arkadaşlarının muhabbetine katılmış, onlara en iyi balıkları, en iyi mezelerini hazırlamış ve bir ara onu mutfağa çekmiş ve kulağına o günlerde yeni ortalıktan kaçan bizim kaçak aşıkların eşkallerini fısıldamıştı.
‘’Tamam’’ demişti komutan. Aklımın bir köşesine yazdım. Yazmıştı da, iki gün önce Bandırma jandarma komutanlığın gelen telefon olmasa belki daha yerinden kıpırdamaya niyeti olmayacaktı. Ömer hakkında şikayet var acele bulun diyorlardı.
Adonia kapatıldığı odanın kapısı hızla açılınca yerinden fırladı korkuyla.
‘’Anne ne işin var burada?’’
‘’Kızım sen nerelerdesin, öldürecek misin beni meraktan?’’
‘’ Anne bizi rahat bırak. Ömer ne oldu?’’
Hadi gel gidiyoruz kızım gidiyoruz. Ömer Asker kaçağı, o askere gidecek.
‘’Hele biz bir eve gidelim sonrasını düşünürüz.
Ana kız konuşurken içeri Süleyman girdi. ‘’ Hadi kızım bu kadar macera yeter. Komutan seni bıraktı. Hemen Bandırmaya dönüyoruz.
Al şu örtüyü sar üstünü başını daha fazla ele güne rezil olmayalım.
‘’Anne Ömer’i bırakmam’’
‘’Kızım ondan sana yar olmaz, o zaten sözlüymüş’’
‘’Yalan söylüyorsunuz anne o beni seviyor’’
‘’Kızım Oğlanı jandarma bırakmaz artık, önünde askerlik var. ‘’
Velma hem konuşuyor hem de odayı gözlerinle tarıyordu,
Yerdeki küçük çıkını gösterip ’’ Bu senin mi ?‘’
‘’He ya içinde giysilerim var.’’
Hemen çıkını alıp yapıştı kızın eline ‘’ Hadi araba bizi bekliyor’’ dedi sert bir sesle Süleyman. Hızla karakolun içinde dışarı çıktılar, yüzü kapalı olduğu için dışarda kim var kim yok göremiyordu. Ama kapattığı yüzünün açık kalan bölümünden gözleri hala Ömer’i arıyordu.
Karakolu bahçesindeki insanların arasından hızla geçerek Süleyman ve Velma’yı Bandırmadan getiren Faytona yöneldiler.
Atlar toprak yolda yokuş aşağı ritmik nal sesleri eşliğinde Bandırma’ya doğru hızla yol alırken, Kapıdağın üzerine çöreklenmiş olan bulutlar dağılmaya başlamış, şehrin üzerini yoğun bir rutubet eşliğinde yaz sıcaklığın bunaltıcı havası yayılmaya başlamıştı. Ana yolun sağ tarafındaki devletin ülkede hayvancılığı desteklemek için kurduğu Merinos çiftliğinin önüne gelince at yavaşlamaya başladı. Bandırma yolundaki son yokuştu bu yokuş.
Son düzlüğe çıkınca yolun solundaki çeşmenin önünde durdu Fayton. Faytoncu ‘’ Süleyman abi hayvan bunaldı biraz su içsin biz de serinleyelim’’
‘’Tamam’’ dedi Resül ‘’fazla oyalanmayalım.’’
Ana kız Faytondan inip çeşmenin yalağının dibindeki ağacın gölgesine oturdu. Buradan Bandırmaya ve Kapıdağı seyretmek insanı dinlendiriyordu ama Adonia da bu güzelliği görebilecek göz kalmamıştı.
Tekrar yola koyuldular, Bandırma yolu boyunca anne konuşuyor Adonia dinliyordu. Aslında için için ağlıyor, gözyaşları yanaklarından aşağı damla damla süzülüyordu.
Bandırmanın üzerine erken inen yaz sıcakları tarlalardaki başakları sarartmaya başlamış, yolu sağı solu sapsarı bir başak denizine dönüşmüştü. Tam karşılarından Kirmasti tepelerinde doğup yavaş yavaş yükselen güneşle birlikte, Kapıdağ üzerindeki oksijen yüklü hava Erdek ve Edincik üzerinde gezinirken, Bandırmanın üzerine de İstanbul üzerinden gelip Marmara’nın rutubetini de yüklenerek gelen poyrazın ağır havası çöküyordu.
***
Kapıdağ sahillerinde Yorgo Ömer’in abisi Mustafa ile muhabbete devan ediyordu.
‘’Bak abicim hava bozmadan ya hemen dönün ya da bu akşam köyde kalın.’’
‘’Gideriz gideri merak etme sağ olasın.’’
Yorga Adonia ile Ömer’in bakışlarından kuşkulanmış bir an önce hazır rüzgar varken yelken açayım dedi.
‘’Biz zahmet yardım ette sandalı suya salayım.’’
Mustafa sandala yüklenince, zaten kumun kenarında kıpı kıpır duran sandal denize salmıştı kendini.
‘’Güle güle Ayşe abla diyerek el sallayan minik Ayşe’nin bu sözleri iyice kuşkulandırmıştı onu. Hızla yelkenleri açmaya başladı, Adonia da hızla ama ne yaptığını bilmez şeklide elinde tas sandalın dibindeki suları boşaltmaya çalışıyordu. Bir gözü de uzaktan onu seyreden Ömer’deydi.
Yok olan hayalleri gibi sandal sahilden uzaklaştıkça, Ömer’in görüntüsü gittikçe büyüyen dalgaların ardında yavaş yavaş kaybolmaya başlamıştı.
Bandırma körfezinde ki rüzgar kararsızlığını sürdürüyor, bir Kapıdağdan bir Erdek üzerinde esiyordu. Korkulan olmuş rüzgar lodosa çevirmiş ve de artmıştı.
’’ İkinci yelkeni de açalım’’ dedi Yorga. ‘’Sen karşı da ki ipi çöz.
’’ Pek yapmadığı bir şeydi bu Yorgan’ın. Tek yelken, sıkışırsa kürekle idare ediyordu. Korkusu Adonia’ya bir şey olmasıydı.
Adonia yerinde dikkatlice kalkarak yelkenin bağlı olduğu direkteki ipe uzandı, sandal hırçınlaşan dalgalardan aşırı sallanıyordu, o anda sandalın dibinde daha sepete dolduramadığı istavritlerin üzerine basınca birden ayağı kaydı ve dengesini kaybetti. Son anda yelkene tutunmak istedi ama deniz sularından ıslanmış olan direk elinde kayınca, dalgaların arasında buldu kendini. O anda ağzından çıkan Ömer sözleri adeta kapıdağın zirvesine kadar uzandı.
Marmara’nın dalgaları arasına bir müddet çırpındı, üzerinde giysilerin ağırlığı fazla değildi ve çok iyi yüzücü olmasına rağmen hiç direnmedi, arkasından Yorga da atlamıştı denize. Adonia, Adonio diye bağırıyor, suya dalıp çıkıyor onu arıyordu.
Bu sesler Kapıdağ sahillerine ulaşmış, gözünü sandaldan ayırmayan Ömer ne olduğunu anlamış, Ayşe diyerek Üzerine doğru gelen dalgalar atmıştı kendini.
Bu dalgaların artık onu Ömer’e götüreceğine inanan Adonia, o nazik gencecik bedenini Marmara’nın tuzlu sularına emanet etmişti.
ADONİA
Dün sen ve ben iki aşık
Birbirinden uzak
Aramızda bir deniz
Dün baktım durdum karşıya
Işıl pırıl bir dünya
Bir ben yokum orda
Adonia
Keşke sen gelseydin
Gözlerime baksaydın
Anlasaydın sevgimi
Hep yanımda olsaydın
Keşke sen gelseydin
Ellerimi tutsaydın
Sarsaydın sımsıcak
Sevginle yüreğimi
Dün Yalnızca kumsalda
Gözlerim denizde
Şarkımızı söyledim
Dün sessizce kumsalda
Çıplak ayaklarla
Sana doğru yürüdüm
Adonia
Keşke sen gelseydin
Gözlerime baksaydın
Anlasaydın sevgimi
Hep yanımda olsaydın
Keşke sen gelseydin
Ellerimi tutsaydın
Sarsaydın sımsıcak
Sevginle yüreğimi
Adonia
Söz ve Müzik
Abdullah inaler
Küçükköy 2015
Bu şarkımın esini lodasın hırçın dalgalarının Sarımsaklı sahillerini köpük köpük sevgiyle yıkadığı bir akşam geldi. Aldım telefonu mırıldandım bir şeyler, yeşerdi, filizlendi ve daha sonra gitarımın notacıklarıyla bütünleşti, bir şarkı oldu.
ŞABAN BEYİN YURDU
Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Hava iyice kapatmış gök adeta delinmişti. Pencerenin kenarında hem gittikçe şiddetlenen yağmuru seyrediyor hem de ödevlerimi tamamlamaya çalışıyordu. Hava kararıp pencerenin önü bile karanlık olunca lambayı yakmıştı. Bugün pazardı. Banyo günleriydi. ‘’Kapat o lambayı’’ dedi annesi banyodan elinde çamaşır leğeni ile odaya girerken’’ Gündüz vakti elektrik mi yakılır.’’ Odada yıkanacak ne varsa toplamaya başladı. Hemen pencere kenarındaki tahta sandalyenin üzerinde indi ve lambayı söndürdü. Hızla tekrar sandalyenin üzerine zıplayıp cam kenarına geldi. Bu ara annesinin gözü gibi baktığı küpelinin toprak saksısına vurdum kafasını, saksıya bir şey olmamıştı ama benim epey canı yanmıştı. Ya saksı düşseydi yere dedi. Yan gözle annesine baktı, fark etmemişti.
Hem oturma hem de onların yattıkları divanların olduğu diğerinden biraz büyük olan bu oda da büyük bir maşınga vardı, üzerinde bir tencere ve bakır bir ibrik. Çay suyu ve bulaşık suyu her zaman hazır bulunurdu. Bazen kışın çok soğuk gecelerinde tüm kardeşler burada yatıyordu. Odanın tavanı ahşap kontrplakla kaplıydı. Kapının tam karşısındaki duvarı ise üzerinde ormanda gezinen bir geyik resmi olan parlak kadife bir duvar halısı süslüyordu. Onun yanında da tanıma fırsatı bulamadıkları rahmetli dedeleri Razgrad Gökçesu’lu İbrahim ustanın resmi asılıydı. Onun sağında ahşap bir sergen üzerinde gaz lambası, onun yanında da annemin pilipis dediği orta boy açık kahverengi renkli Philips marka bir radyo duruyordu. Evin en büyüğü olarak ancak o sandalye ile uzanıp zorlukla açıp kapatıyordum evimizin neşe kaynağı radyomuzu. Sonbahar gelmiş havalar iyice serinlemişti. Maşıngaya yeni atılan tahta kırmıkları sönmek üzere olan ateşe hayat vermişti. Gürül gürül yanıyordu. Annesi önce banyoda kardeşiyle onu, sonrada çamaşırları ve kendisini yıkadı. İki kişinin zor sığdığı banyomuzun içinde üzerinde ufak bir su kazanı olan soba vardı. Sobayı yaktıklarında
hamam sıcacık olurdu. Bu kazan genellikle hafta sonları yakılır. Hem yıkanılır hem de çamaşırlar yıkanırdı. Tüm bunlar annesinin omuzlarındaydı. Evin baba şeker fabrikasına girmiş, orada lokantada çalışıyordu. İzin günü bu ay salı günleriydi.
Odanın karanlık bir köşesinde giyinmeye çalışırken ‘’ kapat o perdeyi içerisi gözükecek’’ dedi annesi asabi bir sesle. Pencere zaten buğu içindeydi dışarısı bile doğru dürüst gözükmüyordu. Kardeşi yandaki divanda sessizce elindeki ekmeği kemirmeye çalışıyor, ayni zamanda da benim okul dergilerini karıştırıyordu. Annesi siyah uzun saçlarını yan taraf atıp bir güzel sıktıktan sonra çamaşır leğenini alıp maşınganın başına geldi. Boruların üzerinde olan tel çamaşırlığa, daha sonrada kapı kirişinden odanın öbür ucuna gerili olan ipe çamaşırları sermeye başladı. Bu oda da çocuklar, diğer dip karanlık odada anne ve babaları yatıyordu. Bu karanlık odanın penceresi bahçeye bakıyordu. Bahçenin sonunda odunluk vardı, yanında da evin helası. Gece helaya gitmekten korktukları için evin bir köşesindeki toprak lazımlık çocukların kurtarıcısı oluyordu
Pencerenin yanından ayrılmamıştı. Ders kitaplarım ve defterlerimde burada duruyordu. Pencerenin buğusunu eliyle sildikten sonra iyice cama yanaştı. Yukarıdan gelen yağmur suları iyice artmaya başlamış, kapılarının önünde ne varsa aşağıya götürmeye başlamıştı. Şiddetli yağmurun en güzel yanı, kapımızın önünden akan çamurlu suyun yukarı mahalleden getirip, bir kenara sıkıştırdığı çöplerdi. Yağmur ve bu mini sel suyu faydası, sular çekildikten sonra, bıraktıklarıydı. O birikintileri karıştırır, gazoz kapağı, küflü çivi, tel, cam parçaları ayırırlar, bunları toplayıp, aşağı mahalledeki çingene Kamil’e götürdüklerinde karşılığında bir avuç leblebi alabiliyorlardı. Karşılarındaki mahalle çeşmesinin başındaki kalabalık birden azalmıştı. İki komşu kadın kalmıştı bakırların başında, bakırlar dolarken onlarda Kalfaköy’lünün evinin kapı saçağına sığınmışlardı. Sular bulanmadan içecek sularını almaya çalışıyorlardı. Üzerlerinde ki feraceler yavaş yavaş ıslanmaya başlamış, bedenlerine yapışmıştı. Yağmura rağmen fısır fısır konuşuyorlardı. Mahalle kadınlarının çeşme başı muhabbetleri hiç bitmiyordu. Sanki terapi merkeziydi bu çeşme, kovasını, testisini, bakır bakracını alan gelirdi buraya. Her yağmurdan sonra kasabanın suları birkaç gün bulanık akardı. Bu çeşmenin suyu koca derenin öbür tarafındaki Çataldağın zirvelerinden çıkan çaylak deresinden gelirdi. Çaylak suyu derlerdi o suya. İçimi çok güzel bir suydu. Kasabada evlere su hattı yeni çekilmeye başlayınca. Babası eve hemen su çektirmiştik. Dağdan gelen ana boru bizim buradan geçip, yukarıdaki depoya gidiyordu, oradan da kasabaya dağılıyordu. Ama hala çoğu komşuların evinde su yoktu, birçok mahallede de evlere su bağlanmamıştı.
Tek katlı evlerinin çatısındaki kiremitlerden sicim gibi su akıyordu. Kapı önündeki toprak düzlükte zıp zıp (bilye) oynadıkları düz alan bozulmuş, oyun kuyusu su dolmuştu. Karşı komşuları Şerbetçi Mehmet’in büyük kızı Güler ablada pencereden yağmurun yağışını seyrediyordu. Ona pencereden el salladı ama görmedi. Sokaklarında ortaokula giden tek kızdı. Sabah onun okula gidişini göremezdi ama akşamları eve dönüşünü dört gözle beklerdi.
Sokağımızın en güzel kızlarından biriydi, siyah okul önlükleri ve siyah okul şapkası ona ayrı bir hava verirdi. Faruk bazen onu sinema artistlerinde birine benzetirdi, Belgin Doruk evet, evet Belgin Doruk, hele bir de giyinip süslensin ondan daha bile güzel oluyordu.
Kardeşi Gülseren, abisinin kızı Havva, Uşaklıların Fatma, abisi Osman, yukarı ya, yani top bayırına doğru gidince Yıldızlı Osman’ın oğlu Rıdvan, ayni sokakta arabacı Halil’in oğlu Mehmet, kardeşi Irfan, yine babası arabacı olan Ali. Yan komşusu Irfan, Uşaklı Arap Mehmet, evlerinin aşağısında çömlekçilerin Mehmet, Şişko Osman, Berber Mustafa’nın Oğlu Halil, Arif Tabii ki arabacı deyince at arabası gelsin aklınıza. O günlerin nakliye ve insan taşıma aracı. Tüm bu isimler mahalle arkadaşlarıydı. Bir de yaş grubu çok önemliydi bizden iki yaş küçükleri büyükler yanında, büyüklerde küçükleri yanında istemezdi. Hafta sonu bu mahalle çok şenlikli olurdu. Hep beraber çeşitli oyunlar oynarlardı.
İlk çocuklarıydı yaşamaz demişlerdi ama kara kuru halimle okul yaşına gelmiş, yaşama tutunmuştu. Onden iki yaş küçük kardeşi vardı bir de doğdu doğacak kız olma beklentisi olan ikinci kardeş.
Üç göz odası, geniş bir salonu, içinde bir dut, bir de erik ağacı olan bir bahçesi olan dededen kalma kerpiç bir evdi evleri. Bu ev babaanneleri Bursa da ki halalarında kalmaya başlayınca tahta bir avluyla ikiye bölünmüş. Sol tarafı onların öbür tarafı da, yani aşağı mahalleye bakan kısmı yeni evli Hasan amcamlarının olmuştu. İki elti artık yan yana oturacaktı.Faruk bu bölünmüş evde aralarına katılmıştı. Oyun sahamız kapımızın önüydü, ‘’kapının önünden ayrılma’’ defalarca annesinin evin içinde seslenerek onu güvene almak için sık sık, bazen bağırarak yinelediği sözdü. Orta mahalledeki bu evden her gün üç km uzaktaki Beşeylül ilkokuluna gidip, gelmeye epey zorlanıyordu. Ağır mı ağır tahta bir okul çantam vardı. Ana caddeye çıkan bu dik sokağı zorla da olsa çıktıktan sonra, Akif amcanın kahvesinden sağa döndüm mü Macır Mehmet’in bakkal dükkanı önünden hafif yokuş aşağı yoldan, bıraktım mı kendimi hiç zorlanmadan okula gidiyordu da dönüş zor oluyordu.. Yol üstündeki yazlık Zevk sinemasının önündeki afişleri tek tek incelemek, okumayı çözmeye başladığı günlerde daha çok vaktini almaya başladı. Akşam dönüşü bazen babasının da çalıştığı Koca buba dediği Ayşe halasının kocası Arnavut Mahmut’un Çuğuş Ahmet’in evinin altındaki lokantaya uğrar, bir şeyler atıştırır ve ders çalışırdı.
Amerikan yardımı süt tozlarının Balıkesir’in en ücra okullarına kadar ulaştığı yıllardı. Süt tozunun yanında yerli malı haftaları yapılırdı, herkes o hafta evinde, bahçesinde yetişen meyveleri getirirler, sınıflarında hep beraber yerlerdi.
Faruk’un orta halli bir başarı tablosu çizdiği ilkokul yıllarından sonra ortaokula başladı. Ceket ve kravatla tanışması bu yıllar oldu. Haşarı ve pek başarılı olmayan bir öğrenciydi. Dört beş zayıflı karneler sonunda öyle veya böyle bir üst sınıfa ikmalle de olsa geçiyordu. Ortaokulun son yılında yirmi beş arkadaşıyla birlikte ikmale kaldı.1964 yılının eylülünde girdiği sınavlardan diğer dersleri vermesine rağmen tek dersten, tabiat bilgisinden geçemedi. Bir sene açıkta bekledi. Bu süre içinde kahvecide, lokantada, koltukçu da ve amcasının sandalyeci dükkanın da çalıştı. İkmale kaldığı derslerden özel hocadan ders almama rağmen tabiat bilgisinden kalması, ailesini karamsarlığa sokmuştu. Tabiat bilgisi hocası ayni zamanda okulun müdürüydü. Sınıfta bıraktığı vr dersine girdiği ailelerin şikayeti üzerine görevinden alındı ve başka okula gönderildi. 1965 yılının haziranında kaldığı tek ders tabiat bilgisini vererek ortaokul bitirdi.
Okutalım mı okutmayalım mı arasında gezinen ailemin hayalleri, çocuklarının okutulmasından yanaydı. O yıllar Lise ve Meslek okulları sadece Balıkesir ve Bandırmada vardı. Tercih Balıkesir oldu, Balıkesir Sanat Enstitüsü. İş ve mahalle çevrelerinde lisede okuyamaz telkini, aileme bu kararı aldırmıştı. Kısa yoldan hayata atılmak, ancak bu yolla olacaktı. O yıl Motor ve Elektrik bölümü ilk defa açılıyordu. Talep fazla olunca eleme sınavı yaptılar. Sınav sonunda kırk kişi arasına girerek Motor bölümü 1/A sınıfı 1165 nolu öğrencisi oldu. İki hafta diğer arkadaşlar gibi dolmuşla gidip geldikten sonra, babası onu yurda yerleştirmeye karar verdi.
Bunun içinde en uygun yurt arandı ve sonunda Balıkesir meyve sebze halinin arkasında bulunan Şaban hocanın yurdu Güven öğrenci yurduna
karar kılındı.
Güven öğrenci yurdu
Balıkesir Kasım 1965
Babasıyla birlikte ellerinde valiz dolmuşla Susurluk garajından Balıkesir’e geldikten sonra, buradan Milli kuvvetler caddesinin arka ara yoldan yürümeye başladılar. Subay ordu evinin arkasındaki caminin sokağına girip sağa döndüler. Köşeyi biraz geçince sağ tarafta küçük bir şekerci dükkanı gördü, renk renk şekerler, cevizli helvalar vardı vitrininde, çok ilgisini çekmişti. Mahallelerinde seyyar satıcıların sattığı helva ve lokumların her çeşidi vardı burada. Tabelasında toptan helva şeker yazıyordu. O dükkana bakarken babası ondan epey uzaklaşmıştı. Koşar adımlarla ona yetişti. Kumaşçıların ve mağazaların bol olduğu bu sokakta biraz daha yürüdükten sonra Hasan baba çarşısının içine girdiler. Çarşı çok kalabalıktı. Yöresel giysili köylü kadınlar çoğunluktaydı. Her tarafta çeşitli renklerde giysiler asılıydı. Gerek köylü kadınların, gerekse mağazaların vitrinlerindeki giysilerin renk cümbüşü çok ilgisini çekmişti. Faruk’ta kendime yarar bir şeyler bakıyordu. Spor ayakkabı en çok istediği şeydi, tabii bir de eşofman takımı. Şehrin en büyük binası Sümerbank’ın hemen yanından hızla sağa dönerek yine kalabalık olan bir sokağa geldiler. Sağda solda kuyumcular ve dükkanlar vardı. Biraz daha gidince sol tarafta meyve kasalarını görünce hal binası dedi içimden. Biraz geriye dönüp bakınca ileride tüm heybetiyle göklere yükselen bir cami minaresi gözüne çarptı Zağnos paşa camisi. Daha önce geldiklerinde babasıyla gezmiştiler. Babası ve Faruk ellerinde bir valizle üç katlı taş bir binanın önünde durdular, ne kadar heybetli bir binaydı. Birinci kat hariç tüm pencereleri kapalıydı, hepsi ya beyaz bir perdeyle kapanmış, ya da beyaz bir boyayla boyanmıştı. Binanın ana giriş kapısının üstünde Güven öğrenci yurdu yazıyordu. Babası önde o arkada merdivenleri tırmandıktan sonra, ufak bir salona geldiler, sol tarafta ki merdiven yukarı katlara, sağ taraftaki merdivende aşağı iniyordu. Aşağıdan gelen yemek kokuları orasının yemek hane olduğunu bildiriyordu. Salondaki duvarda bir sürü yazılar, yurt ile ilgili talimatlar asılıydı birlikte açık olan kapıdan yurt müdürünün odasına girdiler. Geniş bir masanın arkasındaki koltukta oturuyordu. Kısa kesilmiş bembeyaz saçları arkaya doğru taranmıştı, Üzerinde yeni bir takım elbise ve beyaz gömleğinin üstünde kırmızı bir kravat onu oldukça şık gösteriyordu. Masasının arkasına da büyük bir Atatürk resmi vardı. Sağ tarafında içinde bol ansiklopedi olan bir kitaplık, ana yola bakan tarafta da bir hanımın oturduğu ufak bir masa vardı. Saygıyla hemen ayağa kalkarak ‘’Ben Şaban hoca, yurt müdürü’’ dedi. Yan taraftaki bayanı göstererek ‘’Eşim Leyla Hoca hanım’’ dedi. O da öğretmenmiş. Siyah saçlarına itina ile şekil vermiş, şık giyimli bir bayandı, Oldukça genç görünümü Şaban beyin yurdunun genç öğretmenlerinden biri imajını veriyordu. Faruk bir müddet ayakta odayı incelerken, onlar babasıyla yurda kabul şartlarını konuştular. Müdüre hanım yanındaki sandalyeyi işaret ederek ’’ Otur yavrum’’ dedi. Sessizce iliştirdi kendini gösterdiği sandalyeye. Bir şeyler yazdılar çizdiler imzaladılar. Hayırlı olsun lafı, el sıkışmalar yurda kalacak olmasının onayıydı. Yurdu tanıttı ve kurallarını anlattı, çok disiplinli bir yönetim sistemimiz var dedi. Çocuklarınız bizim çocuklarınız gibi laflar ederken onun saçlarını okşuyor ve babacan bir tavır sergiliyordu.
Yemeklerimiz, aşçılarımız çok iyi dedi. Her öğün üç veya dört çeşit yemek çıkar, haftada iki gün duş imkanı var, öğretmenlerimiz seçme hocalar dedi. Hep beraber yurdu gezdiler. Müdür ona en üst katta altı yataklı bir oda da ranzanın üst yatağını gösterdi. ’’Susurluk’lu arkadaşlarınla beraber kalacaksın dedi. Bu taş binanın tahmini on merdivenle çıkılan birinci katında müdüriyet ve öğretmenler odası, zemin katından aşağı indiğinizde yemek kokularının geldiği mutfak ve yemekhane vardı. Binanın zeminindeki duvarlar büyük taşla örülmüş, tarihi sütunlarla süslenmişti. Tek eksiği bahçesi olmamasıydı. Yatacağım oda ara sokağa baktığı için pek manzarası falan yoktu. Pencereler beyaza boyanmış, dışarısı gözükmüyordu. Yurt Ali Hikmet paşa meydanına çok yakındı. Kimisi yürüyerek oraya, oradan da belediye otobüsünle okula gidiyor, isteyende yürüyerek gidiyordu. Yurt ödemesi aylık taksitlerle ödenecekti. Sabah akşam üç öğün yemek, gece öğretmen kontrolünde mütala yani ders çalışma saati vardı. O günün koşullarında kısıtlı maaşıyla babası nasıl yaptı bilemiyordu. Üstelik bir de cebime konan harçlık, evde de daha üç çocuk, epey zorlanacaklardı. Yemekhane bodrum katındaydı. Yemekhanede yemekler 8-10 kişilik masalarda veriliyordu. Tabaklar boş olarak masalarda, iki tarafta ekmek, herkese çatal, kaşık, bir bardak. Ana yemek büyük bir tepside aşçı tarafından getiriliyor. Ortada oturan kepçeyle herkese dağıtıyordu. Kepçeyi kapan adaletli bir dağıtım yapmak zorundaydı. Bu bina Balıkesirli Pehlivan Mehmet Ali Yağcı’nınmış. Şaban hoca ondan kiralamış.
Hafta içi gece çıkmak yasaktı. Sadece Cumartesi akşamları sinema izni vardı. Hafta sonu memleketlerine gitmek isteyen öğrenciler babalarından, velilerinden izin almak zorundaydı. Ben de hafta sonları daha rahat hareket edebilmek, Faruk Susurluk’a gidebilmek için evci izni aldı. Balıkesir’de Mehmet dayısı vardı. Büyük teyzesinin oğlu, onların adresine evci çıkacaktı.
Evden uzak özgürlük ve bağımsızlık kokan yıllara ilk adım atışım on beş yaşında başlamıştı. En büyük tutku sinemaya ve konserlere gitmekti. Balıkesir de altmış beşli yıllarda beş tane kışlık sinema salonu vardı. Bir tanesi tarihi saat kulesinin sağ tarafındaki sigortanın altındaki kapalı alışveriş merkezinde, ikincisi Milli Kuvvetlerdeki şehir sineması, üçüncüsü yeni yapılan Şan sineması dördüncüsü Rüya sineması beşincisi ise Cumartesi pazarının içinde belki de Balıkesir’in ilk sinemalarında biri olan şu an ismini hatırlayamadığım sinemaydı.
Babası ne kadar sakin, annemin tabiriyle gamsız, ağır ve olaylara karşı vurdumduymaz ise annesi de o kadar titiz ve tez canlıydı. Hem de çok bilmiş ve akıllı. Kadın haliyle kapı kapı gezip sormuş soruşturmuş bu yurdun en uygun yurt olduğu tavsiyesini almıştı. Babasına sadece onu kolumdan tutup buraya getirmek kalmıştı. Faruk’u yurtta ki odasındaki yatağının yanına bırakıp gitmeden, nemli gözlerini ondan kaçırarak. ‘’Hadi oğlum derslerine iyi çalış bizleri mahçup etme, kendine dikkat et’’ Bunu koy cebine, aman dikkat et, idareli kullan bir haftalık harçlığın’’ dedi. Eline bir miktar para sıkıştırdı. Pencere kenarındaki bir ranzanın üst katıydı yatağı. Bizden sadece nevresim, çarşaf, yastık kılıfı getirmemiz istenmişti. Onları da annesi hazırlamış valizine koymuştu.
Faruk’un ilk gecesi biraz sıkıntılı geçti, gece 23.00 lambalar sönüyordu. Yatakta fısıltı dolu konuşmaların azalması, tek tek uykuya dalmaların müjdesiydi. Son iki arkadaşta iyi geceler dedikten sonra o da iyice gömüldü battaniyenin altına. Anne baba evinden ilk kopuşun ilk gecesiydi, akraba evlerindeki yer yataklarında akraba çocuklarıyla fingir fingir yatmaya benzemiyordu. Sabahın erken saatlerinde nöbetçi hocanın sesiyle uyanmak, tuvalet kuyruğu, el yüz yıkama hepsi bir kural dahilin de oluyordu. Lavaboda biraz oyalanan hemen uyarılıyor, tepki görüyor, hırlaşmalar başlıyordu.
Balıkesir’in değişik yerlerinden gelen onlarca ana kuzusu bir arada, ayrı aile düzenleri, ayrı görgü kurallarıyla yaşamak için gurbet yolculuğunun ilk durağında bir araya gelmişlerdi. Başka bir öğrenci yurdu daha vardı, Ragıp’ın yurdu diyorlardı. Orada daha çok doğu kökenliler kalıyordu. Onların yurdundakiler genelde Çanakkale ve Balıkesir’in köylerindendi. Annesi yedek çamaşır, elbise ve gömleklerini Fikriye yengesine bırakmıştı. Bir ara gidip gerekli olanları onlardan aldı. Yurtta herkesin kilitli bir dolabı vardı. Özel eşyalarını burada muhafaza ediyorlardı. Ona babasının tavsiyesi ‘’Oğlum’’ demişti. ‘’Konuşacağın arkadaşlarını iyi seç, parana sahip ol. Kendi akranlarınla gez, akşamları geç kalma, derslerine sarıl aman bizi mahcup etme.’’ Yurtta geçen bir kaç hafta arkadaş gruplarından birilerine katılmasına yetti. Gün boyu okulda ayni sınıfta olduğu arkadaşlarından yurtta kalanlarda vardı. En önemlisi Akçaylı Mertcan Bağrıyanık’tı. ondan daha uzundu. Onunla müzik yönünden çok iyi anlaşıyordu. O da batı müziği, yabancı parça dinliyordu. Mertcan uzun boylu kıvırcık saçlı bir çocuktu. Çok girişkendi. Bize bol bol Akçay da ki diskolarda geçirdiği günleri anlatıyor, biz de ağzı açık onu dinliyorduk. Faruk’ta babasıyla birlikte bir kaç kez gittiği Erdek Şeker kampını anlatıyordu. Bir de Çan Grubu vardı. Çan’dan gelip burada okuyanlar. İçlerinden en ilgi çekici olanı Kazım ağa dedikleri alçak boylu, ağzı çok iyi laf yapan, komik bir arkadaştı. Tam köylüydü ve bu özelliğini hiç bozmamıştı. Onun sağdıcı da Sami ve Sefer’di. Onların yatak muhabbetleri herkesi güldürüyordu.
Motor bölümündeki ilk hocası Tekin Oğuz hocaydı. Daha sonra Naim Eryöner ve Hasan hoca geldi. Zamanla yurttaki odaları okul ve sınıflara göre yeniden düzenlendi. Mertcan ile ayni odada kalıyorlardı artık. Okul çıkışı en büyük zevkleri Milli kuvvetler ve Anafartalar caddesinde tur atmak ve kız peşinde koşmaktı.
Yurtta bazı geceler kendilerince eğlenceler yapılırdı, genellikle saz çalan, mandolin çalan arkadaşları dinlernirdi. O zaman müziğe ilgisi sadece dinleyici olmaktı. Anafartalar caddesindeki müzik evinin önünden geçerken, oraya takılı kalır dakikalarca vitrindeki müzik aletlerini seyrederdi. Özellikle gitara karşı bir ilgisi vardı. Ama ona sahip olmak bu yıllarda onun için hayalden başka bir şey değildi. Lisede okuyamaz dedikleri zaman, o acaba sanat okulunda başarılı olabilecek miydi?. Fen bilgisi en korktuğum dersti. Keza matematikte öyle, Japon lakaplı Kemal bey gelirdi Matematiğe. Notu çok düşüktü, notlarım iki ile üç arasında gezinip duruyordu. Zamanla geometriye ısınamasa da aksine cebir dersini sevmeye başlamıştı. Mekanik, teknik resim, motor hep fen ağırlık derslerdi. Geometri dersi ilgisini çekmesine rağmen kafası tam basmıyordu. Sınıfı geçecek kadar not aldı mı bu ona yetiyordu.
Edebiyat hocası Yüksel Erkekli okulun en sevilen hocalarımızdan biriydi. Edebiyat dersinde öğrencilere genelde sosyal hayata hazırlar, kravat bağlamadan tutunda, yemek yemeye kadar çeşitli konularda onlart aydınlatırdı. Okulda kravat ve ceket zorunluydu, bu giyim tarzı biz arabacı okulu dedikleri sanat okulları öğrencilerine medeni, çağdaş bir görsellik sağlıyordu. Atölye derslerinde iş elbiseleri vardı, ceketlerini çıkarıp o elbiseleri giyerdik. Yüksel hoca edebiyat dersi işlerken konu aralarında kızlarla nasıl konuşulur, kibarlık, centilmenlik, onlara yaklaşım hakkında onları aydınlatırdı. ’’Hocam siz çok iyi futbol oynuyormuşsunuz’’ dediklerinde ’’ Yapın takımları’’ der hemen bahçeye inerdi.
Okulda ihtiyacı olan öğrencilere 12.00 - 1300 arası ücretsiz öğle yemeği çıkıyordu. Bunun için muhtarlıktan fakirlik ya da kaldığı yurt müdüründen burslu öğrencidir belgesi alması gerekiyordu. Onun durumundaki öğrencilerde öğle yemeğini dışarıda lokantalarda ya da okul kantininde yiyordu. Öğle paydosunda okulu futbol sahasında sık sık futbol maçları yapılırdı. Faruk ve arkadaşları ikinci üçüncü sınıfların maçlarını ilgiyle izliyordu. Okulun öğrencilerinden Balıkesir genç takımında oynayanlar bile vardı. Faruk ve arkadaşları akşan üstü okul kapandığı zaman, yani son dersten sonra futbol oynamak isteyenler sahaya gelir ve takımlar yapılırdı.
O da ayakkabısı şortu hazır, eksik adam olduğu zaman takıma girerdi. Mevkii genellikle sol taraftı. Sol bek, sol haf sol açık. İşin gerçeği sahada oynayan arkadaşları görünce, pek de başarılı bir oyuncu değildi. Okulum ilk günleri motor atölyesi olarak girdikleri dershane, atölye bomboş bir salondu. Hocalarının nezaretinde, ellerindeki aletlerle önce takım tezgahlarını yaptılar, sonra da çeşitli el aletleri. Onların sınıfı sabah atölye, öğleden sonra nazari eğitim alıyordu. Avuç içleri eğe sallamaktan yara olmuş, nasır tutmuştu. Bir gün sabah yoklamasın da hocamız ’’Çocuklar gözünüz aydın’’ dedi. ‘’Artık bir motorumuz var.’’ Kitaplarda gördükleri motorla ilk tanışmaları böyle oldu. Kara kuvvetlerinin hibesi araçtan sökülmüş bir jeep motoru onların gördüğü ilk motordu. Atölyenin bir kenarında yağ pas içinde duruyordu. Ona önce üstüne bağlayacağımız bir sehpa yapıldı. Sonra sırasıyla her parçası öğrenciler tarafından sökülüp, temizlendi. Nazari motor dersinde gördüğümüz, piston, biyel, sekman, buji, karbüratör, distribütör, benzin pompası, yağ pompası, yağ filtresi vs. hepsini pratikte görmüş olacaklardı artık. Motor atölye şefimiz Tekin hoca’’ Bu motoru çalıştıracağız çocuklar dedi Hele bir eksiklerimizi tamamlayalım’’
Dersleri saat beşte bitiyordu. Genellikle bizim yurdun gençleri paraları ceplerinde kalsın diye okula yürüyerek gelip geliyorlardı. Kalabalık cadde de sağa sola bakınarak yapılan bu yürüyüş yarım saatlerini alıyor, milli kuvvetlerde kız tavlama turlarına vakit kalmıyordu. Lise 15.30 da çıkıyor, Kız sanat ve Ticaret meslek liseleri de bizden erken dağılıyordu. Kış aylarında hava erken kararınca sokakta tavlayacak kız bulmak çok zor oluyordu. Yurtta akşam yemeği saat 18.00 de olunca, onlar anca yurda varıp, odalarına kitaplarını bırakıp yemeye anca yetişiyorlardı.
Bazen akşam dönüşlerinde Balıkesir stadının önünden geçerek parkın içine giderler havaların serinlemesine rağmen hala açık olan çay bahçelerinde çalan yeni şarkıları dinlerlerdi. O günün yabancı şarkılarından Adamo’nun Her yerde kar var, orjinali Tomba la Neige, Marc Aryan’ın Giorgino’su, Little Tony’nin Cuore Matto’su Shadows grubunun entrümantel parçalarıydı. Bu şarkıları dinlerken tüylerinin diken diken olduğunu hissederdi.
Yurttaki yemeklere alışmak kolay olmadı, evde anlarına bin bir naz yapanlar, burada önüne konanla yetinmek zorunda kaldı. Burada ne bulursan yemek zorunda olması, kimsenin nazlarını çekecek olmaması, buradaki yemek yeme rekabeti, yemek yeme menülerini zenginleştirdi.
İmam hatibe giden arkadaşlarda vardı yurtta, onlarda kendilerine ayrılan özel odalarda kalıyorlardı. Onlarla aralarında hep mesafe oldu, ne konuşmaları ne de sosyal yaşamları uyuşuyordu.
Yurtta kalan arkadaşlar genellikle çevre kasaba ve köy kökenliydi. Onların yaşam ve eğitim tarzı bize uzaktı.
Bir üst sınıflardaki abileri vardı liseye giden, genelde çift dikiş gidiyorlardı. Mütala sonu yatmadan önce onların maceralarını ağzımız açık dinlerlerdi. Balıkesir de en büyük okul Necatibey Öğretmen okulu ve Eğitim Enstitüsüydü, ilk ve ortaokul, liselere öğretmen yetiştiriyordu.
O da Balıkesir ve Savaştepe öğretmen okulunun sınavlarına girmiş ve kazanamamıştı. Susurluk’tan bazı arkadaşlar kazanmış ve burada okuyorlardı. En yakın karşı komşu kız Gülseren’di. Ortaokuldaki arkadaşlarının çoğu yatılı okulları kazanmıştı. Sıra arkadaşı Ahmet Alpaslan ve Ferhan Kara Harp Okulunu, Erdoğan Yanık’ta Hava Astsubay Okulunu kazanmıştı. Hayri Balaban Balıkesir Koray lisesine, Mehmet Eroğlu ticaret lisesine, Ahmet Bölükoğlu da Necati öğretmen okulunu yatılı kazanmış oraya gidiyordu.
Balıkesir’in gezilecek yerleri meydandaki kapalı çarşılar, Hasan baba çarşısı, Milli kuvvetler ve Anafartalar caddesindeki alışveriş yerleriydi. Aşağı tren istasyonuna doğru yürüdüğün zaman Sol taraf garaja gidiyordu. Bu meydanda subay ve astsubay ordu evleri vardı. Subay ordu evinin yanında da Balıkesir’in en büyük oteli Hotel Kervansaray. Yurtta bizden bir veya iki yaş büyük ağabeylerimiz dışarıda sigara içerken, bol bol biz küçüklere sigaranın zararlarından bahsederlerdi. Siyasi dünya görüşümüz sola, devrimciliğe açıktı. Faruk’un ailesi tutucuydu, babası menderesçiydi
Ramazan aylarında oruç ve namaz baskısı onu bunaltıyordu. İlkokul yıllarında okul tatil olunca kuran kursuna gönderirler, bu ancak üç gün sürerdi, bir yolunu bulup gitmezdi. Siyasi kimliğini arama yolculuğu bu yıllarda başladı. Amcasının marangoz dükkanında çalışırken aldığı haftalıkla Tom Miks, Teksas Red Kit dışında Nuri Eroğlu amcanın kitap evinden aldığım ilk kitap Alpaslan Türkeş’in dokuz ışık kitabı olmuştu.
Hafta sonları Susurluk’a baba evine gitmeleri seyrekleşmeye başlamıştı. Burada kendisine yeni bir çevre ve yaşam biçimi oluşturmaya çalışıyordu. Okul arkadaşları, yurt arkadaşları hepsinin yeri ayrıydı. Bir gün yurttaki Susurluklu arkadaşlarla Necati öğretmen okuluna gittiler. Hafta sonuydu. Orada yatılı okuyan Susurluklu arkadaşları vardı. Kızlı erkekli oturuyorlar, konuşuyorlar, tartışıyorlardı. Nazım’ı ilk kez onların okuduğu şiirlerle tanıdım. Şiir, edebiyat, felsefe, mantık sosyoloji konuşuyorlardı, çok ilgisini çekti. Tiyatro, müzik bizim okulda da vardı belki ama henüz o ortamı yakalayamamıştı. Kız arkadaşlarıyla tanıştırdı onları, okulu gezdirdiler. Yepyeni bir dünyayı önüme serecek ilk evrensel düşüncelerle tanışması bu okulda oldu.
Yurtta yavaş yavaş oluşmaya başlayan arkadaş çevresi, onda yeni alışkanlıkların önünü açmaya başladı. Tek tük ikram edilen sigaraları geri çevirmek delikanlılığa sığmazdı. İlk zamanlar hafta sonları gittikleri çay bahçelerinde gazoz dışında bir şey içmezken, gözümüz açılınca bira içmeye başladı, tabii ki yanında sigara.
Yurtta ilk toplu direnişimiz yemeklere karşıydı. Bıkmıştık türlü ve makarrna yemekten. Bir akşam toplu olarak yemek haneye girmedik. Bu kararı büyüklerimiz almıştı, biraz kem küm edenlere de gözdağı vermişlerdi. Ben Mertcan ve Mehmet bu boykota gönüllü katılmıştık. Yurt müdürü ertesi gün bizi toplayıp tatlı sert bir konuşma yaptı. Yemek menüsünde bir düzelme olmuştu ama sonradan yine bildiğini okumaya başladı. Sabah kahvaltılarda genellikle çay peynir, zeytin ve reçeldi. Sabah kalk 06.30 da başlıyordu. Ve kahvaltı servisi o saate hazır oluyordu. Ayni zamanda sabah mütalaası da oluyordu. Her mütalaada bir öğretmen bulunuyor, sorularımıza cevap vermeye çalışıyordu. Ve kahvaltı sonu kitaplarını kapan herkes hızla okullarına doğru yola çıkıyordu.
Yurtta Sanat enstitüsü, Ticaret lisesi, Balıkesir lisesi, Koray lisesi ve imam hatip öğrencileri vardı. Ayni okulların kız öğrencileri de kız yurtlarında kalıyorlardı.
Bugünün koşullarında şanslı çocuklardık, Yakın kasaba ve köylerde oturan ailelerimiz bizleri okutmak için büyük bir özveriye giriyorlardı. Bazı arkadaşlara bulunduğu yerdeki fabrika veya iş yerlerinden burs verilmişti. Örneğin Çan’dan gelen arkadaşların yarısı bursluydu. Okul seçimi ailelerin içinde bulunduğu durumu gösteriyordu. Çocuğunu liseye göndermek demek o çocuğu üniversiteye gitmesine, yani daha iyi eğitim alarak iyi bir meslek sahibi olmasının önünü açacağım demekti. Meslek lisesine gidenler ise kısa yoldan hayata atılmak istiyorlardı. Yurda alışmıştık, boş zamanlarımızda geziyor Balıkesir’i tanımaya çalışıyorduk. Ben Balıkesir’in eski mahalleleri, bu mahallerde ki eski, tarihi evleri geziyor, onları seyretmekten büyük haz duyuyordum. Balıkesir saat kulesinin arka sokaklarında tarihi evler çoktu, daha yukarı çıkınca, yukarıda tarihi büyük bir taş bina vardı, onun yan tarafında da Balıkesir’in meşhur lisesi. Balıkesir’in zengin aile çocuklarının gittiği bir okuldu. Daha çok zenginler İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e gönderiyordu çocuklarını. Biraz daha gidince çamlık başlıyordu. Burası Balıkesir’in seyir tepesiydi. Tam tepede bir gazino vardı. Ama bizim oraya gidip oturmak, bir şeyler içmek, yemek gibi lüksümüz yoktu.
Genelde bir çamın altına oturur buradan Balıkesir’in ovaya nasıl yayıldığını seyrederdik. Şu büyük cadde Milli kuvvetler caddesi, onun sonunda Balıkesir garı, sağ tarafta yeni yapılan Vilayet binası, sağ tarafta Balıkesir stadı, Balıkesir parkı ve bizim okulumuz. Sanat okulu. Çok daha ileride Balıkesir ovasınla bütünleşmiş, zor fark edilen yeşillikler içinde hava alanı vardı. Bazen burada uçakların inip kalktığını görebiliyorduk. Sol taraf dönüp baktığında İstanbul – İzmir yolu şehri baştan sona kat ediyordu. Susurluk Bursa yoluydu bu yol.. Değirmen boğazına gelince yol, burada tepelerin arasında kayboluyordu. Değirmen boğazı Balıkesir’i mesire yeriydi. Bahar geldi mi burası mangalcıların istilasına uğruyordu. Hiç gitmemiştim. Belki bir hafta sonu arkadaşlarla gideriz. Çamlık’ta hafta sonları piknikçilerle, mangalcılarla doluyordu. Kızlı erkekli gruplar gelir, ip atlar. İstop ve voleybol oynarlardı. Burası arabası olmayanların tercih ettiği yerdi. Hafta içi genelde, okuldan kıranlar, kız arkadaşını alıp, hiç masraf etmeden gözden ırak bu yerde baş başa kalırlardı. Aşıklar sessiz,sakin bir kenara çekilir. Baş başa kalmanın mutluluğunu yaşardı. Ayni zamanda şarapçıların, biracılarında mekanıydı burası, onlarda biralarını, şaraplarını alır, çam ağaçlarının altında sefa yaparlardı. Bize büyüklerimizin tavsiyesi. Burasının tekin bir yer olmadı önerisiydi. Tabii biz grup halinde, kalabalık gittiğimiz için bu endişeleri silip atardık kafamızdan.
İl dönem karnemiz aldığımızda dört zayıflı karnem hepimizin moralini bozmuştu. Meslek derslerim iyiydi ama, diğer derslere uyum sağlayamamıştım. Matematik, Fen, Mekanik ve Teknik resim. On beş günlük tatilimi Susurluk’ta geçirirken başım hep önüme eğik gezdim. Utanıyordum bu zayıflardan. Annem çok kızıyordu. Babamsa ‘’ikinci dönem toparlar benim oğlum’’ diyordu. Onlara mahcup olmamam gerektiği kafamın içine iyice kazınmıştı.
Bazı arkadaşların ders çalışmak için şehir kütüphanesine gidiyorlardı. Ben de gittim Anafartalar caddesinde şehir sinemasına gelmeden sağ taraftaydı, arkasında bahçesi olan küçük sevimli bir yerdi. İçeride kızlarında olması beni oraya çekti. Üye olarak hafta sonları sinema saatlerine kadar yani sabahları saat 10.00 - 12.00 arası buraya gitmeye başladım. Öğleden sonra öğrenci matinelerine gidiyorduk. Bir de cumartesi akşamları kervansaray otelde çalan orkestrayı dinlemeye. Otele gitmek bizi için imkansız olduğundan, otelin yakını da bir yere siner sessizce orkestranın çaldıklarını dinlerdik. Bir de İzmir yolu demiryolu kenarında yazlık çay bahçelerinin yanında orman bölge şefliğinin yanında şehir kulübü vardı, orada da hafta sonları caz olurdu, yani orkestra. Oradan da kulağımıza güzel müzik sesleri gelirdi. İkinci dönem biraz sıkı çalışınca derslerimi toparlamaya başladım. Kel Teyfik hocanın dersi fen bilgisi tehlike çanları çalan derslerin başında geliyordu.
Soğuk günler yerini yağmurlu günlere bıraktı. Balkaya pastanesine takılmaya başlamıştık. Burası kızların uğrak yeriydi ama bize pasveren yoktu. Çan’lı Kazım arkadaşımız çarşıda gezerken laf attığı kızlarda zamanla onu tanıyınca başladılar Kazım’a takılmaya ‘’ ‘’Bu gömleği, pantolonu hangi kız arkadaşın ütüledi diye. Ayağındaki pantolon da sırtındaki gömlekte kırış kırıştı hep. Ne yapsın akşam yatarken pantolonunu yatağın altına düzgünce koyar, yatak ütüsü yapardı. Oysa yurttaki bakıcı kadın isteyenin gömlek ve pantolonlarını uygun bir fiyata ütülüyordu. Ama onların buna verecek parası yoktu.
Bende ilk kolalı yakalı gömleği burada giydim. Çok rahatsız ediciydi, boynum yara olmuştu.
Bu sene yapılan altın mikrofon yarışmasının bir ayağı Balıkesir de olacaktı. Mertcanla bilet alarak gittik. Cem Karaca’nın Emrah şarkısını o yarışmada dinlemiştik. O günlerin Grupları Mavi ışıklar, Beyaz kelebekler, Duruk gence 5.lisi. Oya German, Kanat Gür. Apaşlar. Dario Moreno gibi şarkıcılardı.
Bazı akşam üstleri milli kuvvetlerde turlarken caddede ki tek müzik evinin vitrininin önüne her zaman dikilir dakikalarca buradaki müzik aletlerine bakardım. Sol köşede asılı duran gitarla bakışır birbirimize bir şeyler söylemeye çalışırdık. O benim hayalimdi. Çok istiyordum bir gitarım olmasını. İlk ve Ortaokulda bir mandolinim olsaydı belki çalmasını öğrenmiştim şimdi. Birçok Zeki Müren şarkılarını ezbere biliyordum. Hafta sonu evde olduğum bir akşam bizim o radyodan bir şarkı geldi kulağıma, bu Ortaokulda Hüsnü’nün Müzik dersinde söylediği şarkıydı. Şevket Uğurluel orkestrası çalıyordu. Not respansible şarkısı, nat nat nat nakaratları gece yatağımda beni yalnız bırakmıyor, uykularıma ortak oluyordu. Annemin sık sık ‘’kıs şu radyonun sesini be Oğlum’’ lafını hiç duymuyordum. Ve sonra Radyodan ve Balıkesir parkındaki gazinolardan She loves you ye ye ler kulağımı okşamaya başladı. Beatles kelimesini ilk duyduğum senelerdi. Ah bir radyom olsaydı kendi başıma dinleyebilecek.
Hafta tatili bitince Pazar akşamı yurda döndüm. Bazı arkadaşlar sabah direk okula gelip, okul dönüşü yurda geliyorlardı. Yurtta gelip odama geçtikten sonra, biraz yatağıma uzandım. Yarın yazılı vardı Fen bilgisinden, haftaya hazırlıklı olun demişti hoca. Muhtemelen yarın yapacaktı. Hafta sonu olduğu için yemek salonu boştu. Aşçıdan yemek istedim. Şansıma güzel bir yemek menüsü vardı. Hem de İzmir köfte, pilav ve revani. Karnımı bir güzel doyururken Mertcan geldi yanıma o da Akçay’dan geliyordu. Hoş geldin Meto dedim. Hani yarın gelecektin. ‘’ Vallahi burasını özledim ya. orada canım sıkıldı’’. Afiyet olsun deyip kalktım.’’ Kitaplarını al beraber çalışalım.’’ Bu şarkıyı dinledin mi derken başladı mırıldanmaya. ‘’Şabalabadap dubul duba..
yeah..Corcina.. ‘’Oh dedim sen yeni mi duydun.’’ Marc
Aryan dedim Giorgina..
Mütala salonuna gidip biraz ders çalışacaktım ya. Hızla merdivenlere yöneldim. Şaban beyin odasının yanından geçerken bu kez içerden gelen müzik sesi dikkatimi çekti. İçerde bu akşam Şaban bey yoktu. Nöbetçi hocada yoktu. Aydın abi vardı, Şaban beyin oğlu. Sanırım bu akşam babası onu nöbetçi bırakmıştı. Bizden büyük, uzun boylu, siyah saçları kulaklarını kapatıyordu. Sanırım üniversiteye gidiyordu Aydın. Onu bu ara sık sık görüyordum babasının odasında. Herhalde bu ara okulu tatilde. Radyodan gelen müzik sesi, ayni zevki paylaştığımızı fısıldıyordu bana. Odanın yan tarafında durup kapıdan hafif dışarı kaçan müziğe ortak oldum. İçeri başımı uzatıp, ‘’Biraz sesini açar mısın Aydın abi’’ dedim. Esasında bu ona bir mesajdı, ben de ayni müziği seviyorum, seninle ayni zevkleri paylaşıyorum demekti.
Masasının üzerinde bir gazete ilavesi dikkatimi çekti. Milliyet Müzik yazıyordu.
‘’Bakabilir miyim Aydın abi’’ ‘’tabii dedi otur da bak’’ dedi. İki sayfalık ilavenin her sayfasında müzik vardı. Haftanın şarkıcıları, Haftanın müzikleri, Dünya müzik listeleri. Türkçe ve yabancı şarkı sözleri. Bir köşede İtalya da yapılan San Remo şarkı festivalinde birinci olan şarkı, şarkıcı ve sözleri vardı. Millet gazetesinin müzik ilavesi çok hoşuma gitmişti. Tarihine baktım bugünkü gazete idi. Hemen ilaveyi bırakıp. ‘’İyi akşamlar abi dedim. Hemen dışarı attım kendimi. Hava kararmış, hal’in çevresi bugün pazar olduğu için bomboştu. Doğru kapalı çarşıdaki gazetecinin önüne gittim. Gözüm gazetelikteki gazeteleri tarıyordu. Milliyet en üstlerdeydi. Elime aldığım da ilk baktığım şey müzik ilavesiydi. İçinde olduğunu görünce rahatladım. Mütala salonuna nefes nefes girdiğimde Mertcan sessizce ‘’Nerde kaldın ya’’ dedi. ‘’Oda da yoktun.’’ Pazar akşamı olduğu için mütala salonun yarısı boştu. Buradaki arkadaşlarda evleri uzak olanlardı.
Dursunbey, Bigadiç, Kepsut, Edremit’i Çan gibi. Örneğin Mertcan’ın şu anda Mertcan’ın tam karşısında oturan ayni sınıfta olduğumuz arkadaşım Ahmet Bıldır Dursunbey’li idi. Bir de Bigadiç’li Arif vardı. O da bizim sınıftaydı.
‘’Bak‘’dedim sessizce müzik dergisini koydum masanın üzerine ‘’içinde neler var neler’’ Fen bilgisi kitabını sessizce yana alırken usulca yanındaki masaya iliştim.
Müzik ilavesini incelerken bir yerde durdu. ‘’Ohh bak ne var’’ bana Animals grubunun resmini ve bu günlerde en çok dinlenen şarkısının sözlerini gösteriyordu. ‘’Don’t let me be me understood.’’
Saat 10 30 da mütala bitince hep beraber bu şarkıyı söylemeye başladık. O ayni zamanda masa üzerinde ritim tutuyor, ağzınla da gitar sesi çıkarıyordu. Tabii ki bizi yaptığımız müziği pek anlayan yoktu. Odalardan uyarı sesleri yükselmeye başlayınca bu mini konseri kesmek zorunda kaldık.
Okulda öğle paydoslarında en büyük tutkumuz, motor atölyesinin arkasındaki bahçede futbol oynamaktı. Maçlar kıran kırana geçiyordu. Bazen aramıza Naim hocada katılıyordu. Tekin hoca atölye şefiydi. O tatlı otoritesiyle hepimizi hizaya getirmişti. Yeğeni Ayhan’da bizim sınıftaydı. Bir sabah hiç beklemediğimiz anda, hepimizi atölyenin içinde sıraya dizdi. Cepleriniz boşaltın. Şok olmuştuk. Herkes ceplerinde ne varsa, tezğahın üstüne koysun. Nisanın sonuydu, yağmurlar gün aşırı devam ettiği günlerdi. Hava ısınmaya başlamış, kravatlarımız cebimizde gezmeye başlamıştık. Bugün sınıfta 15 kişiydik, yani tam mevcut. Ama hocam, mırıldanmaları sökmedi. Üzerimizde yasak tabir edilen Bıçak, sigara ve porno dergi dışında bir şeyin çıkma olasılığı yoktu. Bir de hap kullanımı var demişlerdi. Bir akşam yurtta muhabbet ederken hap lafı geçmişti. Bazı arkadaşların gece uyumamak için hap alıyoruz demişti. O da sınavların yoğun olduğu haftalarda.
Ortaokulda bu çeşit aramaları çok yaşamıştık. Bu okulda ilk’ti bu arama. ‘’Bu genel bir aramadır çocuklar ’’ dedi. Tekin Hoca. ‘’Şu anda tüm okulda yapılıyor. Ama ben size güveniyorum, geçen haftaki olaydan sonra aklınız başınıza gelmiştir umarım.
Geçen hafta ne mi olmuştu. Bir an hepimiz için çok ilginç olan, o olaylı güne dönelim. Yine sabah atölyedeyiz. Tekin Hoca atölye de yalnız. Diğer hocalar nazari derslerde. Çocuklar bizim bir saatlik bir toplantımız var, sizler verdiğim işlere devam edin, gelince kontrol edeceğim. Hoca gidince biz atölyede mengeneye bağladığımız bir demir malzemeden eğe kullanarak pense yapamaya çalışıyorduk. Ayhan beni, Şişko Ali’yi ve Kadir’i çağırarak ‘’Hadi gelin’’ dedi ‘’bir yer buldum, birer sigara içelim.’’ Kadir başını hafif eğerek göz kırpar gibi yaparak tamam dedi. ‘’Sigara var mı’’ dedim ben de. Ayhan ‘’hallederiz’’ dedi. Diğer arkadaşlar tezgahının başında elindeki demiri eğelemeye devam ediyordu. Ayhan dayısının odasına girdi. Tekin Hoca dayısı olduğu için o odaya girmekte tereddüt etmiyordu. Bir anda odaya girip çıktı. ‘’Hadi’’ dedi. ‘’Gidelim.’’ Tezgah başındaki arkadaşlara el sallayarak ‘’Arkadaşlar biz tuvalete gidiyoruz.’’
Motorhane ana binadan ayrı bağımsız yeni yapılmış bir binaydı. Bazı odaları henüz döşenmemişti bile. Bu bölümde sadece iki sınıf olduğu için, şu anda binanın yarısını elektrik atölyesi kullanıyordu. Ders saati olduğu için bahçeye çıkamazdık, Tuvaletlerde tehlikeliydi. Geçen hafta elektrik atölyesinden yakalananlar vardı. Büyük bir salonumuz vardı. Toplantı, gösteri, etkinlik salonu olarak kullanılacaktı. Yüksek bir sahnesi vardı. Ahşaptan yapılmış. Perde olmadığı için sahne çıplaktı. Burada sigara içilmezdi. Fakat sahnenin altı boştu, alçak bir kapısı vardı. Tahta kapıyı aralayarak içeri baktı, karanlık ve geniş bir yerdi. Ayhan ‘’gelin’’ dedi ‘’bizi burada kimse göremez’’ Dört kafadar sessizce sahnenin altına girdik. İçerde çömelerek duruyorduk. Ayhan cebinden çıkardığı dört sigarayı bizlere uzattı. Birinci kibrit yandığı gibi söndü, ikincisi içerisini oldukça aydınlatmıştı. Sigaradan her duman çekişimizde içerisi hafif aydınlanıyor, birbirimizi sadece sigaralarını görebiliyorduk. Çok sessiz konuşuyorduk. Bir ara kapı açılıp kapandı gibi bir ses duyduk. Sessizce bekledik sonra ses kesildi. İçerisi duman olmuştu. İkimiz sigaramız bitirmiş ayaklarımızın altında izmariti söndürmüştük. On beş dakika ya oldu ya olmadı. Dışarıda sesler gelmeye başladı. Ses gittikçe artı Salonda birkaç kişi vardı sanki. Son sigaralarda söndürdükten sonra, korku içinde beklemeye başladık. Sesler kesilse de bir an önce çıksak buradan diyorduk.
Sesler iyice yaklaştı. ‘’ Hocam sahneden duman geliyordu.’’ Nerden oğlum’’ dedi tanıdık bir ses. ‘’Bak hocam hala duman var. Salonun dış kapısından içeri giren ışığın çizdiği ışık koridorunda sigara dumanları hala havada uçuşuyordu.
‘’Sen git bir yangın tüpü daha getir.’’ Okulun görevlisi dumanı görünce Elektrik atölye şefine haber vermiş, o da hemen müdürü aramıştı.
‘’Herhalde elektrik kısa devre yaptı. Ama daha tutuşmamış. ‘’ Bir ses Biz içerde tavuk gibi tünemiş, başımıza gelecekleri korku içinde beklemeye başlamıştık. İçimden nerdeyse itfaiye gelecek dedim. Hepimiz sigaraları söndürmüştük. İçerde yanan bir şeyde yoktu. Kapıyı açarlarsa yandık, hepimizi okuldan atarlardı. Eğer atılırsam babama anama ne derdim onlara.
Otoriter bir ses sanırım okul müdürü. ‘’ Hocam dedi her tarafı inceleyin, Sonradan alev alıp başımıza iş çıkarmasın.’’ Bu gün burada işçiler çalıştı mı’’ Yok müdür bey bugün buraya gelen olmadı. ‘’ Müdür bey sahne perdesi için ölçü alacaklardı. Ben geldiler mi diye bakmaya geldim. Daha kimse gelmedi.’’ dedi olayı ortaya çıkaran okul müstahdemi
’’ Sen yangın söndürücü ile bekle burada.’’ Belki bir ödül bile verebilirlerdi ona, Binanın yanmasını engellemişti.
‘’Sahnenin altını iyice kontrol edin. Elektrik kablolarını gözden geçirin.’’
İyice yaklaşan sesler karşısında birbirimizin ne halde olduğu, suratlarımızın ne hale gediğini karanlıktan göremiyorduk. Bizim müstahdemin sesi kesilmiş, sadece ayak sesleri onlara yaklaşıyordu. Sahne altı kapısı hafifçe çekildi. Uyduruk bir kapı olduğu için, kilidi falan yoktu. Kapının altı zemine sürtüyordu. Kapı aralandıkça içeri her ışık hüzmesiyle endişeler, korkular giriyordu, birbirimizin yüzlerini görüyorduk artık. Bu yüzler biraz önce şen şakrak muhabbet eden yüzler değildi. Hepimizi bilmiyorum ama ben çok korkuyordum. Bin pişmanlık içindeydim. Ayhan’ın dayısı onu belki kurtarırdı ama biz ne olacaktı. Hocamızın yüzüne nasıl bakacaktı. Disipline verirlerse eve ne diyecektik. Savunacağımız hiçbir şey yoktu. Sahnenin altında sigara için dört öğrenci. Belki bizi okulun ilk toplantısında, bayrak merasiminde ortaya çıkaracaklar, bu arkadaşlarınız var ya bu arkadaşlarınız. Okulu yakacaklardı. Bu sorumsuz arkadaşlarınız. Kapı iyice açıldı, kaçacak, kendimizi gizleyecek bir yer bulamamıştık, kapana sıkışmış dört fareydik. İçeri eğilerek adımını atanı biz görüyorduk ama onun gözleri ışığa alışamadığı için bizi tam göremiyordu. Biraz daha köşeye sinelim derken, birimizin ayağı bir kutuya değince.
‘’Hocam içeriden sesler geliyor’’ Geriye dönüp ‘’fener, çakmak kibrit var mı’’ kedi de olabilir’’
Kapıdaki gölge geri gidip kayboldu. Tamam dedim içimden inşallah geri gelmez. Daha içimdeki düşüncelere nokta koymadan kara gölge kapıyı kapatınca içerisi yine zifiri karanlığa bürünür bürünmez, parlak bir şey gezindi havada ve bir çakmak sesi.
Çakma ışığı gün ışığı gibi aydınlatmıştı bu küçük sahne altını, ilk şoku o yaşadı, belki de korktu dört çift endişeli bakışlarla karşı karşıyaydı artık. Çakmağı biraz daha ileri tuttu.
‘’Hocam burada birileri var’’
Eğilerek o dar kapıdan başımız önde sıra ile çıktık. Ben nasıl çıktığımı karşımızda kimler vardı hiç hatırlamıyorum. Ayaklarım yürüyordu, hem de titreyerek. Karanlıktan ışığa çıkan gözlerimi bir türlü açamıyordum, belki de açmak istemiyordum. Bu utanç anı nasıl bir sonla neticelenecekti. Düşünmek bile istemiyordum. Bu birkaç saniyelik zaman dilimine neler sığmıştı neler. Okuldan mı atılırdık, ceza mı alırdık, dayak mı yerdik bilemiyorum. Tüm bunlar içerideki bekleyiş anında bir bir içimden geçenlerdi. Mutlaka babamı çağırırlardı. O gelemezse Annem mutlak gelirdi. Beni ne şartlar altında buraya göndermişlerdi. Okul masrafı yurt masrafı.. Zaten zor idare ediyorlardı. Ev de daha üç çocuk okumak için sıra bekliyorlar. Ah bu nalet sigara, Ortaokulda ayni haltı işlerdik. Babamım sigara paketinden tek tek sigara aşırmaları haddi hesabı yoktu. Ortaokulun alt tarafındaki sokaktaki bakkaldan tek tek sigara alıyorduk. Sonra mezarlığın yanındaki çayırda ağaç altında bu sigaraları bir güzel tüttürüyorduk.
Bedenci Refik hoca yakalamıştı bizi bir gün bir güzel dayak yemiştik. Ama müdüre söylememişti.
’’Doğru odama’’ dedi bir ses. Ses tanıdıktı yüzüne bakamıyorduk.
Utançtan kıpkırmızı mıydı suratlarımız yoksa kapkara mı. Şişko Ali koca gövdesiyle önümde yürüyordu. Zaten kırmızı olan o elma gibi tombul yanakları acaba ne kadar kızarmıştı.
’’Müdür bey ben gerekeni yaparım sen merak etme’’ dedi. Tekin bey.
Biz sessiz adımlarla Tekin beyin odasına giderken, başımı hafif kaldırıp baktığımda, diğer hocalar hızla salondan uzaklaştı. Tekin hoca kızgın ve kapkara bir suratla bizi takip ediyordu. O da girince tek sıra halinde masasının karşısına dizildik. Hepimiz korku içindeydik. Ya Ayhan dayısının güvenini sarsmış onu rezil etmişti. Belki dayısı okutuyordu onu. Anne babasının yüzüne nasıl bakacaktı. İçeride sinirli sinirli gezindi. Ne söyleyecekti, dövecek miydi. Oturdu kalktı kararsızdı Ayhan’ın karşısına dikildi, elleri iş önlüğünün cebindeydi. ’’Hiç utanmadın mı be oğlum’’ dedi. ’’Hiç beni de mi düşünmedin.’’
Eyvah dedim başımıza gelenlere başımı öne eğmiş bir an dalmıştım korku tünelinin içine, olacaklara doğru hızla koşmaya başlamıştım. Acaba dedim önce kimden başlayacak derken, Ayhan’ın sol yanağına bir tokat, bir tokatta öbür yanağına. Ayhan ahça pakça topalak bir oğlan, hazırlıklı olduğu için hiç sarsılmayacak dikilecek bir sütun gibi ayakta, elma elma olmuş yanaklarına iki tokat daha, İlk alevi Ayhan da harlamış Olan Tekin hoca bize doğru gelecek. Tombul Alin’in kırmızı yanaklarına da şimşekler çakacak, bir daha bir daha. Tekin hoca benim karşıma dikilince şüphesiz yorulacak, belki beni en ufacık görünce adet yerinde olsun diye iki tokatta bana, ama sert. O sert tokatıyla tanışınca gözlerim kapanacak, gözlerimde ki yaşlar aksam mı akmasam mı kararsızlığı içinde damdaki kiremitlerde akan yağmur damlaları gibi süzelecek yanaklarımdan aşağı, ’’vah yavrum vah nasıl da sigara içermişsin, bu bacak kadar boyunla.’’ iki tokat daha. Kafam bir anda bir sağda bir solda. O incecik bedenim sallanıp bir adım geri gidecek. Sol tarafta kalan başımdaki yaşlı gözler bir an Kadir’in bizler gibi hazin sonunu şahit olacak. Ve sonunda Kadirde kaçınılmaz sondan kurtulamayacak. Şak şak.
Gözlerimi araladığımda başım hala öne eğikti. Tekin hoca dışarı çıkarken ’’Sakın bir yere ayrılmayın.’’ Anlaşılan kocaman bir sopa aramaya gitti, odasında ufak bir sopası vardı, cetvel gibi, genellikle teorik derslerde ders anlatırken kullanırdı. Ara sıra kafamıza tıklardı ama öyle şiddetli vurma yapmazdı. Sadece ders anlatırken, uyuyanları, dalıp gidenleri uyarmak için kullanırdı. İçeri girdiğinde elinde sopa mopa yoktu. Masasına oturdu, kararmış suratında bizim için hayra yorumlanacak bakışlar yoktu. Eli hemen masanın üzerindeki sigarasına gitti. Sigara içecek sandım ama sigarayı alıp çekmecesini açarak içine koydu. Sanırım şu anda konu olan sigara ortalarda görünmesin istedi. Dört kafadar pür dikkat boyunlar eğik hala ayakta dikiliyorduk. Bu küçük odada bir anda çınlayan telefon zili, hepimizi daldığı karabasan hayallerden ayırdı, teneffüs zili bazen derslerin sıkıntılı anlarında kurtuluş çağrısı da olabiliyordu ya da beklenen iyi veya kötü haberlerin müjdecisi. Tekin hocanın odasındaki görüş sahamıza giren tüm eşyaları adeta ezberlemiştim. Masasının arkasında Atatürk tablosu, sol tarafta istiklal marşı, sağ tarafta Atamızın gençliğe hitabesi. Yan duvarda çelik bir dolap ve içinde dosyalar, üstünde bizim motor bölümü öğrencilerinin resimlerinin olduğu iki pano. Birisi sabahçıların, birisi öğlencilerin.
Telefonu yavaşça kaldırdı. Ahizeden gelen ses tane tane geliyordu ama biz anlayamıyorduk. ’’ Tamam müdür bey siz gidebilirsiniz, Naim beyle gerekeni yaparız, iyi yolculuklar.’’
Telefon ahizesini yavaşça telefonun üzerine bıraktı. Bize dönerek ’’oturun’’ dedi.
Arkamızda hepimize yetecek kadar klasik üzeri deri kaplı sandalyeler vardı. Ortaokulda bir sene beklemeye kaldığım sene, çalıştığım koltuk kaplama atölyesinde bu sandalyelerden yapıyorduk. Ben minderlerinin içine pamuk sünger koyuyordum. Sonra kambur dediğimiz, usta pamuğu ayarlıyor sonrada raptiye ile minderi kapatıyordu.
Sandalyenin bir kenarına iliştim. Hala korku ve endişe içindeydim kendimi nasıl savunacaktım. Ben de diğer arkadaşlarım gibi başım önde bekliyordum. Arkadaşlarımın da oturduğunu yan gözle gördüm.
’’Evet anlatın bakalım bu parlak fikir kimden çıktı.’’ Sigara içmek, bu genç yaşta, size hiç yakıştıramadım. Kadir sen bu zıpırların içinde en ağır başlı, en aklı başında olanısın.
’’ Sigara kimindi?
Başlarımız hala yerde ki karoların üzerinde, başımızı kaldırıp hocamızla göz göze gelemiyoruz. Bizden tık yok. Kadir de başını kaldırıp bir şey diyemiyor. Tekin hoca bu kez ayağa kalkarak daha sert bir sözle.
’’Ayhan sen söyle bu sigaraları nereden aldınız.’’
Bu cevabı Ayhan’dan başkası yanıtlayamazdı. Çünkü sigaraları o bulmuştu. Hiç birimizde onu ifşa etmiyorduk. Sonunda dayak ta olsa ağzımızdan onu ele verecek bir cevap çıkmayacaktı. Son günlerde okulda sigaraya karşı okul yönetimi sık sık aramalar yaparak önlem almaya çalışıyordu. İki hafta öncede Öğlenci tabir ettiğimiz 1/B sınıfında arama yapılmış, bol miktarda sigara bulunmuştu. Sigara yanında bıçak çakı gibi kesici aletlerde bulunmuştu. Bizim bölümde şimdiye kadar sigara yakalanmamıştı. Yurtta da sıkı bir kontrol vardı, ama bir yolunu bulup içenler sigaralarını saklayacak yer buluyordu. Okulda bizim hiç sabıkamız yoktu. Bu olay bizim ilk sigara içme suçu olacaktı. Ortaokulda öğle paydoslarında gizlice sigara içiyorduk. Bazen babamın sigara paketinde tek sigara alıyor, anlamasın diye içindeki sigaraları tekrar düzenliyordum. Sigara içtikten sonra karanfil alıp çiğniyorduk. Cidden bu yıllarda biz yaştaki kız ve ya erkek öğrenciler arasında yoğun bir sigara içme yarışı vardı.
‘’Ayhan sana söylüyorum. Sigarayı kim getirdi? Nereden buldunuz? ‘’ Tekin hoca bu sorunun cevabını biliyormuş gibi Ayhan’ı sıkıştırmaya devam edecekti anlaşılan.
’’Bak oğlum son defa soruyorum, sigarayı nereden aldın?’’
Ayhan iyice gevşemiş ağladı ağlayacak, ağzından bazı kelimeler çıkıyor anlaşılmıyordu, hoca anlıyor belki biz anlayamıyorduk. Şişko Alin’in kızarmış yanaklarını yan gözle görünce, bir korkuya kapıldım. İlkokul da Hikmet hocanın, Ortaokulda Mustafa Hocanın tokatları geldi aklıma. Dayak konusunda epey deneyim sahibiydim.
Kuzey kutbundaki buz kitleleri gibi birbirimize sırtımızı dayamış Tekin hocanın baskısı karşısında çözülmemek için son ana kadar direniyorduk. Ayhan ‘’Dayıcığım ben.. ben..’’ demeye başladı.
’’Dayı mayı yok oğlum. Öğretmenim var.’’
’’Sigaraları ben aldım. Sadece dört tane, dört tane. ’’
Ayhan çözülmüştü. ’’ Sen yokken almıştım.’’
’’Nereden almıştın ? ’’
Ayhan oturduğun yerden kalkarak, dosyaların olduğu dolabın alt çekmecesini gösterdi. ’’Burada bir paket vardı açık, oradan aldım.’’ kibritte vardı. Tekin Hoca son aramada yakalanan sigaraları bu çekmeceye koymuştu. ’’Buradaki çekmecede ha, ’’ dedi şok olmuştu. Bir anda suratının rengi isli isli yanan ocağın üstündeki tencere gibi olmuştu. Ayhan boş zamanlarında dayısının odasına girer çıkar, dayısının istediği şeyler olursa o alıp getirirdi. Onun odasında ne nerede o bilirdi. Tekin hocada çok sigara içerdi. Sigarasını hep masanın üstünde görürdük. ‘’Otur’’ dedi Ayhan’a. Elini sigara paketine attı, sanki sigara içecekmiş gibi geldi bize. Ama o paketi alıp çekmeceye koydu. Tekrar gözlerimizin içine bakarak sakin bir sesle.
’’Okulu yakacaksınız be ! Siz de hiç akıl yok mu’’
’’Bakın bu okulun ilk öğrencilerisiniz, İlk motorcularısınız. Sizler buraya yüzlerce öğrencinin içinden seçilerek geldiniz. Disipline mi vereyim ne yapayım sizi. Ananızın babanızın evine mi göndereyim sizi. Yazık değil mi onlara, Biliyorum ki hepsi yokluk içinde sizleri burada okutmaya çalışıyorlar. Babanızın parası olsa sizi buraya göndermezdi. Çok zeki olsaydınız burslu ya da yatılı bir yer kazanırdınız. Ama gördüğüm kadarıyla siz de bir şeyler var. Akıllısınız, zekisiniz ben bunu sizin bakışlarınızda görüyorum. Ama bu hareket yakışmadı size, hayal kırıklığına uğradım. Napayım döveyim mi sizi, yakışır mı sizin gibi gençlere. Hem de başkasına ait bir şeyi, almak söylemek istemiyorum ama hırsızlık gibi bir şey.’’
Biz bu tür basit hırsızlıklara kendi aramızda hırsızlık demezdik. Biliyorduk ki hırsızlık çok kötü bir şey. Yürütme derdik, aşırma derdik, tırıklama derdik. İlk mahalle çetelerini oluşturduğumuz ilkokul yıllarında, bağ ve bahçelerde meyve araklamaya giderdik. Daha sonra kitapçı Tahir hocanın dükkanın da Tom Miks, Teksas Red Kit gibi kitapları araklamaya başladık. Bu kitapları eve gizlice getirirdik. Bu kitapları para ile almak yasaktı. Zaten o yıllarda kitaba verilecek yeterli harçlığımız yoktu. Ben bunları düşünürken Tekin hoca devam ediyordu. ‘’Bilmiyorum ne olacak şimdi. Okul disiplin kuruluna verilebilirsiniz. Müdür bey dönünce belli olacak’’.
‘’Sizler benim bu atölyede ilk öğrencilerimsiniz, ilk göz ağrılarımsınız sizler nasıl savunacağım. Benim boynumu eğdiniz, beni utandırdınız.’’ Başımız önde sandalyelerimizde oturuyorduk. Dışarıda arkadaşların yüzüne nasıl bakacaktık. Ne salaklık ne manyaklık. Hocamız bir ileri bir geri bu küçücük müdüriyet odasında dolaşıyordu. Birden metalik bir ses çınladı kulaklarımızda Ders zili çalmaya başladı. Birden durup ‘’kalkın ‘’dedi. Hepimiz ayağa kalktık, tek sıra halinde duruyorduk. O da masasından kalkıp, masanın yan tarafında duran o meşhur sopasını aldı. Önce Ayhan’ın karşısına dikildi. Uzat elini, ‘’çat çat..’’ öbürüne de ‘’çat çat’’ Sıra bana geldiğinde elimin yandığını ilk anda hissetmedim, dakikalar sonra elim alev alev kavruluyordu.
‘’Yıkılın karşımdan’’
Dört kafadar kendini dışarı attığında, atölye arkadaşlarının meraklı bakışları ve soruları bizleri bekliyordu. Bu ders ve rezillik bize yetmişti, arkadaşların bizlere takılmaları günlerce sürdü. Yurda kadar gitti bu sigara hikayemiz. Günler endişe içinde geçiyordu. Her an ailemiz okula çağrılabilirdi. Ama o gün hiç gelmedi. Okulda gayet sakin birer öğrenci olmuştuk. Hocamız ne derse yapıyorduk. Bu olay benim notlarımı da etkiledi. Son yazılılarımda hiç zayıf yoktu.
Baharın gelişi hepimizi gevşetmişti. Boş zamanlarda arkadaşlarla parkta geziyor, kız peşinde dolaşıyorduk. Sanat okulunda kız olmayışı, kız arkadaşımızın olmaması hepimizin eksikliğiydi. Eziklik duyuyorduk. Hafta sonları daha çok lise ve öğretmen okulunda okuyan arkadaşlarla buluşup gezmek, onların çevresindeki kızlarla tanışıp arkadaş olmak istiyorduk. Ama kızlar bize pek yüz vermiyordu. Tek eğlencemiz sinemaydı, genellikle yeni açılan Şan sinemasına ve Yabancı film getiren Rüya sineması tercihimiz olurdu. Şehir sineması genelde Türk flimleri oynatırdı.
Sanat okulundaki ilk yılımda Karne elime tutuşturulduğunda üç zayıfla ikmale kalmıştım.
Şaban’ın yurdunda bir veda gecesi yaptık, kendi aramızda bir eğlenceydi. Yurttaki nöbetçi hocalarımızda katılmıştı. Saz çalan yetenekli arkadaşlarımız geceye renk kattılar. Biz de Mertcan’la kendi şarkılarımızı, yabancı şarkılar söylemeye çalıştık. Bizi anlayan pek yoktu. Ertesi sabah her birimiz sessizce valizlerini alıp evlerimize döndük. Seneye yurda gelip gelmeyeceğimiz belli değildi. Hele şu zayıf dersleri verelim, ikinci sınıf olalım.
Yaz tatili nasıl geçti diyecek olursanız. Tabii ki ikmale kalmam, sağda solda çalışmama engel oldu. Halamlarda ki on beş günlük Bursa tatilinden sonra evde bol bol ders çalışıyor havaları içindeydim. Sonunda üç dersi de vererek sınıfımı geçtim. Okumaya devam dedim.
Eylül gelmişti okul yollarına düştüm yine, oh be evden uzak kendi dünyamda özgürce.
Balıkesir’e gelmeden yurdumuzun yeni bir binaya taşındığını öğrendik. Herhalde yurt müdürü Şaban bey evlere mektup mu yazmış, telefon mu etmiş.
Saat kulesinin altındaki 6 Eylül caddesinde hükümete giderken dört yolun hemen sağındaydı. Tam çarşı için de. Üç katlı eski ahşap bir bina. Her taraf tahta İçeri bahçe kapısından giriliyor. Sağ zemin katta Müdürün ve öğretmenlerin odası, mutfak ve yemekhane.
İkinci kat ders salonu, ve yatakhaneler, üçüncü kat yatakhaneler. Artık tecrübeli öğrenci havasındaydık. Çünkü mini mini birler de vardı yurtta, yeni okula başlayanlar. Odamız üçüncü katta arka bahçeye bakan bir odaydı. Altı kişiydik. Ticaretten Mehmet, Yusuf, yeni gelen Rıdvan, Bizim sınıf arkadaşlarımız Mertcan, Ahmet ve ben.
Orta halli bir öğrenciydim. Japon Kemal’in bizlerden esirgediği yüksek notları alamasam da Cebir’i, sevmeye başlamıştım. Geometri ile aram bu senede iyi değildi. Ama dört ile beş arasında gezinip duruyordum. Fen derslerimiz ise adeta kabustu, kelçu dediğimiz Teyfik hoca bize kök söktürmeye devam ediyordu..
Üç ile beş arasında notlarım karnemin demirbaş kırmızı notlarındandı.
Bir gün okuldan erken çıkmış odamda dinleniyordum. Arka pencereye geldiğimde karşı evin penceresinde o esmer kızı gördüm. O da penceredeydi. Benim odada bağıra bağıra söylediğim şarkıya sanki eşlik ediyordu. ‘’Sitting in the park’‘tı söylediğim şarkı. Ou ou nakaratları odanın, yurdun duvarlarını aşmış karşı evin penceresindeki güzel esmer kızın dudaklarına yapışmıştı adeta.
Yurt buraya taşındığından beri dikkatimi çekiyordu. Araştırdım, Balıkesir lisesine gidiyordu. Saat kulesinin karşısındaki köşedeki kafeteryaya uğramadan evine gitmiyordu. Lisenin orta kısmına gidiyormuş. Sadece karşıdan tatlı gülümsemelerdi bu sıcak ilişki. Pencerenin önünde onunla kesişirken, odanın kapısı açıldı. İçeri Rıdvan hızla girdi. Ticaret lisesi bire gidiyordu. Balıkesir köylerinde gelmiş, yol yordam bilmeyen çiğ bir tipti. Bize hiç uymazdı.
Ben karşımda bir dinleyici bulmuş şarkıma devam ediyordum.
‘’Keser misin, ders çalışacağım ‘’ demez mi.
Ne o Rıdvan daha erken idare et dedim. Yengen olur.’’ ‘’Muhabbetimize tuz biber ekme sohbete...’’ ‘’Etsem ne olur’’ demez mi..
‘’Bak kardeşim git dersini aşağıda salonda çalış.’’
‘’Gitmezsem ne olur.’’
Hızla yatağında atlayıp aralık olan odanın kapısını kapattı. Pencereye yaslanmış kız arkadaşımla bakışan bana doğru yönelip ‘’Kes artık şu zırvalamayı’’ Tepem atmak üzereydi. Geriye döndüğümde benden iri, güçlü kuvvetli bu köy çocuğu horoz gibi başımda beni gagalamak için bekliyordu.
‘’Rıdvan git işine be kardeşim..’’
Artık birbirimizi itelemeye başlamıştık. O itiriyor ben itiriyordum. Beni tutsa suyumu çıkaracak bir fiziğe sahipti. Sonradan isminin Semra olduğunu öğrendiğim kız arkadaşım pencereden bizi izliyordu.
Konuşmuşluğumuz falan yoktu ama. Bir kere tostçu da sıra siz de buyrun demiş ve o da bana gülümsemişti.
‘’ Rıdvan kardeşim ayıp oluyor, bak oda arkadaşıyız. İteleyip durma’’ ‘’İtelesem ne olur’’ Kurduğu cümleler buydu.
Bahçenin kenarındaki ağaçların yaprakları rüzgarın etkisiyle hışırtılarını artırmaya başladı. Sonbahardı mevsim, sararan yaprakların her bir tanesinin yerle buluşması, aylarca kendisine yarenlik eden dallarına veda edişi, Semra’nın penceresindeki görüntüyü daha da berraklaştırıyordu.
Ara sıra ona dönüp bakıyor başıma musallat olan bu çiğ anlayışsız çocuktan nasıl kurtulacağımı düşünüyordum. Oda kapısına sırtını dayamış, benim çıkışımı engelliyordu. Kale gibiydi önümde, bir vursa yere yapıştırırdı beni. Ne olur, ne olur nakaratları dudağına yapışmıştı adeta, dövüş sahasına salınmış iki horoz gibi birbirimizi iteliyorduk.
Okuldan dönüyorduk arkadaşlarla, bu kez parktan gidelim dedik. Balıkesir parkının demiryolu tarafındaki futbol sahasında yurt maçları vardı. Balıkesir de ki öğrenci yurtları futbol turnuvası düzenlemiş, maçlarını bu sahada oynuyorlardı. Toprak sahanın içine girdik. Ben ve arkadaşlarım Atatürk anıtı tarafındaki kale direğinin dibinde maçı seyrediyorduk, arkadaşlarda çevremde. Karşı takım hücum da. Sert bir şut kaleye doğru. Sağ direğin dibindeyim, kale direğine yaslanmış vaziyette. Top direğe çarpacak gibi veya direği yalayarak dışarı çıkacak, o anda ne gerekse ayağımı uzattım. Hızla gelen top ayağımın sadece ucuna değdi ve hızla yön değiştirerek doğru kaleye..
GOOLL…
Karşı takım ayakta. gol kutlamaları. Herkes sarmaş dolaş, bizim taraftaki takım itiraz ediyor. Bende ne işim varsa penaltı noktasındayım. Gölü ben atmış gibi kutlamaların arasındayım. Havada uçan birini gördüm bana doğru geliyordu. Sonra da gökteki yıldızları. Bir yumruk iki kaşımın arasında patlamıştı. Toprak saha ile bütünleşen bedenimi kim yerden sıyırıp aldı hatırlamıyorum.
Birisi yakama yapışmış. ‘’ Topa dokundun mu’’ diyordu.
İtirafım sahada çıkacak olan büyük bir arbedeyi önledi sanırım. ‘’Evet dedim Top dışarı gidiyordu ben ayağım dokununca içeri girdi gol oldu.
Yerden kaldırmışlardı beni son savunmamı yaparken.
Rıdvan da bir çaksa yerden kalkamazdım. Narin ince bileklerimi bir tutsa çıtır çıtır kırardı.
‘’Rıdvan hadi kardeşim git işine’’
‘’Gitmesem ne olur.’’
Komşu kızı Semra karşı pencere de. Başımın döndüğünü kendimi kaybettiğimi hatırlıyorum. Beni itelerken yüzüne bir yumruk, kendine gelmeden seri kroşeler, sağlı sollu. Ne olduğunu anlayamadı. Pencerenin yanındaki yatağa yığıldı. Son duyduğum ses ‘’ Vurma abi’’ idi. Ağzı burnu kan içindeydi. Üzerinden kalkıp kapattığı oda kapısına yöneldim. Kilitli kapıyı açarak attım kendimi salona.O koca beden nasıl oldu da yatağın üzerine yıkılmıştı. Yan odadan gürültüyü duyan arkadaşlar odaya girmiş, Rıdvan’ı kaldırarak lavaboya götürmüştüler. Ağzını burnunu yıkamışlar.
Bende merdivenlerden aşağı inerek yurdun bahçe kapısından kendimi sokağa attım. Ağzımda
“Sitting in the park” şarkısı.
O kız, penceredeki güzel esmer kız sadece bakışmalara dayanan hayali aşk, her gün başka bakışlar, başka sevdalar peşinde koşan bende güzel bir anı olarak kaldı. Bir de bu şarkı.
“Eylül geldi yine sende döndün şehre, kararmış renginle komşu kızı”
Şaban hocanın yurdunda mutluyduk. Bazen yemekleri beğenmesek te, bazen yönetimle atışsak ta, arkadaşlarla ve yurtta ki görevli hocalarla aramızda saygı ve sevgi çerçevesi içinde sıcak bir ilişki vardı.
Balıkesir de biz öğrenciler için gidecek yerler pek yoktu. En büyük zevkimiz parka gidip oturmak, ya da İzmir yolunda ki aile çay bahçelerinde soğuk bir gazoz içmek, akşam yürüyüşüne için gezinenleri izlemekti. Yurda dönüş saatlerimiz hafta sonu gece saat on bire kadar uzuyordu. Yani sinema bitiş saati. Mertcan’la ve Balıkesirli Zeki ile bazı akşamlar Hotel Kervansaray önüne gelir burada bahçede çalan orkestradan gelen müziği dinlerdik. Solistleri Rober dedikleri gözlüklü uzun boylu esmer bir çocuktu. Biz ona Roberta derdik. Fovari şarkıları Aline, Capri C’est fine hayranlıkla dinlerdik. Bazı akşamlar şehir kulübünde ve demir yolları lokalin de düğünler olur, bahçelerine girebilirsek onların çaldığı müzikleri dinlerdik. Milliyet gazetesinin düzenlediği Altın mikrofon yarışmaları bu yıllarda başlamıştı. Yeni açılan şan sinemasın da Cem Karaca’nın Emrah şarkısını burada dinlemiştim. O sene o şarkı birinci olmuştu.
Bir cumartesi akşamı yurttaki arkadaşlarla Vasfi Uçaroğlu orkestrası Berkant ve Bayan bacak Serpil Örümcer’in konserine gittik. Sinema tıklım tıklımdı. Solistlerinin arasında sonradan Vasfi Uçaroğlu’nun Karısı olan Kamuran Akkorda vardı. Çok güzel bir konserdi. Seyirciler yerlerinde duramıyor, salon çınlıyordu. Mini eteğiyle sahneye çıkan Serpil Örümcer o günlerin en popüler şarkısı Samanyolunu söyleyen Berkant’ın bile önüne geçmişti. Konser arasında Balıkesir de yeni açılan bir mağaza hediye çekilişi yaptı. Sırayla hediyeler geliyor ve torbadan koltuk numaralarının yazıldığı biletler okunuyor, hediyeler kazanan seyircilere gönderiliyordu. Sıra Vasfi’nin davul şovu eşliğinde en büyük hediyeye geldi. Salondan çıt çıkmıyordu davul şovunun sonunda zile vurulan son bagetle birlikte sunucunu ağzından çıkacak elimizdeki numarayı heyecanla beklemeye başladık. Bayan sunucu numaraları tek tek okuyor salondaki heyecana heyecan katıyordu. Numara tamamlanmış salondan çıt çıkmıyordu, bazı seyircilerden tüh be iki numarayla, bir numarayla kaçırdık sesleri çıkıyordu.
Elimde tuttuğum biletime baktığımda kendimden geçtim, bu numara benim numaramla ayniydi. Koltuğa kilitlenmiş kalmıştım. Arkadaşım ‘’Bu senin numaran ya’’ demese yapıştığım koltuktan kımıldayamayacaktım. O benden önce fırlayıp ayağa kalktı, benim elimi yukarı kaldırıp ‘’Burada’ dedi.
Koltuğumdan nasıl ayağa kalktığımı hatırlamıyorum. Salon alkıştan çınlıyordu. Alkış devam ederken salondan sahneye, sahneye sesleri yükselmeye başladı. Artık ben, ben olmaktan çıkmıştım. Bayan sunucu bu ısrarlar karşısında beni sahneye davet etti. Arada bir yerde olan koltuğumda kalkarak seyircilerin arasında yavaş yavaş sahneye doğru yürümeye başladım. Heyecanım yavaş yavaş yatışmış salonun havasına uymaya başlamıştım. Ama hala bacaklarım titriyordu, yan tarafta kulis girişine yönlendirildim. Oradan sahneye.
Bayan sunucunun yanına nasıl geldiğimi hatırlamıyorum. Mikrofonun önündeydim. Salona kırpışık bakışlarla baktığımda heyecanım kat kat arttı. Seyirciler bani alkışlıyordu. Hafif eğilerek selam verdim.
‘’Gecenin sürpriz en büyük hediyesinin talihlisi bu genç kardeşimiz. Onu tekrar kutluyorum. Bir alkış daha.
Sizi tanıyalım sorusuna ne cevap verecektim. Gençlik hayallerimde hep böyle sahne vardı elimde gitarım, önümde mikrofon şarkı söylemek. ‘’Adınız’’ dedi güzeller güzeli bayan sunucu, vurdu davulun ziline Vasfi. Ağzımdan beni tanımlayan kelimeleri adeta mıknatısla alıyordu sunucu. Her tanımlama sonucu Balıkesir sanat enstitüsü öğrencisiyim diyorum alkış, Susurluk’luyum diyorum alkış.
Sunucunun yanındaki masada gecenin en büyük hediyesi bir kutu içinde duruyor.
‘’Evet sayın misafirlerimiz, sayın seyircilerimiz gecenin ödülünü sevgili Abdullah kardeşime taktim ediyorum.’’ Zorlukla kucakladığım bu pakette acaba ne var. Benim gibi tüm seyirciler merak ediyor. Bu arada aç aç sesleri salonda hızla yükselmeye başladı. Sunucu bayan ‘’ Emin olun ben de sizin gibi merak ediyorum. Gecenin en büyük hediyesi ne. Hepimizdeki bu merak zirve yapmıştı artık. Bu paket açılacaktı. Uzattım sunucuya paketi. Masanın üzerine koydu ve yavaş yavaş kurdelesini açmaya başladı. Önce kurdele sonra ambalaj kağıdı ve ortaya çıkan karton bir kutu. ‘’ Ben de sizler gibi çok heyecanlıyım, açıyorum açıyorum‘’ karton kutunun kapağını kaldırınca içerden bir kumaş çıktı desenli, tutup ucundan birden kaldırarak seyircilere döndü ve sallamaya başladı. ‘’ Evet gecenin en büyük hediyesi süper bir bayan mantosu.’’
Sunucu bayan sahnede bir sağa bir sola yürüyor mantoyu gösteriyordu. Vasfi de davul soloyla geceye renk katıyor, heyecanları zirveye taşıyordu. Bu zirveyi yaşayanların başında ben vardım. Bazı seyircilerden ‘’giysin giysin’’ seslerine, olur mu ya o bayan mantosu sesleri katıldı ve bu sesleri susturdu.
Sunucu ‘’ben giymek istedim ama bedeni uymuyor’’ dedi.’’ Kardeşimiz erkek ama olsun, şanslıymış, annesine veya ablası varsa ona verir’’ Manto tekrar paketine girdi ve oradan benim elime tutuşturuldu. Tekrar alkışlarla uğurlanarak sahneye veda ettim.
Yerime oturana kadar tüm bakışlar üzerimden gitmiyordu, her yanından geçtiğim bir şeyler söylüyor ama ben adeta sağır olmuş duymuyordum, sadece yüzümdeki mutluluk dolu tebessüm onlara cevap veriyordu. Kucağımda kocaman paket ne yanıma, ne aşağı ayak aralarına sığıyordu. Konserin bundan sonrasında var mıydım yok muydum farkında değildim. Arkamdaki koltuklarda bir ses ‘’Satmak istersen bakabiliriz oğlum’’ dedi.
Arkadaşım geriye dönerek ’’Hayır satmayacak amca annesine hediye verecekmiş ’’ dedi.
Sahnede sunucu bayan beden uymazsa mağaza değiştirecek demişti. Konser bitiminde biz dört arkadaş yavaş yavaş yurdun yolunu tuttuk, yurdun kapıları kapanmıştır garanti, içeri nasıl gireceğiz endişesi kapladı bizi. Saat 23.00 geliyordu. Saat 22.30 da kapılar kitleniyordu. Sahnede o heyecan dolu atmosferde göz ucuyla bakabildiğim manto, hafif bir şeydi, terilen denilen kumaştan parlak desenli hoş bir şey. Annem hayatta giymezdi bunu, sosyete işi der. Bizim mahalleye gitmez derdi. Gerçi diğer mahalle kadınları gibi kara çarşaf giymiyordu ama bunu da sırtına geçirmezdi. Kırk yaşlarında idi yaşlı sayılmazdı. Ama yılların yorgunluğu ve üstüne dört çocuk çok yormuştu onu. Yurdun kapısına geldiğimizde kapı kapalıydı. Bu gece Şaban bey olmaz Nöbetçi hocaya bir şeyler anlatır durumu idare ederdik. Açan olmadı, daha şiddetle vurduk ki kapı birden açıldı. Karşımızda Şaban bey
Biz içeri hızla girerken yüzümüze tuh sana tuh sana diyerek kızgın bir şekilde bağırıyordu.
‘’Saat kaç oldu nerelerde yuvalanıyorsunuz, siz de hiç utanmak yok mu?
Bakın saat kaç oldu. Ben sizi hep kapılarda mı bekleyeceğim’’
‘’Hocam konser geç dağıldı, özür dileriz’’ dedi Mertcan.
‘’Bak hocam bizim Abdullah’a manto çıktı gecenin büyük hediyesi.’’ Manto lafı Müdüriyette oturan Leyla hanımın yanına kadar gitti.
Sessizce yanımıza gelerek ‘’ Gel bakayım oğlum nasıl bir şeymiş o’’
Tuttu kolumdan aldı beni müdüriyete.
Şaban beyse arkadaşlarıma dönerek,
’’ Sizlerde doğru yataklarınıza’’ Ben Şaban bey ve Leyla hanım baş başa kalmıştık. Bir de elimdeki kocaman paket.
Müdüriyet binası bu tarihi üç katlı konak gibi ahşap binanın zemin katıydı. Duvarlar taştı, taşın üzerine ahşap çıkılmıştı. Üst katlar ağaç ve kerpiç dolguydu. Merdivenler ve ara kat taban ve tavanları ahşaptı. Bazen ahşap zemine mazotlu talaş döküyorlardı. Mazot hem tahtaları yağlıyor, böcek, bit, pire üremesini önlüyordu. Ayrıca tahtaların gıcırdamasını önlüyordu.
Arkadaşlar tek tek yukarı çıkmaya başlayınca ben müdüriyette Leyla hanımla yalnız kaldım. Bana gayet kibar bir dille
‘’Kutuyu açabilir miyim.’’
‘’Tabii hocam’’ dedim. ‘’Açıp bakabilirsiniz.’’
Şaban bey arkadaşların peşinden yukarı yatakhaneye gitmişti. Sanırım son yoklamaları alacaktı. Bu kadar gencin tüm sorumluluğu ondaydı. İtina ile açtığı ambalajı yavaşça yan masanın üzerine bıraktı.
‘’Rengi de pek güzelmiş’’ Leyla hanım mantoyu kutusundan çıkarmış, yukarı kaldırmış, pür dikkat inceliyordu. Giymeye teşebbüs etti ama onun bedenine küçük gelmişti. Tabii isterse mağazada bunun her bedeni vardı. Ama amaç bu mantoyu uygun bir fiyatla alabilmek. Tabiriyle kelepir bir fiyata.
‘’ Ne yapacaksın bunu oğlum’’
‘’Anneme veririm o düşünsün Hocam’’ dedim. ‘’Belki ona uyarda ona iyi bir hediye olur.’’ Annemin giymeyeceğini bildiğim halde, onun bu manto arzusunu sonlandırmak istiyordum. Mantoyu itina ile katlayıp tekrar paketine koyup bana verdi. ‘’Hayırlı olsun oğlum’’ dedi.
‘’Annene pek sevinecek’’
İlk hafta sonu tatilinde mantoyu anneme götürdüğümde pek sevindi ama ‘’Ben giyemem’’ dedi. ‘’Bu genç işi’’ ‘’Hem bizim mahallede bu giyilmez’’
Manto bir müddet komşular tarafından da görücüye çıkmış gelin gibi incelendikten sonra gerçek alıcısını buldu. Mantoyu annemden önce gören ve çok beğenen Balıkesir de ki Büyük teyzemin oğlu Şöför Mehmet dayımın eşi Fikriye yengem giymiş ve ona uymuştu. ‘’ Hele bir annende görsün demişti’’ Balıkesir de ne zaman uğrasak o dar ve küçük evinde bizleri güler yüzle karşılayan, evinde sofrasını bize açan yengeme manto çok yakışmıştı. Anneme Fikriye yengemde çok beğendi deyince, o da uygun gördü, çok ekmeğini yedik ona götür dedi. Haftalardır bize gündem yaratan mantoyu Fikriye yengeme getirdim.
1966-1967 öğretim sezonu hızla ilerliyor, sonbaharın gelişiyle birlikte soğuk havalar Balıkesir de kapıyı çalmaya başlamıştı. Okula yürüyerek gidiyorduk. Yurtta üst kata, yanı bizi yattığımız odaların salonuna büyük bir kömür sobası kurulmuştu. Bu salonda ayni zamanda ders çalışıyorduk. Akşamları yemek öncesi erkenden kararan sokaklarda mağazaların vitrinlerini seyretmekten büyük bir zevk alıyordum. Vitrinlerin renk renk ışıkları altında yeni çıkan ürünleri, giysileri, kitapları ilgiyle seyrediyordum. Anafartalar caddesindeki Şehir sinemasının az ilerisindeki bir kitapçıya bakıyordum. Renk renk kitaplar vitrini süslüyordu. Kitap satın almak için ne yazık ki ayıracak harçlığım yoktu. Bazı hafta sonlarını anne baba yanına, yani eve gitmek yerine burada geçirmek kendimi daha özgür hissetmeme neden oluyordu. Tabii ki ailemizin gurbete çıkan ilk çocuğu olmak, onların ilk göz ağrısı olmak onlarında beni özlemelerine nedendi. Evde üç çocuk daha vardı. Ailemizin son üyesi minik kız kardeşim evimizin göz bebeğiydi. Onlarla dolu olan günlük yaşamları bir nebze olsun bana olan özlemlerini azaltıyor muydu bilemiyorum.
Balıkesir de hafta sonları renkli geçiyordu. Ne de olsa koskoca vilayet, Balıkesir amatör küme maçlarını kaçırmıyordum. Susurluk gençlik ve Şekerspor kümenin iddialı takımlarındandı. Birde bizim okul maçlarımız olurdu. Okulun bahçesindeki futbol sahasında her hafta bir maç olurdu. Bizde motor bölümü olarak takım kurmuştuk. Naim hocamız çalıştırıyordu bizi. Daha sonra Balıkesir de oynayan kaleci Mahmut, Ali, piç Tarık Balıkesirspor da oynayan okulun öğrencileriydi. Ben nefesliydim, çok koşuyordum golcü yönüm ağır basıyordu ama, top kontrollarım, çalım atma yetersizdi. Ama adam yokluğunda takıma giriyordum. Sağ ve sol her iki ayağımı kullanmam golcü yeteneğim büyük bir avantajdı. Ama fiziğim, boyum yetersizdi.
Bazı hafta sonları grup halinde paşa hamamına gidiyorduk. Bizim için büyük bir eğlence oluyordu. Yurtta sadece duş vardı oda yetersiz. Kirli çamaşırlarımı bazen hamamda yıkıyor, bazen birikince Susurluk’a gidiyordum.
Benim Susurluk’a gelmemem kanımca ailemi üzüyordu, beni çok özlüyorlardı. Kışı yurtla okul arasında geçirdik. Bahar gelince dersleri sıkı tutmak yerine gevşemiştik. Dört dersim kırıktı. Son sınavlardan başarılı olunca üçüncü sınıfa geçtim.
Bu yaz okulumuz bize fabrikalarda staj yapabileceğimiz söyleyince pek sevindik. Motorculuk mesleğimizi pratik alanda görme olanağımız olacaktı. Babamın da çalıştığı Susurluk şeker fabrikasına başvurduk. Motorcu olarak dört arkadaş kabul edildi. Ben, Şükrü İşleyen, Orhan Gümüş ve İbrahim İbişoğlu. Hem sigortamız başlayacak hem de stajyer maaşı alacaktık. Fabrikadaki atölye şefimiz Erol abiydi. Diğerleri, Pehlivan Hüseyin abi, Futbolcu Şinası Çıkrıkçı, Kadir abi Susurluk Şeker Fabrikası motor atölyesinin personeliydiler.
İki sene kaldığımız Şaban’ın yurduna veda ederken seneye ne olacağını kestiremiyorduk. Ben ev tutalım diyordum. Ailem önce karşı çıktı, ama yurttaki hal ve tavırlarım, onlara karşı tutumlarım onları memnun etmedi ki sonunda eve tutmaya razı oldular.
Fabrikadaki motor atölyesinde Fabrikanın motorlu araçlarının arızalarını giderip, bakımlarını yapıyorduk. Bu arada fabrikanın jeeplerin de şöförlüğü öğrenmiş, araç kullanmaya başlamıştım. Artık 17 yaşına gelmiştim. Seneye 18’e girince ehliyet bile alabilecektim.
Ağustos ayının sonlarında bizimkiler Balıkesir’den ev aramaya başlamışlardı bile. Balıkesir Devlet hastanesi ile Garaj arasında dere boyuna yakın bir sokakta. Eski iki ahşap katlı bir tutmuşlardı. İki oda, bir mutfak ve ufak bir bahçe.
Susurluk’tan eşyalar nasıl geldi hatırlamıyorum. Babam sağ olsun hepsini halletmişti. Üst katta ufak oda artık benimdi. Nihayet bağımsız bir odam olmuştu. Annem kız kardeşimle burada kalacaktı. Evdeki iki erkek kardeşime kim bakıyordu, haberim bile yoktu. Bu günlerden anımda kalan evin küçük radyosu odamın bir köşesine yerleşmiş, müzikle ve dünya ile tek iletişimim o olmuştu.
Balıkesir’de iki yıl süren öğrenci yurdundaki öğrenciliğim sona ermişti. Bu kararı niçin aldılar veya benim ev önerime niçin sıcak baktılar bilemiyorum. Belki öğrenci yurt yaşamım da onları endişelendirecek gelişmeler oldu. Bendeki gelişmeler hoşlarına gitmedi, beni koruma altına almak, beni kontrol altında tutmak istediler.
ZERİHA
Güvem 1893
Balıkesir il merkezinin kuzey, Susığırlık nahiyesinin güney batısında kalan, Bandırma İzmir tren yoluna bir saat yürüme mesafesindeki, yeşillikler içindeki bu cennet köyden kopup gelmeleri, hiç üzmemişti Fatma’yı. Köydeki evin sundurmasında divana oturup, sırtını yasladığında, sağ tarafında Çataldağ’ın kardan bembeyaz olmuş yeşillikler içerisinden sivrilerek mavi göklerle kucaklaşan çatal zirvesini, sol tarafta da Keltepe’nin, yeşilliklerden hiç nasip almamış tepesini, hayaller kurarak seyrettiği günler geldi aklına. Çocukları Ayşe ve Mustafa, eşi Mehmet’le onlar için yeni dünyaları olacak olan bu küçük sevimli kasaba, Susığırlık’taki evlerinin sundurmasında ki tahta divanda otururmuş Çataldağ’ı seyrederken, tüm bunlar bir filim şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. Susığırlıktaki yeni evinden de Çataldağ gözüküyordu ama, ona öyle heybetli falan bakmıyordu. Çevresini saran yamaçlardan sıyrılıp, o heybetli bakışlarını, onun umut dolu, siyah uzun saçları arasında kırpış, kırpış bakan kahverengi gözlerine atamıyordu. Bu Çataldağ, köyündeki o heybetli Çataldağ değildi sanki.
Mehmet ve Fatma’nın yeni taşındıkları ev Susığırlık’ın kışla tarafında ücra bir köşede, Keçibayırı denilen tepenin alt tarafındaydı. Evin tahta kapısından çıkıp sola döndüğünde, yirmi metre yukarı da Balıkesir ana yolu vardı. Bursa Balıkesir yolu buradan geçiyordu. Karşılarında hiç ev yoktu. Üzüm asmaları, meyve ağaçları arasında derme çatma bir baraka vardı. Buraya hemen hemen her gün yaşlı bir karı koca gelir, ellerinde çapa, çepi, burasını eker biçer, kuyudan bakraçla taşıdıkları suyla ektiklerini sulardı. Buraya geldiklerinde eşyalarını indirirken onlara, ilk yardım elini uzatan onlardı, ellerinde testi ile yanlarına gelmiş, testide ki buz gibi soğuk suyu ikram etmiş, bahçeden topladıkları, meyve ve sebzeleri onlara vermişti. Bir gün sonrada yoğurtlu kıvırma yapmışlar, yanında da ayran getirmişler, bu taze börekli öğle yemeğini beraber yemişlerdi. O günden sonra Ayşe’nin bir dedesi daha olmuştu. Bir ayağı sekiyordu. Ne oldu deyince, ‘’ Demir yolu dedi demir yolu inşaatında Fransızlarla uzun yıllar çalıştım, buradaki köylerden ve çevreden gelen işçilerle demiryolunu biz döşedik. Dinamit patlayınca yukarıdan fırlayan kaya ayağımı kırdı, iki arkadaşım taşın altında öldü. O günden beri yarım sakatım. Sizin Güvem’den de çok çalışan vardı.’’ Fatma hatırlamıştı, köyden bir sürü arkadaşlarının kocası demiryolu yapımı için Balıkesir’e, Bandırmaya, Somaya gidiyor aylarca gelmiyordu.
En yakın komşuları evlerinden elli metre kadar kışla tarafına gittikten sonra, az ileri sol tarafta geniş, yemyeşil bir bahçenin içinde oldukça güzel, iki katlı ahşap bir konak gibi ev de yaşayan Adil Çil ve eşi ve çocuklarıydı. Bahçelerinin ön tarafı tahta bir çitle kapatılmıştı. Bu çitin tam ortasında at ve kağnı arabalarının gireceği kadar iki kanatlı büyük bir bahçe kapısı vardı.
Fatma’nın kocası Mehmet’in dedesi ve babaannesi Bulgaristan da ölünce Hırazgrad’ta ki bağ, bahçe tarla ve evler önce miras yoluyla paylaşıldı. Sonra da, göçmek isteyenler burada ki paraya çevrilebilecek tüm mallarını Türk ve Bulgar komşularına yok pahasına sattı. Kardeş çocuklarından bir kısmı burada kaldı. Bulgarlar milliyetçiler artık orada oturan Türklere, Müslüman Bulgarlara pek rahat vermiyordu. Zaten sessiz sakin kendi halinde olan babası Ahmet’e de bu topraklarda pek bir şey kalmamıştı. Amcaları, enişteleri en verimli tarlalara el koymuş, babasına dağ, bayır taşlık araziler kalmıştı. Yıllardır oturdukları geniş avlulu, dört göz odalı kerpiç baba evi zaten onlara yetmiyordu. Damlarındaki hayvanlarda gün ve gün gittikçe azalıyordu. Yokluk son safhadaydı. Avrupa için için kaynıyor, Osmanlıya karşı büyük bir başkaldırı başlamıştı Müslümanlar bir bir bu topraklardan atılıyor, terk edilmeye zorlanıyordu. 1877-1878 deki Osmanlı Rus savaşı yenilgisi Osmanlı’yı bu topraklarda iyice bitirmişti.
Mehmet savaş bittikten beş sene sonra doğmuştu. Savaşta köyün bütün gençleri kırılmış, köyde erkek kalmamıştı. Babası Ahmet bu savaştan sağ çıkan sayılı insanlardan biriydi. Artık bu topraklarda mal ve can güvenlikleri kalmamıştı. Zaten Mehmet için, dünya dediği gözünün gördüğü, varlık dediği babasının, sofraya koyduğu, gerçekse ağızlarından çıkan sözdü. İlimse duvarda asılı duran Kuran(Musaf).
Bu topraklardan Osmanlı yavaş yavaş çekiliyordu, çaresizlik içindeydi. Balkanlar kaynayan kazandı. Anadolu’ya akın akın göçen, Bulgaristan, Yunanistan, balkan göçmenleri, yurdun çeşitli bölgelerine yerleşiyor, yaşama tutunabilmek için kendi topraklarında varını yoğunu harcıyordu. Osmanlı Arabistan çöllerin de kıyıma uğramış, binlerce şehit vermişti. Bu savaş ortamında Bulgaristan’ın Hırazgrad köyünde yaşayan Ahmet, eşi Emine ve ailesi, burada Bulgar zulmüne daha fazla dayanmayarak, 1893 yılında tüm mallarını yok pahasına elden çıkararak kardeşleriyle birlikte Günlerce İstanbul’a gidecek trende yer aradılar. Ellerinde bir valiz ve birkaç parça eşya vardı. Türkiye’ye göç böyle başladı. Tren vagonlarında çoluk çocuk aç ve sefil zor bir yolculuktan sonra Sirkeci garına ayakbastılar. Balkanlardan çeşitli yerlerden gelen muhacırların yolu İstanbul da birbirinden ayrılıyordu. Kimi İstanbul da kaldı kimi Bursa’ya İzmit’e yola çıktı. Onlarda Karaköy de Bandırma gemisini beklediler ve gemi ambarında buldukları yerle Bandırmaya oradan da çok zor koşullar da uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra kendi köylülerinin, akrabalarının daha önce geldiği Balıkesir’in Susığırlık nahiyesinin güzel köyü Güveme yerleştiler. 1883 yılında Hırazgrad’ta doğan Mehmet, babası Ahmet’le vatan yollarına düştüklerinde on yaşında bir çocuktu. Balkanlarda, Kafkaslarda, Yemen çöllerinde süren savaşın bilançosu çok ağırdı. Osmanlı da toprağa, savaşa, vergiye dayalı ekonomi bitmişti. Padişahlık saltanatı borç batağı içindeydi. Bu ekonomi sarayın, ordunun masrafına yetmiyordu. Fabrika yoktu, üretim yoktu, ülkedeki madenler ve ticaret yabancıların uyruklu vatandaşların elindeydi. Fransızların Türkleri yok pahasına çalıştırıp, yaptığı İzmir Bandırma tren yolu kapitülasyonlarla el koydukları bor, kömür, mermer ve diğer madenleri İzmir ve Bandırma limanlarından Avrupa’ya taşımak içindi. Osmanlının dört bir cephede süren savaşları nedeniyle her mahallede, her hanede birkaç kayıp, birkaç şehit vardı. Dul ve yetim çoktu. Eli iş tutacak erkek kalmamıştı. Askere alınanlar gününde teskere alamıyor, evlerine gelemiyordu. Mehmet 1903 yılında askere çağrıldı. Malum savaş yılları, o yıllar askere giden helalleşip çıkıyordu baba ocağından, dönüşü belli değildi. Askerlik gittiği cepheye göre üç dört sene sürebiliyordu. Mehmet asker gitmeden önce köyünde kendinden iki yaş küçük komşularının kızı Fatma ile evlendi. O yıllar aileler, ana babalar bir an önce torun sahibi olmak istiyordu. Oğlan gelmezse hiç olmazsa torun kalırdı ana babaya bakacak. Mehmet askere giderken geride gözü yaşlı hamile bir eş bırakmıştı. Fatma evlendikten kısa bir süre sonra hamile kaldı. Herkes cepheye giderken Mehmet’in tayin yeri Amasya oldu. O yönden şanslıydı. Çünkü Arabistan çöllerine giden pek dönmüyordu.
Mehmet askerdeyken bir kızı oldu, adını Ayşe koydular. Yıl 1903. Ayşe babayı görmeden yürümeye başlamıştı bile. Mehmet’in hiç izine gelme şansı olmadı. Para yoktu, vasıta yoktu. Yollarda eşkıyalar, çeteler çoktu. Nasıl gelsin. Fatma’nın özlemi, doğduğundan dört ay sonra varlığını, eline ulaşan, sağda solda çok dolaşmış, iyice sararmış bir mektupla öğrendi. Kızının hasreti yiyip bitiriyordu Mehmet’i. Amasya’dan Erzurum’a gönderildi. Sıhhiyeci idi. İki sene süren askerlikte sık sık hastalandı, Erzurum’un soğuk buz gibi geceleri, yorucu görev onun hassas bedenini epey yıpratmıştı. Çok duygusal bir çocuktu, Eşinin, kızının hasreti onu dert sahibi etmişti. Uzun müddet hastanede yattı. 1905 yılında teskere aldı. Köyüne sağ salim dönen şanslı gençlerdendi, ama yorgun bedeni çaresiz illeti kapmıştı.
Askerden dönen Mehmet güvemdeki baba evinde pek rahat değildi. İki kız kardeşi bir erkek kardeşi daha vardı. Kardeşleriyle ayni evin çatısı altında iki çocukla yaşamak zor oluyordu, Köydeki bağ bahçe kime yetecekti. Babası Ahmet yaşlanmış evin bütün yükü ona kalmıştı. Zaten amcaları ile de araları iyi değildi. Mehmet döndükten sonra küçük kardeşi Hasan da askere gitmişti. Onun da ne zaman döneceği belli değildi. Mehmet babası Ahmet ve annesi Emine’yi ikna ederek Susığırlık’a yerleşmeye karar verdi Orada kendine bir iş kurabilir, kasabadaki okula kızı Ayşe’yi gönderebilirdi. Fatma da köyü istemiyordu.
Mehmet ve Fatma Güvem (Reşadiye) köyünde karların yavaş yavaş eridiği, doğanın yeşillere büründüğü günlerde bir mandanın çektiği kağnı arabasına yükledikleri eşyaları ile Susığırlık’a yola çıktılar. Diğer eşyaları da at arabasıyla arkadan gelecekti. Susurluk’ta oturan teyze oğlunun Susurluk’un güneyinde askeri kışla tarafında, keçi bayırının alt tarafında onlara kiraladığı geniş bahçeli iki odalı bir eve yerleştiler. Toprak evin geniş bir de büyük bir damı vardı. İlk sermayeleri köyden getirdikleri bir inek ve altı tanede koyundu. Birkaç tane de tavuk. Sabah onları alır Keçibayırı’nın kışları çamur içinde kalan dik yokuşunu yavaş yavaş tırmanarak, tepedeki otlaklarda onları otlatırdı. Teyze oğlu Sami ona can yoldaşı oldu. Onların her ihtiyacına koşturuyordu. Önce bahçeye güzel bir ekmek fırını yaptılar, sonra tavuklara kümes, Sami’nin elinde her iş geliyordu. Eşi ile Fatma da çok iyi anlaşıyorlardı. Fatma köydeyken iki aylık hamileydi. Ayşe’ye kardeş gelecekti. Mehmet eşini mümkün olduğu kadar yormamaya çalışıyor, onun bir dediğini iki etmemeye çalışıyordu. Mehmet’in de hasta olduğunu bilen babası köyden onların yanına kız kardeşini gönderdi, abisine, yengesine yardımcı olsun, minik Ayşe’ye de baksın diye. Zamanla komşularının tüm hayvanlarına, karşılarındaki amca ve teyzelerin bahçelerine de onlar bakmaya başladı. Keçi bayırı, onların evlerine oldukça yakındı. Genel de hayvanlar otlatmaya oraya götürülürdü. Keçi bayırında pek ağaç yoktu, yemyeşil meraydı. Şehir tarafında ise bağ ve bahçeler vardı. Mehmet’in en büyük zevki hayvanları meraya saldıktan sonra, tepedeki su yalağının yanı başında duran çınarın altına oturup, kaval çalmaktı. Kaval çalmayı asker ocağında öğrenmişti. Köyden getirdiği kocaman bir kurt köpeği onun en yakın arkadaşıydı. Merada otlayan hayvanlar ona emanetti. Hayvanların yanına ondan izinsiz kimse yanaşamazdı. Baharda yağmurlarla birlikte coşan Kocadere’nin (Simav) suyu, aşağıdaki tüm ovaya yayılır, bağ bahçeyi sel basardı. Çataldağ’ın endamlı karlı zirvesi burada çok güzel gözükürdü. Dağda eriyen kar sularını aşağı taşıyan çaylak deresinin en gür aktığı günler bu bahar günleriydi. Dağdan gelen Çaylak deresi aşağıdaki panayır meydanının karşısında Kocadere ile (Simav) birleşirdi. Sular azalmadan buradan karşıya geçmek imkansız idi. Çaylak suyunun geldiği vadiye Çaylak denirdi. Burada iki adet değirmen vardı, Birinci değirmen büyük, iki katlı taş bir yapının içindeydi. Değirmenin çarkı suyun akışı ile çalışır. Kasabanın yanı sıra yukarı dağ köyleri, Gürece, Yaylaçayır, Kalfaköy, Gürece, Kayıkçı, Buzağılık gibi çevre köylerin buğdayını öğütürdü. Biraz daha vadinin içinde dere yatağında ilerleyince ileride ikinci değirmen vardı. Asırlık çınar ağaçlarıyla doluydu bu vadi. Buradaki Çaylak suyu yamaç kıyısına yapılan 1.5 km.lik bir kanal vasıtası ile büyük değirmene taşınır ve buradaki değirmenin su çarkını çevirirdi. Daha yukarılarda, büyük kayalıklardan oluşan dik bir yamaçtan akan şelale vardı orada da üçüncü bir değirmen vardı. Değirmenler aşırı sellerden korunmak için hep yamaçlara yapılmıştı. Dereden kanallar vasıtasıyla getirilen sular değirmenin çarkına ulaşır, su aktığı müddet değirmen çalışırdı. Çaylak suyunu kaynağı Çataldağ’da eriyen karlardı. Yörenin en güzel suyuydu. Bu su daha sonraki yıllarda burada yapılan dinlenme havuzlarında, dinlendirilip, borularla Susığırlık’a getirilmiş ve belirli yerlerde çeşmeler yapılarak halkın ihtiyacına sunulmuştu. Koca derede balıkta boldu, genelde olta ve serpme ağ balıkçılığı yapılır, serpme sular azaldığında atılırdı.
Bandırma tarafındaki kara derede bol bulunan yayın balığına, bazen Kocadere’de de rastlamak mümkündü. Dereden daha çok Sazan ve yöresel adı Söğütcük olan, bol kılçıklı, tadı oldukça güzel olan 20 cm boylarında balık tutulurdu.
Mehmet’in mahalle komşuları salcı Kadir bir alt sokakta otururdu. Kayıkçı köyüne ve çaylak yoluna en uygun yere sal teli gerilir, buraya sal konur ve sal, kış ve bahar aylarında suyun akış gücüne göre çalışırdı. Sal ile at arabaları, at, eşek, inek, koyun gibi hayvanlar rahatlıkla taşınırdı. Sal sadece yoğun sel olduğu ve suyun iyice azaldığı zamanlar çalışmazdı. Sal için derenin en dar yeri, yani arabaların bineceği ve suyun akışının uygun olduğu yerler seçilirdi. Buzağılık köyünün oraya, tahta köprünün altına da bazen sal konurdu. Yaz sonunda Çataldağ’dan toplanan odunlar eşeklerle sala bindirilip, karşıya geçirilip Susurluk’a getirilir, burada satılırdı. Salın çalışmadığı günlerde Çataldağ’da ki dağ köylerine araba ile gidiş Kemalpaşa köprüsü üzerinden yapılırdı. Ayrıca Buzağılık köyünde tahta bir köprü vardı, bu köprüden sadece yayalar, at veya eşek geçebilirdi. Çoğu seneler onu da sel suları alıp götürür, sular azaldığı zaman tekrar yapılırdı. Mehmet çobanlık yanında ayni zamanda mahallenin doktoru gibiydi, asker ocağında öğrendikleriyle, burada konu komşuya yardım ediyor onların iğnelerini yapıyordu.
Yaz sıcağının keçi bayırının meralarını cayır cayır yaktığı 1907 Temmuz sıcağın da oğlu Mustafa doğdu. Doğum evde olmuştu. Karşı bahçe komşusu teyzenin doğumda çok yardımı olmuştu. Günler gelip geçiyordu, Mustafa’da Ayşe’nin peşinden sokakta çamurlar içinde oynamaya, ona arkadaşlık etmeye başlamıştı. Her şey çok iyi gidiyordu, bahçesinde iki küçük, abla kardeşin koşturduğu, bu güzel ev adeta cennetten bir köşe olmuştu. Tahta sokak kapısının yanındaki dut ağacı artık dut, bahçenin aşağı kısmındaki asmada üzüm vermeye başlamıştı.
Mehmet kuru sıska yapısına rağmen herkesin yardımına koşuyor, evlerinde erkek olmayan komşuların bahçelerini kazıyor ekiyor, bağlarına bahçelerine bakıyor, evine ekmek getiriyordu. Yılda iki kez ilkbahar ve sonbaharda Kocadere (Simav) kenarında yapılan panayıra katılıyor, Orada hayvan alıp satıyor. Akşamları da orada sucuk ekmek satan teyze oğluna yardım ediyordu. Eşi Fatma ve çocukları Ayşe ve Mustafa’yı sık sık burada kurulan elle dönen dolaplara götürür, Onları salıncaklara bindir, onlara cambazların, sihirbazların yaptığı o müthiş gösterileri izletirdi. Çocuklar dondurmalarını da yedikten sonra ailece teyze oğluna yardım ederlerdi. Üç gün süren panayır boyunca kasabada hayat canlanır, esnafın yüzü gülerdi. Kasabanın köylerinden dağından, bayırından at, eşek sırtın da at arabaları ile yürüyerek gelen köylüler, getirdikleri, peynir, yağ, tavuk, koyun gibi mallarını satar, yağ, şeker, gaz yağı ihtiyaçlarını alırlardı. Panayır yerinde aydınlanma gaz lambaları ile olurdu. O yıllar her ev gaz lambası ile aydınlanırdı. Dondurmacılar dağdan, Kalfaköy, Yaylaçayır köylülerinin, her sabah erkenden eşeklerin sırtında getirdikleri buzlu kar ile dondurma yaparlardı.
Mustafa iki yaşına kadar baba kucağı görebildi. Mehmet ne kadar dikkat etse de bu hastalık onu bırakmıyordu. 1909 yılında daha 26 yaşında içinde taşıdığı bu illet hastalığa daha fazla direnemedi. Öksürüğü artmış, iyice halsizleşmişti. İki hafta sonra yatağa düştü. Balıkesir’deki doktorlar yapacak bir şey yok demiş, eve göndermişlerdi. Anne babası iki haftadır yanlarındaydı. Fatma’nın kucağında çaresiz bakışlar altında hayata veda etti. Ölümü tüm aileyi yasa bürüdü. Fatma iki çocukla dul kalmıştı. Mart’ın 14’ü, soğuk bir kış günüydü, Bir hafta önce yağan kar henüz kalkmamıştı. Sokağın diz boyu karlı çamurunda yürümek imkansızdı. Cenazesi çok az sayıdaki eli ayağı tutan mahalle komşuları tarafından bir gün sonra zorlukla kaldırıldı. Güvem köyü yolu kapalı olduğu için oradaki akrabalar bile haber ulaşamadı. Dağ bayır kardı. Kasabanın merkezinde Çarşı camiinden kılınan namaz sonucu, istasyon yolundaki şehir mezarlığına gömüldü.
Mehmet’in ölümünden sonra abileri Fatma’nın köye dönmesini istediler ama ikna edemediler. Anne yoktu, baba yoktu. Ne yapacaktı köyde. Fatma tuttuğunu koparan bir kadındı, bağ, bahçe işlerinden, hayvan bakımlarından anlardı. Burada kalıp çocuklarıma bakmak onları okutmak istiyordu. Hatta Bandırma veya Balıkesir’e gitme hayalleri vardı. Orada ortaokul, lise de vardı. Köyde babadan kalan mallardan payına düşenden bir kısmını yok pahasına abilerine ve amcalarına satarak, oturduğu bu evi satın aldı. Bu damda keçi, koyun besleyip, evin geçimini sağlamaya başladı. Fatma hasat zamanı köye gider, orada kışlık erzak ne bulurlarsa, at arabasına atar evlerine getirirdi. Ayşe ile kardeşi Mustafa bazen keçileri alır onları otlatmak için keçi bayırına gider, keçiler otlarken annesinin onlara gösterdiği otları, mantarları toplardı. Askeri kışla onlara oldukça yakındı. Halk arasında adı cephanelikti. Susığırlık’ta büyük bir askeri levazım birliği vardı. Balıkesir yolunun sağ tarafı Buzağılık köyünün karşısı cephanelikti. Buradaki ağaçlık alanlarda hep askeri depo olduğu söylenirdi. Çevresinde hep silahla nöbet tutan askerler vardı. Askerler akşam yemeğinden kalan karavana fazlalıklarını, ekmek atıklarını, nizamiye kapısının önüne getirir, burada bekleyen fakir fukaraya dağıtırdı. Akşam üzere burası, ellerinde kap kaçak bekleyen çocuklarla dolardı. Ayşe ve kardeşi Mustafa da bu çocuklardan biriydi. Fatma kocası Mehmet’in genç yaşta ölmesine rağmen evlenmeyi düşünmedi. Zaten çevrede ne evlenecek erkek ne de genç vardı. Osmanlı Afrika’da, Asya’da birçok cephede savaşıyordu. Çok zor günlerdi. Buğday, un bulurlarsa ekmeklerini kendi yapıyorlardı. Fatma tüm olumsuzluklara rağmen Ayşe’yi okutmak istiyordu. Karşı komşuları Hüseyin dede de onlara destek çıkınca. Ayşe 1911 yılında Susığırlık’ın nahiyesinin tek okulunun 55 nolu öğrencisi olmuştu. 1900 li yıllarda Susığırlığın nüfusu köyleriyle beraber 11.000 civarında, toplam okul sayısı da 39 du. Bandırma o zaman nüfus bakımından Balıkesir’den büyüktü. Burada Rum, Ermeni, ve Yahudi asıllı vatandaşlar yoğunluktaydı ve onun için burada okul çok vardı. Ortaokul sadece birer tane Balıkesir, Bandırma ve Gönen’de vardı. Okul Ayşelerin oturduğu mahalleye çok uzaktı, kış gelip soğuklar bastırınca, çamur yollarda okula gitmeye çalışan Ayşe, artık okula gidemez olmuştu, Fatma’da Mustafa’yı bırakıp onu okula götüremiyordu. Ayşe yeni yazıyı sökmeye başlamadan okulu bırakmak zorunda kaldı.
1914 yılında Osmanlı savaşa girince, Mehmet’in Teyze oğlu da diğer mahalle gençleri gibi askere gitti. Mahallelerinde sadece ileri de ki konakta oturan Adil ve eşi kalmıştı. Herkes cephede, Yemen’de, Libya’da, Çanakkale de idi. Gidenden haber gelmiyordu. Köyde eli silah tutan herkes askere alınmıştı. Susığırlık’ta güvenli değildi. Güney Anadolu işgal edilmiş, Yunan askeri İzmir’e girmişti.
Ve sonunda tüm cephelerde savaş kaybedilmiş, İngilizler İstanbul’u işgal etmiş. Yunan Susığırlık’a kadar gelip kapılarına dayanmıştı. Ülkede genel seferberlik ilan edilmişti. Eli silah tutan tüm gençler Anadolu’ya çağrılıyordu. Asker kaçakları ve eşkiya dağda, bayırda dehşet saçıyordu. Ayşe ve Mustafa bu zor günlerin çocuklarıydı.
Bu zor günlerde yaşama tutunan sayılı çocuklardan idi. Kurtuluş savaşında çok gece aç yattıkları oluyordu. Fatma’nın kol kanat gerdiği çocuklarının bir daha okula gitme şansı hiç olmadı. Yunan işgalinde evlerini terk edip, köye gitmişlerdi. İşgal döneminde çocuklarını alıp köydeki baba evinde bir göz odaya sığındılar. Köyde zaten genç erkek yoktu, çoğu cephedeydi. Bütün işler yaşlı dedelerin, kadınların üzerindeydi. 30 Eylül 1920 başlayan Yunan işgali tam iki sene sürdü, 5 Eylül 1922 de Mustafa Kemal’in ordusu önünden kaçan Yunanlılar, her tarafı yakıp yıkarak bu toprakları terk ettiler. Mustafa da artık 16 yaşına gelmiş, eli her işe yatkın bir erkek olmuştu. Ayşe de güzel alımlı, boylu poslu bir genç kız. Yunanlılar Susığırlık’ı terk edip, kaçınca Fatma çocuklarıyla tekrar evine geldi. Evine pek zarar gelmemişti, ama bakımsızlıktan harap olmuştu. Komşularıyla hep birlikte yardımlaşarak, balçık çamuru ve samanla yaptıkları kerpiç ile evlerini onarıp yeni ilave odalar yaptılar.
Gün geldi yetim Ayşe serpilip büyüdü, mahallenin genç kızları arasında göze çarpmaya başladı. Ve beklenen gün geldi Ayşe’ye talip çıktı. Mahmut’tu damat adayının adı. Aşçı Mahmut. Arnavut’tu damat adayı. Uzun süre süren bir askerlikten yeni gelmişti. Ayşe’den on yaş büyüktü, Evlilik yaşı gelmiş bir kızı evde pek tutmaya gelmezdi. Zaten evlenecek kız, dul çoktu kasabada, erkek yoktu. Mahmut Arnavut göçmeniydi. Göç yollarında yaşama tutunabilen şanslı gençlerdendi. Onun da babası kayıptı, askere gitmiş bir daha babasından hiç haber çıkmamıştı. Annesini hiç hatırlamıyordu. Üvey annesiyle geldikleri Balıkesir’de üvey annesi tekrar kocaya gidince, ortada kalmıştı. Şimdi Susığırlıkta çalıştığı lokantada yatıp kalkıyordu. Ayşe de he deyince, mahalle arasında kurulan düğün yerinde, telli duvaklı bir düğünle evlendiler. Mahmut aileye iç güveysi girmişti. Fatma’nın evinde bir oda da onlara verildi. Evliliklerinin ilk yıllarında çocukları olmadı. O yıllar Padişahlık saltanatı yıkılmış, Gazi Mustafa Kemal Paşa Cumhuriyeti ilan etmişti. Nahiyeleri, ilçe olmuş, ilçelerine kaymakam atanmış. Okullarına öğretmenler gelmişti. Ama kasabada hala doktor yoktu, doğumu mahallenin ebeleri yaptırır, dişleri mahallenin berberi çekerdi. Asker de sıhhiye eri olarak görev yapanlarda mahallenin doktoruydu. Elinde iğne çantası evlere gidip iğne yapardı. Kocası Arnavut Mahmut enişte, çarşıda, garajda çeşitli lokantalarda çalıştıktan sonra, Cuğuş İsmail’in evinin altında kendine lokanta açıp, onu işletmeye başladı. Çarşamba günleri kasabanın pazarı kurulurdu. O gün dükkan çok iş yapar, onlarda ailece dükkana gider, servise bulaşığa yardıma ederlerdi.
‘’Çocukluğumun en güzel anılarından biri de bu lokantaydı. 1958 li yıllarda ilkokula gidiyordum. Okumayı yeni sökmüştüm. Elimde tahta okul çantası okuldan çıkınca, doğru koca babamın minik lokantasına gider, köşedeki masaya oturur, kitap ve defterlerimi çıkarıp ev ödevlerimi yapardım. Koca babam Mahmut ‘’karnın aç mı oğlum dediğinde, tezgahta ki yemeklere bakar, ‘’Şundan istiyorum’’ derdim. En çok kuru fasulye ve köfteyi severdim. Bazı zamanlar babam işsiz kalınca burada çalışır, koca babama yardım ederdi.’’
Susığırlık 1925
Yıl 1925 günler aylar derken Fatma’nın yetimi Mustafa da 18 yaşında yakışıklı bir delikanlıydı artık. Her delikanlı gibi gönlünde yatan bir kız vardı. O da evlenmek istiyordu. Ama önünde askerlik vardı. Ülkede padişahlık yıkılmış, Yunan işgalinde kurtulan ülkede Mustafa Kemal’in önderliğinde Cumhuriyet ilan edilmişti. Susığırlık savaş sonu göçlerle biraz daha büyümüş, o zaman nahiye olan bu güzel yeşil belde kaza olmuştu. Resmi Osmanlı Karesi sancak belgelerinde Fırt olan, fakat yörede Susığırlık olan adı Susurluk olmuştu. Yunan işgali sırasında yıkılan askeri kışla yeniden onarılmış, buradaki askeri birlik buraya yeniden yerleşmişti. Balkanlardan, Bulgaristan’dan gelen göçmenler, keçi bayırı ve çevresindeki bağ ve bahçeleri alıp ev yapıp yerleşiyorlardı. Yol yoktu, toprak yollar kışın balçık çamur oluyordu. Üç tarafının dereyle çevrili olan, baharda her tarafını suların bastığı bu güzelim kasabada içecek su yoktu. Her mahallenin kuyusu vardı. Kuyudan çekilip bakır bakraçlarla taşınan sular, evlerde bulunan küplere doldurulurdu. Çaylak suyunun aktığı çeşmeler yazın temiz olurdu, yağmurlar yağdığı zamansa hep bulanık akardı. Tabii ki o yıllarda mahallerine daha çeşme gelmemişti.
Mustafa annesi Fatma’nın başının etini yiyor, onu hiç rahat bırakmıyordu. Niyeti askerlikten önce evlenmekti. Sevdiği kız elli metre ileride, karşı sokağın sol tarafında geniş avlulu eski bir Osmanlı konağı mimarisinde yapılan iki katlı ahşap evde oturan Adil Çiloğlu’nun kızı Zehra’ydı. Hanım hanımcık maviş gözlü, güzel mi güzel bir kızdı. Evde annesi, babası ve kardeşi Zile, Remzi ve Ahmet’le ile kalıyordu. Mustafa evden çıkışlar da bazen Zehra’yı kapılarının sağ tarafındaki kuyu başında görüyor, kaçamak bakışlarla ona hayran hayran bakıyordu. Gözü hep ondaydı, yüreği onun aşkıyla yanıyordu.
Mustafa’nın askerlik günleri yaklaşmaya başlayınca, annesi Fatma Mustafa’nın ısrarlarına dayanamayarak, oğluna Zehra’yı istemeye gidecekti ama nasıl, Adil ağa onlara göre daha varlıklı biriydi. Onlar ise mahallenin fakiri. Zehra’nın babası Adil ve annesi Ayşe kızlarını pek vermek istemiyordu. Hem bu ara küçük kızı Zile’ye de Sultan çayır köyü Çerkezlerinden madende çalışan bir delikanlı talipti. Adetlere göre öncelik abladaydı. Zehra ve Zile giderse onca işi kim yapardı. Ama Zehra kararını vermişti. Gönlü mahallenin yakışıklısı Mustafa’daydı. ’’Beni verin yoksa kaçarım’’ dedi. Ele avuca sığmayan kardeşi Zile’nin ondan önce kaçacağı korkusu sarmıştı yüreğini. Çünkü ‘’abla git var bir an kocaya, sıra bana gelsin, yoksa ben gideceğim.’’ diyordu ablasına.
Zehra’nın evleri geniş bir bahçenin içindeydi, Geniş çift kanatlı tahta sokak kapısından girince sağında solun da ekili yerler vardı. Kışın Ispanak, pırasa, lahana, soğan, sarımsak, yazında domates biber, patlıcan vs. ekilirdi. Ev iki katlıydı dışarıdan ahşap bir merdivenle yukarı çıkıldıktan sonra, burada geniş bir ağaç balkona çıkılıyordu Yaz geldi mi bu balkonda oturmaya doyum olmazdı. Erik ve dut ağacının dallarının gölgesinde sabah kahvaltıları yapılır, akşam yemekleri yenirdi. Buradan geniş bir salona geçilirdi. Mutfak tam karşıda arka bahçeye bakıyordu. Solda ise iki adet oda vardı. Odalardaki tavan altlarındaki sergenlere kap kaçak konurdu. Evin altı damdı. Yığma taş birinci kata kadar çıkardı. Yağlı çamur ve saman karışımdan yapılan bu harç ile yığma taşlar üst üste dizilerek, ya da bulularsa kireç harcıyla yapılırdı. Burada at, eşek, inek, manda, koyun keçi bakılırdı. Her evin demirbaşı genelde İnek, keçi, at ve eşekti, Eşek ulaşım, nakliye işini görürdü. Çataldağdan odun hep eşeklerle gelirdi. Özellikle Çarşamba günleri Çataldağ ve Keltepe köylerindeki köylüler, eşeklerine yükledikleri meşe ağaçlarını kasabaya getirir, burada mahalle aralarını dolaşarak satarlardı. Kazandıkları parayla da gaz sabun, yağ ve diğer ihtiyaçlarını alırlardı.
Zehraların bu ahşap evi tam bir balkan mimarisiydi, ikinci kat ağaç ağırlıklı olup, ağaç aralarına ince tahta çakılır, aralarına kerpiç veya yağlı samanlı çamur konurdu. Sıva ise samana ve yağlı çamur ile yapılır, üzerine kireç sürülürdü. Mahallenin en güzel eviydi, yemyeşil bahçenin içinde, ağaçların arasında insanın içini okşayan bir konaktı. Bu konağı 1874 yılında Hızargrad’ta (Osmanlı arşivlerinde Razgrad Hızargrad olarak geçer) doğan babası Adil Çiloğlu ile dedesi Bekir ve 1885 de Silistre de doğan eşi Ayşe Susurluk’a yerleştiklerinde el ele vererek yapmışlardı. Adil ağanın elinden her iş gelirdi. İnşaat ustası, marangoz, çiftçiydi. 1877 yılında başlayan Osmanlı Rus savaşı sonunda birçok yakını Anadolu’ya göçmüş, onlar Bulgaristan’daki yurtları terk edememişler, daha sonra 1900’lu yıllarda ikinci göç dalgasında Anadolu’ya geçerek Balıkesir’in Susığırlık beldesine yerleşmişlerdi. Bu ahşap konağın bahçesinde, iri yapraklarıyla bahçenin geniş bir bölümünü yakıcı yaz sıcaklarından koruyan, iri tatlı duduyla ağızlarına tat veren dut ağacında, büyük bir salıncak vardı. Yaz kış asılı dururdu. Kendileri ve çocuklar arkadaşlarıyla yıllarca sallanmıştı. Bu salıncak Zile’yi, Zehra’yı, Ahmet’i ve Remzi’yi büyütmüş, sallanmaları için şimdi torunları bekliyordu. Evlerin bahçeleri birbirinden ya tahta duvarla ya da dikenli çalılarla, bitkilerle ayrılırdı. Durumu iyi olan kerpiç duvar yapardı. Her evin bahçesinde bir kuyu olurdu. Evlerin helaları genelde bahçede olur, arkalarında derin bir kuyu helanın giderlerini burada toplardı. Mutfağın ve banyonun giderleri toprak künkler ile buraya akardı. Kışın sorun olmasa da yazın, hela kokusu ve sinek herkesi rahatsız ederdi. Her ev bahçesi, bulaşığı çamaşırı için kendi suyunu kendi kuyularından kullanırdı. Durumu biraz iyi olanın, ekilecek bağı bahçesi olanın avlusunda ya at arabası, ya da öküz arabası olurdu. Taşımacılık at arabası ve öküz arabası ile yapılıyordu. Onun için bahçe kapıları çift kanat, büyük ahşap kapılardı. Kapının ağzında gündüzleri bağlı duran kurt köpekleri vardı. Onlar evin bekçisiydi. Akşamları ipini çözerler, gece boyunca evi ona emanet ederlerdi. Evin arka tarafında geniş bir tavuk kümesi ve içinde onlarca tavuk vardı, tavuklar gün boyu bahçede eşelenir, bahçedeki köpek ve kedilerle didişir durulardı. Kasabada varlıkları, olanakları olan her ev bir imalathane gibiydi. Yaz gelip bahçe ürünleri boy atmaya, meyve, sebze vermeye başladı mı, kış hazırlıkları başlar, meyveler kurutulur, tarhanalar, erişteler, reçeller, pekmezler yapılır, turşular kurulurdu.
Birinci dünya savaşının yaşandığı yıllar, Bilindiği gibi her kapıda yokluğun yaşandığı yıllardı. Ülke savaşın eşiğinden yeni çıkmış, yüce Atatürk önderliğinde birinci dünya savaşının yaralarını sarmakla meşguldü. Bu küçük kasabada halk genellikle hayvancılık ve çiftçilikle geçiniyordu. Köylü dağdan odun getirip eşekler yükleyip, kasabaya satmaya getiriyordu. Ormancılar peşinde, yakalanan oduncular hapse bile atılıyordu. Kasabanın tek eğlencesi baharda ve sonbaharda Susurluk çayı kenarında kurulan emtia panayırlarıydı. Kasabanın esnafı burada sergi açıp, dışarıdan gelenlere satış yapıyordu. Panayır zamanı tüm çevre köyler, buradaki etkinliklere katılır, buradaki sanatçıların, sihirbazların, hokkabazların, sihirbazların gösterilerini izlerdi. En çok ilgiyi ise biz çocuklar için salıncaklar, dönme dolaplar, tel üzerinde yürüyen cambazlar, oyuncakçılar, dondurmacılar büyükler içinde, sigaraya halka atma, tüfek atışı, kumar oyunları ve çadır tiyatrolarının dansözleri çekerdi.
Çok iyi hatırlıyorum bir akşam babam aldı bizi panayıra götürdü. Hem de bizim evden yürüye yürüye. Annem ve kardeşim İbrahim. Ben altı, kardeşim dört yaşında. Gezdik dolaştık salıncaklara bindik. Şerbetçi Mehmet abinin dondurmasını yemezsek olmazdı. Oğlu Muzaffer ve Alaeddin abi geç saatlere kadar el ele çalışırlardı. Çataldağdan gelen karla bir fıçının içinde çevire çevire yapılan dondurmadan yedik. (Biraz daha büyüyünce bazı panayır günlerinde babam beni yardım için onun yanına çırak verirdi. İçi Çataldağdan gelen kar veya buz dolu geniş bir fıçı içine konan yuvarlak derin bakır dondurma güğümünü, dondurma olana kadar çevirirdik. Daha çok garsonluk yapar boşları toplardım.) Bir ara orada otururken karşımızdaki çadır dikkatimi çekti. Babamı elini çekiştirmeye başladım beni oraya götür diye. Büyük bir çadır, kapısı perde ile kapalı, içerisi gözükmüyor. İçeriden müzik sesi ve alkışlar geliyor. Babamı çadırın önüne kadar getirdim. Kardeşim ve annem dondurmacıda kaldı. Beni içeri sok diye direniyorum. Babam benimle baş edemeyeceğini anlayınca, kapıdaki görevliye bir şeyler söyledi.
Elimi bırakarak “Hadi git kenarda otur” dedi. Ben koşarak içeri girdim ve en öne gidip oturdum. Sahnede müzisyenler çalıyordu. Bir kadın çıkıp şarkı söylemeye başladı. Arkamdaki adamlar alkışlıyordu. Biraz sonra dansöz çıktı. Özel dansöz elbiseleriyle göbek atmaya başladı. Ben koca memeli çıplak bacaklı kadını ilgiyle izliyordum. O dansöz gitti başkası geldi. O kadar dalmıştım ki babamın yanıma geldiğimi fark etmedim. “Hadi oğlum gel gidiyoruz.” Zoraki beni çekerek dışarı çıkardı. Ben hala göbek atan dansöze bakmaya çalışıyordum. Dondurmacıya geldiğimizde kardeşim annemin kucağında uyumuş, annemde şerbetçi Mehmet abinin eşi Hayriye abla ile konuşuyordu. Büyük hevesle koşa koşa geldiğimiz panayırdan eve dönmek işkenceydi. Hepimiz yorgun ve uykulu olurduk. Küçükler kucak ister. Bizim minik ayaklarımız yorulurdu. Panayırın girişinden bekleyen faytonlara verecek paramız olmazdı. Biz hiç faytona binmedik. Bazen tek arabacılarda yolcu taşırdı. Panayır yeri bizim mahalleye yakın olduğu için biz hep yürüdük. En büyük oyuncağım el fenerim bu gece dönüşlerinde benim yolları aydınlatan arkadaşımdı. Panayır yerimiz Balıkesir yolu yakınından başlayıp Susurluk (halk dilinde Kocadere denirdi)) deresine kadar uzanırdı. Tam karşısında Çaylak boğazı ve çayı, sağ tarafında da Buzağılık köyü vardı. Burada derenin derin olduğu yerlerde kurulan sal ile karşıya geçilirdi. Dere kenarındaki geniş kumluk alanda hayvan pazarı kurulur, cambazlar (hayvan tüccarları) burada çevreden getirdikleri hayvanları satardı. Panayır zamanı koca babam aşçı Mahmut’ta lokantasını bir kısmını oraya taşır, orada köfte ekmek, çorba satardı. Gecenin geç saatlerinden bazen mahalle komşumuz sucukçu Ahmet amcanın sucuk ekmeklerini büyük bir iştahla yerdik. Bazı geceler babam ve ben koca bubama yardıma giderdik.
Bahar geldi mi Susurluk deresi iyice azar, her tarafı su basardı. Suyun karşısına geçmek için, yani Çataldağ ve eteklerindeki köylere gitmek için tek ulaşım aracı saldı. Susurluk’un tam kuzey doğusunda Kayıkçı köyü, güneyinde ise Buzağılık köyü vardı. Burada da derenin karşıya en yakın yerlerine çelik tel gerilir ve bu tel üzerinde sal çalışırdı. Sallar bir at arabası ve bir kağnının sığacağı kadar büyük olurdu. Derede su olduğu müddetçe sal çalışırdı. Çünkü sallar debisiyle, su yani akışıyla giderdi.”
Artık evin reisi Ayşe’nin kocası aşçı Mahmut’tur. Ayşe okula gittiği birkaç aylık zamanda hocası ona ‘’ oku bakalım elli beş Ayşe, yaz bakalım elli beş Ayşe diye diye bu lakap çocuk yaşta üzerine yapışıp kaldı. Mahallesinde de, Ayşeler çok olunca, hangi Ayşe sorunun cevabı elli beş Ayşe oldu. Ayşe çok zeki ve bilmişti. Okula gidip yeni Türkçeyi öğrenmek en büyük arzusuydu ama ne yazık ki onun döneminde o hiçbir zaman okula gitme şansını bulamadı. Yine de o zor ve çetin yıllarda, insanlar evine ekmek götüremediği günlerde o karşı komşuları Hüseyin dedenin yardımıyla Arapçayı sökmüş, mahalle çocuklarına Arapça kuran bile öğretmeye başlamıştı.
Özünde bu haneyi Ayşe yönetiyordu. Aşçı Mahmut’un arkasındaki ana güç oydu. Evleri, avlu kapısından girince sol tarafta keçi ve koyunların bulunduğu hayvanların damı vardı, sağ tarafta büyük bir dut ağacı, dut ağacının sağ yanında da hela. Kapının tam karşısında ufak bir oda vardı. Burada hem mutfak hem de banyo vardı. Yukarıdaki sahanlıktan iki basamakla iniliyordu. Merdivenin tam karşısı odunluk olarak kullanılıyordu. Sağ tarafta maşınga, onun yanında önü bez perde le kapatılan, üstü açık banyo olarak kullanılan ufak bir bölme vardı. İki penceresinden biri bahçeye, diğeri biraz daha büyük olanı sokak kapısına bakıyordu. Pencereler ufak ve yukarı doğru sürmeliydi. Banyonun sağ tarafında tel bir dolap, evin tüm yiyeceklerini muhafaza ediyor, ayni zamanda yiyecekleri farelerden koruyordu. Maşınganın yanında, merdiven eşiğinin sağ tarafında yere gömülü büyük bir toprak küp vardı. Yazın evin soğuk su ihtiyacını burası karşılıyordu. Küpe, avlu kapısının sağ tarafındaki mahalle çeşmesinden bakraçlarla taşınan sular konurdu. Onların şansı kuyunun hemen yanlarında olmasıydı. Kuyu başı mahalle kadınlarının toplantı yeriydi. Bakır bakraçlar sıraya girer herkes sırayla doldururdu. Bu arada mahalle dedikoduları burada bakraç bakraç her haneye taşınırdı. Mahalle delikanlıları uzaktan kuyu başına gelen kızları keser, bazen sevdiği kızın elinden, kuyunun yanında asılı duran bakır bardaktan su içerdi. Keçi bayırına çıkmadan biraz ilerde kaynak suyu akan çeşme vardı. Önünde de büyük bir yalak, otlamaya giden hayvanlar burada sulanırdı. Bu kaynak suyu bazı yazları çok az akar, bazen de kururdu. Bahçenin yürüme yolunun sol tarafında çiçekler, onların ardında da ekilecek yerler vardı. Soğan, sarımsak, marul ıspanak, domates, biber, mevsimine göre her şey ekilirdi. Sol tarafa dönünce on iki basamaklı bir merdivenle sundurmaya çıkılırdı. Burada yan yana iki adet oda vardı. Biri Ayşe’nin diğeri annesi Fatma ve oğlu Mustafa’nın Sundurmanın bahçeye bakan girişinin üstünde üzerinde kumrularında suiçtiği asılı su bakraçları dururdu. Helanın ibriğini, su testilerini ve bakraçları doldurmak, sabahın ilk görevleri arasındaydı. Burada bir leğen ve ibrik durur sabah el yüz yıkanır, abdest alınırdı.
Karşı komşuları Adil ağadan olur haberi biraz geçte olsa olumlu olarak onlara ulaştı. Bu haber üzerine Zehra hemen istenmiş ve söz kesilmişti ama, şimdi ne olacaktı. Para pul yoktu. Dul Fatma köye gidip abilerinden, amcalarında yardım istedi. Mustafaların ne oturacakları bir evi, ne de eşyaları vardı. Çözüm bulunmuştu. Mustafa evlenince annesi Fatma köyde baba evine gidecek, köyde kalacak, oğlu Mustafa askere gidince tekrar evine dönecek, gelini ile beraber kalacaktı. Ayşe’nin bir türlü bebeği olmuyordu. Hocalar falan göründü ama nafile hamile kalamıyordu. Bu düğün işi canını sıkmıştı, zaten zor geçiniyorlardı. Şimdi bir boğaz daha katılıyordu haneye.
Kapı önünde ki meydana birkaç sandalyeye dizilen oturma tahtaları, yukarı mahalleden gelen çalgı çengi, konu komşu el birliğiyle mahallede bir güzel düğün yaptılar Mustafa’ya. Davullar çalındı, rakılar içildi. 1925 yılının sonbaharında gelin evinin avlusunda da kına gecesi yapıldı. Fatma oğlu için yoktan var etmişti bu güzel düğünü. Mustafa artık Mahmut eniştesinin lokantasında onunla birlikte çalışıyordu. Boş zamanlarında da ne iş olursa yapıyor, evine ekmek götürmeye çalışıyordu. Evlilik, sevdalısına kavuşma Mustafa’yı mutlu etmişti, Zehra da bu aile ortamına uyum sağlama çabasındaydı. Görümcesi ile her işe koşturuyordu. Bahçedeki asmalar, eriklere, ayvalara can gelmiş, hepsi sanki yeniden doğmuştu. Onların el emekleriyle, bahçedeki çiçekler, ortancalar renk renk açıyor, içlerine ferahlık veriyordu. Zehra annesinin evi çok yakın olmasına rağmen eve fazla gidemiyordu, daha doğrusu annesi de ondan yardım bekliyordu ama zamanı yoktu. Kardeşi Zile’ye de hemen söz kesilmişti. Nişan düğün hepsi bir ay içinde oldu. O da Sultançayır köyünde güzel bir Çerkes düğünüyle gelin oldu. Kocası Hüsnü Sultan çayır köyünde taş ocağında çalışan bir işçiydi. Evde iki erkek abisinin annesine pek faydası yoktu. Remzi de evlenmek istiyordu. Diğer kardeşi Ahmet’te bir bıçkı atölyesinde çalışıyordu. Belki Mustafa asker gidince orada ara sıra annesinin yanında kalabilir ona yardımcı olabilirdi.
Sabah kalkınca, kahvaltı dertleri pek yoktu. Kocasını ve eniştesini lokanta çalıştırdıkları için onlar dükkan da kahvaltı ediyorlardı. Lokantadan kalan yemeklerse evde yeniyordu. Keçi sütü çocuklara iyi geldiği için her evde keçi vardı. Genellikle keçiler mahalle çobanına teslim edilir, çoban sabah keçileri alır keçi bayırında tepeye yamaçlara çıkarır, akşam her keçi kendi evini bulur gelirdi.
Şehirde elektrik yoktu. Çataldağ’dan gelen çaylak suyuna elektrik üreten dinamo kurulacağı söyleniyordu. Bırakın elektriği kasabada su yoktu. Yağmur yağdığında her tarafı basan suyun ne yazık ki içme suyuna faydası yoktu. Mahallede ki bazı varlıklı evlerde genelde kuyu vardı. Su ihtiyacını bu kuyular sağlıyordu. Her evde gaz lambası hazır beklerdi. Yemekler ispirto ocağında veya maşınganın üzerinde ya da topraktan yapılan seyyar bahçe ocaklarında pişerdi.
Gaz bulmanın bile zor olduğu yıllardı. Ve gün geldi Mustafa’yı askere çağırdılar. 1.5 senelik eşini annesine emanet etti. Balıkesir’den Gaziantep’e doğru yola çıktı. Zehra hamileydi, bir ay sonra bir kız çocukları oldu. Yıl 1927 aylardan aralık. Mustafa kızının doğduğunu kendisine gelen ilk mektupta öğrendi. Bu kızın adını Hayriye koydular. Annesinin maviş gözlerine inat kapkara bakıyordu dünyaya.
1 Kasım 1928 yılında Türkiye Cumhuriyeti meclisin çıkardığı kanunla yeni Türkçe tabir edilen Latin harflerine geçti. Arapça okutulan okullar yeni Türkçe üzerinden eğitime başladı. 25 Kasım 1925 yılında çıkarılan kıyafet devriminden sonra, bu ikinci büyük devrimdi.
Zehra’nın işi çok zordu, annesinin yanına gitse evin bütün işi omuzlarındaydı. Kocası gidince kaynanası da köyden eve gelmiş. Evin bütün işleri omuzlarındaydı. Ayni zamanda Ayşe kocasına yardıma gidince, hem kendi kızına hem de evin işlerine koşturuyordu. Mustafa hiç izine gelemedi. Parasızlık, uzakta oluşu hep engeldi.
Teskere alınca gelirim diyordu. Hiçte işler onların düşündüğü gibi gitmedi ve geleceğe dönük tüm hayaller suya düştü. Bir akşam üstü jandarma kapıyı çaldı. Mustafa’dan gelen kara haberdi bu kapıyı çalan.. Yıl 1929 Mustafa askerde teskereye gün sayarken bir kaza geçirmiş ve kısa bir müddet sonra vefat etmişti. Daha 22 yaşında gencecik bir delikanlıydı. Cenazesi orada gömülmek zorunda kalınmıştı. Mustafa’nın ölüm haberi ailede şok yarattı. Zehra’nın tüm hayalleri yıkılmıştı. Herkes çaresizdi, gidip mezarına bulacak, ne oldu diyecek kimse de yoktu. Mahmut’un işler iyi gitmiyor, aşçı dükkanı zarar ediyordu. Mustafa ölünce Zehra kucağında çocukla bir müddet daha kaldı kaynanasının yanında. Ama olmuyordu, kucağındaki çocukla herkese yük olmaya başladığını düşünüyor, babasının evine de dönmek istemiyordu. Ablası Ayşe ve annesi Fatma Mustafa’nın yetimi, Hayriye’yi vermek istemiyorlar, ona sahipleniyorlardı. Hayriye evin neşe kaynağıydı yıllar gelip geçiyor minik Hayriye babaanne, anneanne ve hala elinde büyüyüp sokaklarda koşturmaya başlamıştı bile. İki arada büyüyüp gidiyordu. Bu arada Hayriye’nin annesi, Zehra’nın Ahmet abisi (Topal Ahmet) evlenmiş kendi yuvasını kurmuş, evden ayrılmış, Susurluk Balıkesir ana yolunda bir ev alıp oraya yerleşmişti. Bir sene sonra Remzi abisi de evlenince, Zehra bir sokak ileride annesinin evine taşındı, kaynanasının karşı çıkmasın rağmen, inat etti. Daha fazla kaynana, görümce kahrı çekemem dedi. Annesinin evinde de yokluk vardı. Babası çalışamıyor, anca bahçe işleriyle uğraşıyordu. Köyden zile kardeşinden gelen yardımlarla ayakta duruyorlardı. Koskoca bahçe onların eline bakıyordu. Dul bir kadını yanında altı yaşına basmış kızı ile evlenmeye kalksa kim alırdı. Hayriye babaannesi ve anneannesi arasında gidip geliyordu. Bu yetimi okula yazdırmışlar ama birinci sınıftan sonra okula da gidememişti. Önlük gerek kitap gerek, işin gerçeği gaz lambalarını yakacak gaz bulamıyorlardı. Zehra akşamüstleri komşu çocuklarıyla birlikte kış kıyamet günlerinde çamur yolda çamurlara bata çıka Balıkesir yolu üzerindeki askeri kışla kapısına gider oradan verilecek karavana artıklarını beklerdi. Yazlara öyle veya böyle sebze meyve bulunuyordu ama ekmek sorundu. Zehra evlenmek istiyordu ama kim talip olacaktı. Ülke kurtuluş savaşından çıkalı 15 sene olmuş, iş, aş yoktu. Dul genç bir kadın için bu küçük kasabada yaşama savaşı vermek çok zordu. Bu arada aileyi sevindiren haber Ayşe’den geldi. Ayşe nihayet hamile kalabilmişti. Kocası Mahmut sevincinden o gün lokantada tüm komşulara pilav dağıttı. Çok sevinmişti. Ve gün geldi nur topu gibi bir kız doğdu. Adı Zeriha.
Zeriha’nın aileye katılması Mustafa’nın yokluğunu bir müddet azaltmış, aileye moral gelmişti. Hayriye babaannesine geldiğinde hem Zeriha ile oynuyor hem de ona göz kulak oluyordu. Fatma gelini Zehra ile pek konuşmuyordu, araları açılmıştı. Zehra’nın evleneceği haberlerine kızıyorlardı. Sanayide marangozluk yapan orta yaşlı biri Zehra’ya çocuğuyla beraber talipti. Bu evliliğe artık 10 yaşına gelen Hayriye karşı çıkmış annesine, ’’Babam belki askerden gelir’’ ben üvey baba istemiyorum diyordu. Sessiz sedasız yapılan imam nikahı ile Zehra ikinci evliliğini yaptı. Zehra ikinci kocasıyla pek mutluydu, olan Hayriye’ye olmuştu. Bu günlerde dul bir kadının, annenin toplum içinde yaşaması pek zordu. Üvey babası ne kadar iyi olsa da, bir türlü annesinin evliliğini çocuk aklıyla kabullenememişti. Bu arada Hayriye onu üç yaşına gelmiş, mahallenin göze batan kızlarından bir olmuştu. Adil dedesine yoldaşlık yapıyor, bahçe işlerinde ona yardım ediyordu Adil dedesi, torununu Hayriye’yi çok seviyordu. İlk torunuydu, göz ağrısıydı.
Ülke tam ekonomik ve sosyal kalkınma yolunda hızla ilerliyor çeşitli illere fabrikalar açılıyor, yollar demiryolları yapılıyordu. Köylerde köy enstitüleri hızla çoğalıyor, ilçelerde ortaokul, vilayetlerde lise ve Üniversiteler açılıyordu. Yokluk içinden çıkan ülkenin hızla devam eden kalkınma hızını moralini Türkiye Cumhuriyeti Reisicumhuru Mustafa Kemal’in git gide kötüleşen sağlık durumu bozdu. Büyük lider Atatürk hastaydı ama hala ülkesi için çırpınmaktaydı. O günlerde Hatay il olmuş bağımsızlığını kazanmış, hiç olmazsa Fransa sömürgesi olmaktan kurtulmuştu.
10 kasım 1938 de hastalığı iyice artan Atamızın vefatı yurda duyurulduğu an, ülke çok acı bir yasa bürünmüş, matem içindeydi. Ülke atanın yasını tutarken 7 ay sonra 23 haziran 1939 da Hatay Meclisinin aldığı Türkiye’ye katılma kararıyla Hatay artık Türkiye Cumhuriyetinin ili olmuştu. Ülkede bunlar yaşanırken Susurluk’ta neler oluyordu.
Küçük kızı Zile’nin de Sultançayır da bir oğlu, iki sene sonra da bir kızı olmuştu, Mehmet ve Gülbahar. Bir de Zehra’nın ikinci evliliğinde bir kızı daha olmuştu, Sabriye. Artık 66 yaşına gelen Adil’in dört torunu vardı. Bu arada rahatsızlığı iyice artan Adil 22 Ekim 1940 da tam torunlarıyla mutluluğun çıkardığı yıllarda vefat etti. Kocasının ölümü Zehra’nın annesi Ayşe’yi çok sarsmıştı.
İkinci dünya savaşının Bulgar sınırına kadar dayandığı yıllardı, Almanlar Türkiye’yi savaşa sokmaya çalışıyor. Atatürk’ün 1938 yılında ölümünden sonra ülkeyi yöneten Reisicumhur İsmet İnönü ve meclis tarafsızlığını koruyor, savaşa girmiyordu. Ülkede her şey karneye bağlanmıştı. Tüm gençler askerde savaşa hazır bekliyordu. Alman sınır geçerse, Türkiye müdahale edecek ülkesini savunacaktı. Almanlar Türkiye’nin kendi taraflarında savaşa girmesini istiyor, Hükümet direniyor, tarafsız kalıyordu. Birinci dünya savaşının yaralarını sarmaya çalışan bu ülkenin bir savaşa daha girecek gücü yoktu. Bu yıllarda giyim kuşam kadınlar için sorundu. Ülkede kıyafet devrimi yapılmasına, kara çarşafın kaldırılmasına rağmen her yerde ferace denilen siyah yöresel giysiler giyilirdi. Manto ancak yeni gelinlere alınırdı ya da hali vakti yerinde olanlar giyerdi. Kasaba, köy gibi yerlerde, kadın terzisi diye bir şey yoktu. Kadın giysilerini mahalledeki kadın terziler dikerdi. Her kadının elinde yün şiş, devamlı çocuklara bir şeyler örerdi. Küçülenleri küçük çocuklar giyer yahut sökülür yeniden örülürdü. Genelde lastik ayakkabılar giyilirdi. Mahalle aralarında genelde kış olmadıkça takunya dahi kullanılırdı.
Erkekler giysilerini kasabanın terzilerine diktirirlerdi. Bir elbisenin dikimi bazen, provalarla birlikte ayları bulurdu. Usta terzilerde uzun sıra kuyrukları olurdu.
Zehra’nın ikinci evliliğinden olan kızı yeni kocasıyla geçinip gidiyordu. Zehra’nın başını sokacak bir evi vardı artık, ele güne muhtaç değildi.
Hayriye annesi evlenince hasta olan anneannesinin evine yerleşti, anneannesi de o bakıyordu. Fırsat buldukça babaannesine gidiyordu. Hayriye mutsuzdu, baba sevgisi görmeyen yüreği yaralıydı. Çocukluğu genç kızlığı bu iki evde geçmişti, Dedesi Adil’in ölümü onu çok üzmüştü. Onun yokluğunu anneannesi ne kadar sevgi gösterse dolduramıyordu. Üvey babasını pek sevmediği için artık o eve de gidemiyordu. Dedesinin evinde Remzi dayısı da kalıyordu. O babaannesinin, halasının yanında daha mutluydu. Zeriha ona hem kardeşlik, hem de arkadaşlık ediyordu. Dedesi Adil’in vefatı bu gencecik yüreği iyice sarsmış adeta hayata küsmüştü. Bir sene sonrada anneannesi Ayşe yatağa düştü. 18 Kasım 1941 de henüz 54 yaşında o da vefat etti.
Anneannesi vefat edince Hayriye on dört yaşında bir genç kızdı artık. Mahallenin evlenme yaşına gelmiş delikanlıları kapının önünden geçiyor, mahalle düğünlerinde, görücüler gözlerinin ondan ayıramıyorlar, aracılık yapıp, ona kısmet buluyorlardı. Hayriye’nin dedesi çevresine karşı ne kadar sert mizaçlı biri olsa da baba yerine geçiyordu. Onun uzun saçlarını elleri arasına alıp okşaması onun en dışa vuramadığı en büyük mutluluğuydu. Annesinden göremediği yakınlığı anneannesinden görüyordu, her ikisini de çok seviyordu. Her ikisini de bir sene ara ile ölmeleri onu çok sarsmıştı. Günler aylar yıllar geçip gidiyordu. Yeni harflerle eğitime geçen kasabanın tek okulu İnebey İlkokuluna gitme şansı bulamayan Hayriye de artık evlenme çağındaydı. 16.sında genç çıtı pıtı bir kızdı, çocuk sayılırdı ama isteyenler kapıdaydı. Bir gün annesinin kapısını Bulgaristan göçmeni İbrahim usta ve eşi Ümmügül çaldı. Oğulları Abdullah’a istiyorlardı Hayriye’yi. 1919 yılında Bulgaristan’ın Razgrad ilinin Gökçesu (Sinya voda) köyünde doğan Abdullah Çanakkale de dört sene süren askerlikten sonra 1945 yılında Avrupa’da savaş bitince Çanakkale de askerliği bitirmiş, Susurluk’a yeni gelmişti.
SUSURLUK 1945
Susurluk’ta ki baba evinde bir erkek ve iki kız kardeşiyle birlikte yaşıyordu. İşi gücü yoktu. Babası İbrahim, onunla ayni sokakta oturan sağdıcı, Hasan Karatepe ustaya, inşaat işlerinde yardımcı oluyor, onların yanında çalışıyordu. Boylu poslu mahallenin kızlarının peşinden koştuğu yakışıklı bir delikanlıydı. Kardeşi Hasan bir sandalyecinin yanına çırak girmiş, orada çalışıyordu. Hayriye bu boylu poslu delikanlıya hayır diyemedi. Ondan çok etkilenmişti, aile büyüklerini oluruyla bu evlilik girişim resmileşti. Nişan ve düğün iki ay içinde oldu. Hayriye kaynanasının evine gelin gelmişti.
Hayriye artık evinin kadını olmuş, yeni evinin bütün sorumluluğu üzerine binmişti. Ayni evde kayınpederi, İbrahim usta, kaynanası Ümmü, Kaynı Hasan görümcesi Bedriye ile kalıyordu. Büyük görümcesi Hayriye geçen sene Bursa’ya gelin gitmişti. Evleri tek kat bahçeli üç oda bir salondu. Kışları çok zor geçiyordu. Soba tek oda da yanıyordu, yatak odalarına mangal konuyordu. Kasabaya çaylak deresine yapılan dinamodan elektrik gelmiş, evlerine bağlanmayı bekliyordu.
Annesinin ikinci evliliği, annesinden soğutmuştu, ama çıkışı yoktu. Fırsat buldukça babaannesine, gidiyordu. Bu arada dede evinde iyice yaşlanan anneannesini kaybettiler. Evde Remzi dayısının eşi ve oğlu Remzi annesi, üvey babası ve kardeşi Sabriye kalıyordu. Hayriye kocasını seviyordu, ama kaynanası onu çok üzüyordu. Kayın pederi İbrahim usta ve kocası sessiz sakin uyumlu biriydi.
Evleri çok küçüktü, bahçesi dar uzun bir bahçeydi. Çamaşırlar avluda kazanda kaynatılan suyla yıkanıyordu. Evin bakımı, badanası yemeği her türlü işi ona ve görümcesi Bedriye’ye kalmıştı. Kocasının belli bir işi yoktu. Nerede bir iş bulursa orada çalışıyordu. İş bulamadığı zamanlar Eniştesi Arnavut Mahmut’un lokantasında çalışıyordu. Bir müddet sonra anne baba ölünce kardeşler miras peşine düştü. Kardeşi Remzinin eşiyle geçinemeyen Zehra kocası ve kızıyla başka eve taşındı. Bu kez de dededen kalan konağa Sultançayır köyünden iki çocuğuyla Zehra’nın kardeşi Zile ve enişte Hüsnü yerleşti. Konağın bir odası yine kardeşi Remzi’ye verilmişti. Remzinin hanımı da iki sene sonra ölünce, çocuğu Muhsin ile Zile’nin başına kalmıştı.
Atatürk’ün ölümünden sonra hükümeti başına İsmet İnönü geçmiş. Cumhuriyet halk partisi ülkeyi yönetiyordu. Tutucu din düşmanlarının hükümeti yıpratma kampanyası devam ediyordu. 1947 yılının ilk aylarında Hayriye’nin doğumu iyice yaklaşmıştı. Kayın pederi İbrahim ustada bugünlerde iyice rahatsızlanmış, yatağa düşmüştü. Artık evin sorumluluğu oğlu Abdullah ile Hasan’a kalmıştı.
Susurluk kaza olunca yukarı kışla tarafına büyük bir su deposu yapıldı. Çaylaktan gelen su bu depoya geliyor, buradan da mahalle aralarına konan çeşmelere geliyordu. Orta mahalledeki kahveci Akif’in alt tarafındaki sokaklarına da su geldi. Çeşme tam karşılarına konmuştu. Kalfaköylü’nün iki katlı evinin sağ köşesine. Artık aşağıdaki çingene mahallesindeki kuyuya su almak için gitmeyeceklerdi.
Hayriye daha önce iki kere hamile kalmış ikisi de düşmüştü. Bir sene sonra tekrar hamile kaldı. Kayın pederi ölmeden önce hamileydi. İbrahim usta ilk torununu kucağına aldıktan, birkaç ay sonra 9-4-1947 tarihinde vefat etti. Doğan bebeğe o günlerde İbrahim dede yaşadığı için, Hayriye ölen babasının adı konsun dedi, direndi. Böylelikle İlk oğlunun adı Mustafa oldu. Hayriye zayıflamış sık sık hastalanır olmuştu. Balıkesir’de ki yeni açılan devlet hastanesi yattı birkaç kez. Sinir sistemi bozulmuştu. Kaynanası ara sıra Bursa da kızında kalıyor. O zaman evinde huzur buluyordu. Bu arada kızamık hastalığından oğlu Mustafa’yı kaybetmesi sinirlerini iyice bozdu. Bir de bu hastalık dönemlerinde kocasının bazı kadınlarla adı çıkınca, bunalıma girip kendini aşağıda bardakçıların, yani çingene mahallesinde bulunan kuyuya attı. Günlerden pazar alması onun için bir şanstı. Yukarıdaki kışladan pazar iznine çıkan askerler onun kuyuya atladığını görünce kuyuya inip onu kurtardılar. Bu arada kayın pederinin sağdıcı Hasan ustanın oğlu Veli’ye, artık yetişkin bir kız olan üvey kızkardeşi, Sabriye’yi istediler. Söz, nişan derken bir sene içinde düğünleri yapıldı.
Bu düğün telaşından sonra Hayriye’nin evinde huzursuzluk hala devam ediyordu. Boşanma aşamasına geldiler, ama Hayriye’ye kim sahip çıkacaktı, anne ikinci kocada kendi derdinde, baba yok, o günlerde tekrar hamile olduğunu öğrenince, aile yeniden umutlandı. Kaynanası Bursa’ya büyük kızına gitti. Dağılmak üzere olan aileyi bu sevinçli haber tekrar bir araya geldi ve tüm ümitlerini bu bebeğe bağladı. 1950 yazında Balıkesir devlet hastanesi doğum evinde ikinci oğlu oldu. Oldu da Hayriye sık sık hastaneye yattığı için bebek babaanne ile elli beş Ayşe halaya gönderildi. Zeriha da büyümüş abla olmuştu. Bebek kucağından düşmüyordu. Bebeğin adını Aydın koydular. Yaşamayanlara inat yaşasın diye. Kara kuru bir bebekti hiç yaşam umudu yoktu sanki, bu kuşkular Annesini bunalıma sokuyor, uykusuz geceler bitip tükenmiyordu. Baba ve annesiyle birlikte yeni doğan bebeği Bigadiç’te bir hocaya götürdüler. Hoca okudu üfledi ve bebeğin karnına kızgın demir şişle üç çizik çekti. Ömrü uzun olsun diye. Küçük Aydın’ın çığlıkları ana ve babasının yüreğini parça parça etmesine rağmen, onların o günkü inanışlarına göre bu çığlıklar onlar için bu minik bebeğin yaşama tutunma umuduydu.
Anne çok yıpranmış, bebeği emziremeyince Aydın’ın babası bir keçi aldı. Keçiyi babaannenin damında bakmaya başladılar. Anne sütü olmayınca keçi sütü iyi gelirmiş. Bu arada görümcesi Bedriye de Bursa’ya gelin gidince ev sakinleşti, Kaynanası da kızlarının peşinde sık sık Bursa’ya gitmeye başladı. Büyük damadın işi iyi idi. Bursa eski garajda otobüs kasası yapıyordu. Orada daha rahat ediyor. Hem de torunu Fehim’e bakıyordu. Zeriha ile Abdullah, dede evinde bir kardeş gibi büyüyorlardı. Anne hasta, baba iş, ekmek derdin de. Küçük Abdullah artık babaanne ve hala’ya, ablası Zeriha’ya emanetti. Ayşe kendi öz kızından ayırmadı onu. İlk göz ağrısıydı, ilk erkek çocuğuydu ailenin, yaşamayanlara inat yaşaması gerekti. Askerde ölen, yattığı yer bile bilinmeyen dedesi ‘’Mustafa’ya benziyor’’ diyordu. Babaannesi Mustafa’m deyip sarılıp ağlıyordu ona.
Hayriye’nin kocasının evde kalan son kardeşi Hasan’da evlenince beraber oturdukları ev tahta bir avluyla ortadan ikiye bölündü, Yarısında yeni damat Hasan ve eşi Muzaffer, yani top bayırına göre üst tarafı Abdullah’a alt tarafta yeni damat Hasan’a kaldı.
Hayriye’nin artık miraslıda olsa kendisine ait bir evi vardı. Bir tarafı beyaz, bir tarafı siyah olan dut ağacı artık avlunun öbür tarafındaydı. Hasan kayın pederi Fırıncı Hüseyin’in karşısındaki bir damı kiralamış, orada bıçkı açmış, ağaç sandalye yapıyordu. Hayriye’nin sağlık durumu da biraz düzelmişti. Aydın iki yaşına basınca bir erkek kardeş daha geldi ona. Ona da ölen diğer dedesinin adını koydular, İbrahim. Ailenin göz bebeğine ortak gelmişti. Hayriye bebeğinle uğraşırken Aydın’da babaannesinde kalıyor, koca buba dediği Mahmut eniştesinin lokantasına gidiyor, minik ellerinle ona yardıma gidiyordu. Zeriha ablası da artık okullu olmuş, okula gidiyordu. Soğuk kış günlerinde evin en ufak odası olan maşıngalı mutfakta, sokak kapısına bakan pencere kenarında oturur, Zeriha ablasının okuldan gelmesini beklerdi. Bazen de kapıda elinde paketlerle babası görünür, ona şeker getirirdi.
Annesi sinir hastalığı nedeniyle hastanede yatarken babası her akşam iş dönüşü ona uğramadan eve gitmezdi. Zeriha okuldan gelince annesinin ilk işi, hava kararmadan kafasında bit kontrolü yapmaktı. Sık sık okulda bit salgını olurdu. Bitler Aydın’a bulaşmasın diye onun saçları hep sıfır numara kesilirdi. Bazı zamanlar, gaz olduğu zaman bitler ölsün diye kafasını gaz yağı ile yağlardı. Kış aylarında banyo bu mutfakta yapılırdı. Maşınganın üstünde ısınan su ve odanın ortasına konan büyük bir leğen banyo için yeterliydi. Leğeninin içine konan oturağa oturulur, bakraçta, kovada ılıtılan suyla yıkanılırdı. Yaz aylarında banyo işi kolaydı. Bu iş için genellikle, sundurma veya bahçe kullanılırdı. Hayriye’nin kocası nihayet iş bulmuş, inhisar dedikleri tekelde işe girmişti. İş yeri Susurluk’un merkezindeki mezarlığın tam karşısındaydı. (1960 Askeri darbesinde, kasabaya Kaymakam olarak atanan asker komutan tarafından mezarlıktaki mezarlar yeni açılan şimdiki Susurluk lisesinin (eski Ortaokul) arkasındaki tepeye nakledilmişti)
1950 yılında yapılan genel seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisinden ayrılan Milletvekilleri Adnan Menderes, Celal Bayar ve arkadaşlarının kurduğu Adalet partisi iktidara gelmiş, Adnan Menderes Başbakan, Celal Bayar Cumhurbaşkanıi olmuştu. CHP seçimleri kaybetmiş, halk oyunu yeni kurulan Adalet partisinden yana kullanmıştı. O yıl yapılan Susurluk ilçe Belediye başkanlığı seçimini de Adalet partisinden Nuri Eroğlu Kazanıp. Susurluk Belediye Başkanı olmuştu.
Susurluk’ta güzel şeyler oluyordu. Daha önceki yıllarda temeli atılıp bitirilen Susurluk Ortaokulu 1950 eğitim yılında açılışı yapılarak eğitime başlamıştır. Bundan sonra Susurluklu öğrenciler Balıkesire, Bandırmaya Ortaokul için zorunlu gitmeyecekti.
O yıllar Susurluk’ta hastane yoktu. İlçenin tek doktoru Susurluk Belediyesinde görev yapan Susurluklu ünlü bestekar Selahattin İçli’ydi. Selahattin bey günün belirli saatlerinde ev eve dolaşarak hastalarını takip ederdi. Susurluğun tek eczanesi de Akitire eczanesiydi. Doktor İçli ve Belediye başkanı Nuri Eroğlu öncelikle Susurluğa bir hastane yaptıralım der. Tabii bu Belediyenin parasıyla yapacağı iş değildi. Belediye başkanı da adalet partisinden olduğu için bu iş olur dediler. Ankara’ya koşuşturmalar başlar, sağlık bakanlığında bakanla görüşürken, Sağlık bakanı der ki ’’Bu işler öyle bildiğiniz gibi kolay olmaz, önce bir dernek kurun, sonra hastanenin yeri için arsa satın alın, su basmanlarını çıkın, yani bir şeyler yapın ki biz size yardımcı olalım. Ha önce arsa yerini bize gösterin uygun mu karar verelim. Sonrasını sağlık bakanlığına bırakın”
Belediye Başkanı Sayın Nuri Eroğlu ekibiyle Susurluğa döner. Önce hastane yaptırma ve yaşatma derneğini kura. Şimdi arsa ve temel için para bulmaya gelir. Tabii o zamanlar anons falan yok. Bir tellal bulunup sokak sokak dolaştırıp, Susurluğa hastane yaptıracağız diye halk yardıma çağrılır. Her gün hastaların Balıkesir’e gitmekten canı çıkan Susurluk halkından hastane için beş kuruş değil bir iğne alamaz. Kısacası o günlerden yokluğun, yoksulluğun kol gezdiği yıllardı. Moraller bozuktur. Yola çıktık önce arsa işini çözelim der. Belediye başkanı Nuri Eroğlu’nun Susurluk merkezde babasının bir bağ, bir de harman yeri olarak kullanılan arsası vardı. Hangisi uygunsa onu hastane yeri yapalım der. Üç kardeştiler, oturur konuşurlar, Abisi kabul etmez, karşı çıkar. Kardeşi Tahir Eroğlu, Abisi Nuri Eroğlu’na “ abi sen nasıl uygun görürsen ben varım der” abisini yalnız bırakmaz.
İki kardeşin onayıyla arsa işi tamamdır. Sağlık bakanlığından hastane yeri için hemen ekip isterler. Gelen ekip daha havadar ve geniş gördükleri bağlık yeri onaylar. Bu arsa hemen derneğe bağışlanır. Bu hastane yeri bağışı için Hastane yaptırma ve yaşatma derneği Belediye başkanı ve kardeşine teşekkür belgesi gönderir. Gönderir de o günlerde Susurluğa Şeker fabrikası kurulma çalışmaları daha öne çıkar. Belediye Nuri Eroğlu Şeker fabrikası Susurluğa kurulacak diyor, bunun için Ankara’ya gidip gelmeler bitmiyordu. Balıkesir milletvekilleriyle Fabrika işinin peşini bırakmıyordu. Ve sonunda bu uğraşlar sonucunu verdi. Şeker fabrikası Susurluğa kurulacaktı.
19 Nisan 1954 de Başbakan Adnan Menderes ve Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından Susurluğun ekonomik ve kültürel yaşamını değiştirecek Susurluk Şeker fabrikasının temeli Bandırma tren, Bursa kara yolu ile Susurluk çayı arasındaki Susurluğa tahmini iki kilometre uzaklıktaki arsaya atılır. Hastane ise su basmanları çıkmış beklemektedir. 25 Eylül 1955 yılının Milletvekili seçimlerinden 3 gün sonra Susurluk Şeker fabrikasının açılışı yapılır. 13 Kasım 1955 de de Belediye başkanı seçimleri yapılır. Bu seçimlerde belediye başkanlığını Nuri Arda kazanır ve Belediye başkanı olur.
Yeni Belediye Başkanlığın döneminde de su basmanları yapılmış olan hastane binası şeker fabrikasının gölgesinde kalır bir çivi bile çakılmaz. Yıllar geçer seçimlerin olacağı 1960 Yılında askeri ihtilali olur ve ordu tüm ülkede yönetime el koyar. Askeri yönetim Belediye başkanlığına Hüsamettin Özer adlı bir subayı atar. Hastane yaptırma derneğinin baskısıyla hastane yaptırma olayını tekrar tekrar gündeme getirir ve askeri Belediye Başkanı Hüsamettin Özer hastane yapımına başlatır, 7 senelik bir bekleyişten sonra yapımı biten hastanenin 1962 yılında sağlık merkezi adıyla açılışı yapılır. Açılışa giden ve o gün 12 yaşında olan Eski Başkan Nuri Eroğlu’nun oğlu Ahmet Celal Eroğlu hastane yapma ve yaşatma derneğinin vermiş olduğu teşekkür belgesini bir güzel çerçeveletip hastane başhekimine götürür. Açılışta Hastaneyi gezen Ahmet Celal Eroğlu “ hastanenin açılışında yetkililerin arsayı bağışlayan babam ve amcamdan hiç bahsetmemişler ve teşekkür bile etmemişlerdi. Sağlık merkezine bir sandalye, bir somya, bir masa bağışlayanların isimleri odalara verilmiş, duvarlara yazılmıştı. Ağlayarak eve gelip babama “ Baba size ve amcama bir teşekkür bile yok, duvarlarda hep adınızı aradım” Babam beni teselli ederek. “Allah biliyor ya oğlum, kimin ne yaptığını, önemli olan Susurluğumuzun bir sağlık merkezine kavuşması”
Yıllar sonra bir konuşmasında, “Tam hatırlayamıyorum” diyordu Ahmet Eroğlu ”Sanırım 1977-1980 yılları arasıydı, artık devlet hastanesi olan hastanemizde o yıl ki başhekimle sohbet ettiğimizde, burasının kuruluş tarihçesini gündeme getirip babama verilen teşekkür belgesini sorduğumda. Beni derin yaralayan taş gibi bir cevap yüreğime oturdu.
“ Başhekim “böyle bir belge bizde yok.”
***
Ayşe’nin annesi Fatma nine artık iyice yaşlanmıştı. Zor yürüyordu. Hayriye de eltisi ile geçinemiyor onunla sık sık kavga ediyordu. Bu kavgalar daha ziyade, kaynanasının kalma sırası onlarda olduğu zaman oluyordu. Bursa’da kızlarında kalan kaynanası, kalma sırası çocuklarına gelince, Susurluk’a geliyor, sırayla çocuklarında kalıyordu. Genellikle Hasan’ın evi tek odalı olduğundan, Hayriye’ler de ki arka oda da kalıyordu. İki odalı evde yaşam zorlaşıyor, hır gür bitmiyordu.
Küçük bebeğin adını dedelerinin adı olmuştu. İbrahim. Sokağa bakan oda da, odanın içinde iple yapılan çingene salıncağının içinde uyurdu. Aydın’ın evlerinde kaldığı zaman en büyük eğlencesi onu sallamaktı. Yaz oldu mu Ayşelere eski yazı öğrenmesi için mahalle çocukları gelirdi. Annesi de sık sık Aydın’ın eline ince bir (eski yazı) Arapça kitap verip halasına gönderirdi. Birkaç sene sürdü bu kurslar. Arapça harfleri sökmeye başlamıştı. Namaz dualarını ezberledi ama bu kurs işi tüm baskılara rağmen devam etmedi. O yıllar ülkede resimli romanlar, kitaplar çıkmaya başlamıştı. Okuyamasa da resimleri ilgisini daha çok çekiyordu.
Zeriha yıllar geçtikçe gelişmiş, boylu poslu güzel bir kız olmuştu, Her sabah okula gitmeden anneannesi Fatma o siyah saçlarını bir güzel tarar, uçlarına da renk renk kurdele takardı. Aydın’ın en büyük zevki onun tahta okul çantasını karıştırmak, onun kalemleriyle resim yapmaktı. Baharın bahçelerini rengarenk renklere bezediği günler, bahçenin içinde asmanın altında otururlar. Zeriha kardeşine kitap okurdu. İlkokulu bitirince yeni açılan Ortaokula gönderemediler onu. Hem okul çok uzak, hem de imkanları yoktu.
Zeriha artık genç kız olmuş, mahalle çeşmesinin önünde genç kızlarını arasında, gönül işlerine karışır olmuştu. Birinde gönlü vardı ama kimseye söyleyemedi. On yedisini geçmiş göze batan bir mahalle kızı olmuştu. Kışla mahallesinin delikanlıları kapının önünden sık sık geçmeye başlayınca, Zeriha’nın talipleri haber göndermeye başladı. Mahallenin kızları hemen kapılarının sağ tarafına yeni açılan çeşmenin başına su doldurmak için gelir, burada sırayla su bakraçlarını doldururlardı. İsmail de de bu sokaktan geçerken, çeşmeden su içmeden geçmezdi. Su güğümlerini taşıdığı kamyonetini yolun üstünde durdurur, çeşme başına gelir, kızların kikirdeyen bakışları altında utanarak elindeki ibriği doldurur ve Zeriha’nın yüzene utangaç, kaçamak bakışlarla bakar ve hızla kamyonetine biner ve son gazla yoluna devam ederdi. İsmail alçak boylu esmer bir çocuktu, babası yoktu.
Kasabada çarşıdan Beşeylül ilkokuluna giden yolun sağındaki bir peynir imalathanesin de şoförlük yapıyordu. Her gün köy köy dolaşıp süt topluyordu. Askerliğini yapmış, gelince burada işe başlamıştı. Damat adaylarının içinde en uygunu bu görüldü.
Hiç olmazsa şoförlüğü vardı. İşi gücü vardı. Zeriha da olur demişti. Bir gün görücüler geldi, arkasında isteme söz nişan derken. Bir gün öğle sonrası telli duvaklı gelin çıktı evin tahta sokak kapısından. Aydın gözü yaşlı çırpınıyordu kapının önünde, ‘’ablamı vermem, onu götürmeyin’’ diye. Ondan başka itiraz eden yoktu. Arabanın önüne geçti, direndi bir müddet. Eline tutuşturulan paralarda kar etmedi. Zeriha’yı alıp götüren arabanın arkasından fırlattığı taşlar bile dindirmemişti gözyaşlarını. Yeni damat İbrahim top bayırının altında, bakkal Muhacır Mehmet’in dükkanının yanındaki bir arada, iki katlı ahşap bir ev tutmuştu, evin ana caddeye bakan geniş bir bahçesi vardı. Sağ tarafında ise fırıncı Hüseyin’in fırını. Bu arada Aydın ilkokula başlamıştı. Okulu kasabanın ikinci okulu Beş eylül ilkokuluydu. Her gün tahta çantayla okula gidip gelmeler başladı. İlk öğretmeni Hatice Tolon öğretmendi.
Okula başladığı 1957 yılında bir erkek kardeşi daha oldu. Tombik , tombalak bir bebekti, onun adına bu kez büyükler karışmadı. Adını onun doğuran kadın, annesi koydu. Efrayim. Aydın yaz tatillerinde gözü açılsın, boş durmasın, para kazanmayı öğrensin diye elinde tahta tepsi ile kaymaklı, pandispanya satıyordu. Sokak sokak geziyor 5 kuruşa 10 kuruşa bunlar diye bağırıyor, yorulunca da doğru Zeriha ablasının evine gidiyordu. Orada kalanları ablası satın alıyor, ikisi de kalanları bir güzel yiyordu.
İsmail enişte, Peynirci Seyfettin’in mandırası için süt arabası ile her sabah köylere gider süt toplamaya devam ederken, bir ara buradan ayrılarak otobüsler de şoförlük yapmaya başladı. Birkaç gün eve gelmediği olurdu. İçkiyi seven oldukça çapkın biriydi. Gözü dışarda, eğlenceyi seven yapısına rağmen evini ihmal etmiyordu. Bu tavrını ne kadar gizlemeye çalışsa da eve de yansıyordu. Aralarında kavgalar başladı. Bu arada Zeriha’nın müjdesi gelmişti, hamileydi.
Gelecek bebek haberi evdeki yaşamı biraz değiştirmişti. Ama huylu huyundan vazgeçmiyordu. Bir müddet sonra tekrar mandırada şoförlüğe başladı. Ailesi öyle istemişti. Hiç olmazsa akşamları evinde oluyordu. İçkisini de evinde içiyordu. 1962 yılında artık yatalak olan, yürüyemeyen anneannesi Fatma vefat etti. Annesi Ayşe ve babası Mahmut artık evde yalnız kalmıştı. Ama Aydın sık sık halasına gidiyordu, onlarda kalıyordu. Zeriha’nın oğlu küçük Necip’e abilik yapıyordu.
Aydın bir gün okuldan gelince, arka oda da babaannesinin ağzından kan gelmiş, duvara yaslanmış olarak gördü. Bu onu son görüşüydü. Babaanne Bursa’dan yeni gelmişti. Bu yaz kasabada kalacaktı. Bu ölüm tüm kardeşleri bir araya getirmiş, Bursa’dan halalar, enişteler hepsi gelmişti. Bu telaşe içinde sekiz aylık hamile olan Hayriye’yi yormasın diye, onu halasına gönderdiler.
Bir ay sonra bir çocuğu daha oldu. Herkesin beklentisi kızdı ve umutlar gerçek oldu. Hayriye dört çocuktan sonra bir kız doğurmuştu. Bunca kötü haberlerden sonra, ailenin neşesi yerine gelmiş, babanın ağzı kulaklarına varıyordu. Onun adı da bir ay önce vefat edip Susurluk mezarlığına kaldırıla babaannesinin adı Emine oldu. Bu arada Tekelden ayrılan eşi Abdullah 1955 yılında açılan Şeker fabrikasına odacı olarak girdi.
Zeriha’nın ikinci çocuğu da erkekti. Peynirci Seyfettin’in işleri azaldığı zaman İsmail’e parasız izin veriliyordu. İsmail’in gözü Bandırma’da idi Bandırmada, Etibank’ta ve diğer fabrikalarda iş arıyordu. Yemeği içmeyi gezmeyi sevmesi onu bu küçük kasabadan kopmak istemesinin tek nedeniydi. Para yetmedi mi babadan kalan tarlalar bir bir satılıyordu.
Bir sabah Ayşe’nin kocası Aşçı Mahmut’un ölüm haberi geldi. Evinde sabah ölü bulunmuştu. Kalp krizi dediler. Aydın onun yokluğunu, her zaman yemek yediği lokantasının kapılarının kapandığında anladı. Abdullah artık ortaokula başlamıştı. Pek başarılı bir öğrenci değildi. Her sene bol zayıflı karnelere rağmen sınıfını ikmalle de olsa geçiyordu. Amcası Hasan yandaki evden kendi yaptırdıkları yeni evlerine çıkmış. Sanayide sandalye imalat yeri açmış, işleri iyiydi. Burada gelen tomruklar kesilir, işlenir ve tahta sandalye yapılırdı. Aydın sık sık amcasının dükkanına gider, orada çıraklık yapardı. O yıllardaki ustası, ayni mahallede oturan Cemile annenin oğlu Sami abisiydi. Cemile teyze Hayriye’nin üvey kardeşinin kaynanasıydı. Genellikle bıçkıdan çıkan talaşları çuvallamak onun işiydi. Bu çuvallar daha sonra evlere satılır, yakacak olarak kullanılırdı. Bunları yakma için özel sobalar yapılmıştı.
BANDIRMA 1968
Zeriha tekrar hamileydi. İki erkek çocuğu onu çok yoruyordu. Kocasının sorumsuz yaşamı devam ediyor, meyhane, bar, pavyon dolaşıyordu. Zeriha Bandırma’ya taşınmadan önce bir çocuğu doğurdu. Kara kuru ufacık doğan be bebek bu kez kızdı. İsmail’in analığı ölünce babadan kalan mallardan, tarlalardan payına düşenle Bandırma’da bir taksi durağında, bir taksi alarak taksiciliğe başladı. Sülfürik asitte şoförlük işi olunca Bandırma’ya taşındılar. Evleri kiralık’tı. Hem de eski ahşap yıkık dökük bir ev. Çocukları okumuyordu, başarısızdı. İkisi de ortaokulu zar zor bitirdiler. İsmail hala sosyal hayatı pek seviyordu, Eşinin de ona uymasını istiyordu ama. Akşam bir tek atmadı mı huzursuzluk çıkarıyordu. İsmail altında arabası hem taksicilik yapıyor hem de gençliğinde yapamadıklarını yapmaya çalışıyor, gençlerle takılıyordu. Bar pavyon gece hayatı onun yıllardır özlemini çektiği bir yaşam şekliydi. Hayriye onu hiç sevmiyordu. Cebi biraz para görünce bu yaşamın içinde her şeyini eritmeye başladı. Babadan, anadan kalan tarlalarda satıla satıla bitmişti. Bu arada daha iyi bir eve çıktı. Zeriha’nın kardeşim dediği dayısının oğlu Aydında da o yıllar Bandırma’da idi, onlara sık sık yemeye gelir. O gelince İsmail hemen rakı şişesini koyardı masaya ‘’kardeşin rakı istiyor’’ Zeriha ev geçim derdinde üç çocukla çırpınıp dururdu. Çocuklar Ortaokuldan sonra okumadı. Kız da normal değildi, agresifti. Söz dinlemez, ev işlerinde annesine hiç yardım etmezdi. Babasının kadın kız peşinde koştuğu gibi, o da daha çocuk yaşta erkek peşinde koşmaya başladı. Yıllar bu çarpık yaşam zinciri içinde gelip geçiyordu. İki erkek çocuk büyümüş delikanlı olmuştu. Babalarının yaşam şekline karşı çıkmaya, onu dizginlemeye çalışıyorlardı. Çeşitli işler girip çıktılar. Kalıcı bir meslek sahibi olamadılar. Zeriha bazen yokluk bazen, varlık içinde geçen yıllarda heba olup gidiyordu. Bir ara Annesi Ayşe’nin yanına gittiler orada kaldılar, Hiç olmazsa burada kira derdi yoktu. Ama olmadı duramadılar Çocuklar Bandırma’ya alışmıştı.
1977 yılı ağustos ayında İsmail’in son model arabası Zeriha’nın kardeşine düğün arabası oldu. Zeriha’nın Dayı torunu Aydın Bandırma’da evleniyordu. İbrahim bu günlerde çok koşturdu. Düğün nişan her yerde o vardı. Arabasını bir Aydın’dan esirgemiyordu. Onun sayesinde Aydın iyi bir sürücü olmuştu. Geçen senede ehliyet almıştı. Askere giden büyük oğlan dönüşte evlendi. Ona borç harç güzel bir düğün yaptılar. Ama ne yazık ki bu genç evlilerin evliliği uzun sürmedi. Bir sene sonra büyük oğlu 600 evler durağında işe giderken bir kamyonun altında kaldı ve orada öldü. Bir sene sonrada Eczanede kalfalık yapan küçük oğlu sevdiği kızı kaçırdı. Düğün nikah sıkıştı bu dar günlere. Bir sene sonra İsmail dede olmuştu. Evin sorunu havai kızdı. O da Ortaokulu bitirmiş, süslenip çarşı pazar geziyordu. Küçük Abisi de onun gibi hemen parlayan, tepki gösteren bir yapıdaydı, hemen kızar bağırır çağırırdı. Kendi evinde de sorunlar başlamıştı. Kızdan sonra onun ikinci çocukları erkek oldu. Evin sorumluluğunu taşıyamıyordu. Kazancıda çok azdı, Almancı olan kayın pederinin yardımı olmasa, bu evlilik çoktan bitmişti. Bu da gururunu incitiyor, bu durumu kabullenemiyordu.
Eşi ‘’babamın evi var, oraya çıkalım’’ diyordu. ’’kira vermeyiz’’ Bu da kocasının gururuna dokunuyor, çıkmak istemiyordu. Bu ara evin havai kızı Saliha Erdek’te tanıştığı bir çocuğa kaçtı. Çocuk evliydi ve iki çocuğu vardı, yeni ayrılmıştı. Aile tam bir çıkmazdaydı. Zeriha Aydın’a ‘’ Aklı başında bir sen varsın ne oldur git bak şu kıza ‘’dedi. Kızın babası İsmail’le beraber Manisa’nın bir kazasında, kızı kaçtığı yerde buldular. İş işten geçmişti. Boşanınca nikah kıyarız dediler. 18 yaşını geçen kız kendi gönlünce gidince, yapacak bir şey kalmamıştı. İki çocuklu adamın karısı olmayı kabullenmişti. Çaresiz kızı orada bırakıp döndüler. Bir sene sonra bir çocukları oldu. Kocası eski eşinden boşanınca nikahları kıyıldı. Bir çocukları daha oldu. Susurluk’ta yalnız yaşayan Zeriha’nın annesi Ayşe de hastaydı, Zeriha sık sık annesine gider olmuştu. Baktı olmuyor Annesi Ayşe’yi yanına getirdi. Ama Ayşe evim evim deyip huzursuzluk çıkarıyordu. Tekrar Susurluk’taki evlerine gittiler. Zeriha annesinin son günlerinde mutlu olmasını istiyordu.
Ve bir sabah Ayşe çok sevdiği biricik kızının kollarında can verdi.
Yıllar hızla akıp gidiyordu.
Zeriha’nın kocası İsmail emekliliği gelince sülfürik asit fabrikasından emekli oldu ve tekrar evlerinin karşı köşesindeki bir durakta taksiciliğe başladı. Taksicilik onun için özgürlük demekti. Dilediği zaman gidiyor dilediği zaman geliyordu. Yaşlanmayan delikanlı gönlü yaşam şeklini değiştirmeyi hiç düşünmüyor, içkili sazlı, sözlü kadınlı yaşama devam ediyordu. Ama bu beden bu yaşam şeklini daha fazla taşıyamadı. Bir bayram arifesi Zeriha’dan İsmail’in hasta haberi geldi, ağırca yatıyor dediler. Hayriye ablasıydı bu haberi oğluna getiren. Zeriha’nın kardeşim dediği, çok sevdiği Aydın o zaman Balıkesir’deydi Bayramın ikinci günü sabahı Aydın ve eşi onları ziyaretine gitti. Enişte İsmail yatağında yatıyordu. Hiçte iyi görülmüyordu. Akciğer kanseri dediler. Bayram sabahı ev matem havasındaydı.
Aydın, ‘’Hasta olduğunu biliyorduk ama bu kadar ağır olduğunu tahmin etmemiştik. Balıkesir’den Susurluk’a oradan da bayramlaşmak için kayın valideme gelmiştik. Bayramın ikinci günü erkenden Zeriha ablamlara gittik. Zeriha ablam perişandı, evde yalnızdı, kimsecikler yoktu. Yatağında yatan enişteye baktım. Çaresiz bakışlarla bir müddet bakıştık. Ne günler yaşamıştık onunla, her arabasına bindiğimizde benzin bitti lafı ağzından düşmezdi. Biz gençlerle beraber olmayı, yiyip içmeyi çok seviyordu, ’’Sizin yanınızda kendimi hep genç hissediyorum’’ diyordu. ’’Ah ablan süslenip püslense bana uysa, çarşıda, sahildeki çay bahçelerinde oturup, sahilde gezsek’’ derdi. Hiç yaşlanmayan gönlü bu dünyaya doymamıştı. O yıllarda araba herkeste olmadığı için, o da arabasıyla kişiliğine kişilik katıyor, çevresini zenginleştiriyordu. Taksi durağında çalıştığı içinde, bar pavyon, meyhane her taraf bulaşıyordu. Gözü dışarıdaydı. Ama yaşı ve tipi itibarıyla gençlerin tercih edeceği bir tip değildi. ‘’Eşim ve ben ne yapacağımızı bilemiyorduk. Yanına oturdum ellerini tuttum ’’Enişte nasılsın, bak biz geldik, tanıdın mı? ’’Yüzü soluktu. Karakaşlarını hafif kaldırarak yüzüme baktı, yüzündeki yılların çizgileri ağzını oynatmaya çalışmasıyla şekilden şekile giriyordu. Bir şeyler söylemek istiyor, söyleyemiyordu. Kulağıma sadece derinden gelen hırıltı sesleri geliyordu. Bana dik dik bakan o siyah gözleriyle sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Bir an düğün günü gelin arabasında Zeriha ablamı almaya geldiğinde ona karşı nasıl direndiğim geldi aklıma, ’’Ablamı alamazsın, götüremezsin’’ diyordum. Gelin arabasının önüne geçmiş ’’ablamı vermem’’ diyordum. Arabanın arkasından attığım taşlar bir bir gözümün önünde uçuşuyordu. ‘’Ablamı ben alacağım, ablamı vermem.’’
‘’Su ister misin? ’’ dedim. Başını hafif oynattı, gözleri kapandı sonra bir gözü açıldı. Yatağında hareketsiz kalmıştı. ‘’Abla, enişte ’’ dedim. Öldü diyemedim.
Zeriha ablam o an oda da değildi. Komşuya inmiş Kuran okunsun diyor, Kuran okuyacak birini arıyordu. Eşim yanımda bildiği duaları okuyor, ben de anlamını hiç bilmediğim, sadece kulağa hoş gelen mırıltıları dinliyordum. Bu dünyada yapacaklarını yaptıktan sonra, son anda bu Arapça yakarışlar kurtaracak mıydı insanı? Yapılan günahların affını hep Allaha havale edip , dünyaya veda vakti gelince cennetin kapıları ona açılacak mıydı? Ellerim ayaklarına gitti. İki ayağına da elledim soğuktu. (rahmetli babamdan hatırlıyorum)
Açık olan gözü sabit bakıyordu. Allah rahmet eylesin dedim. O gözünü de kapattım. Ölmüştü. Bu ara içeri alt kattaki komşular girdi, ellerinde Kuran. Zeriha ablam iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Bu ara küçük oğlu geldi. Öldü dedim ama. Tekrar yüzene baktığımda gözleri açıldı, ölmemişti. İçerisi komşularla dolmuştu. Komşular başlarına birer örtü takmışlar, oda da hep birlikte kuran okunuyordu. Başında sadece ben vardım, herkes bir telaş karmaşası içindeydi biz eşimle soğukkanlılığımızı bozmamış, telaşe kapılmamıştık. Bir iki dakika açık kalan gözleri, dünyaya son bakışlarını attıktan sonra hafifçe kapandı, birisi hafif açık kalmıştı, sol elimle onu da yavaşça kapattım.
Zeriha’nın yazgısı iyi gitmiyordu. Manisa’daki kızının ayrıldı haberleri geldi. İki çocuğunu bırakıp evi terk etmişti. Annesinin yanına gelmişti. Kocası İsmail’den kalan emekli maaşıyla geçinmeye çalışıyorlardı. Geçmişte Zeriha’nın annesi Ayşe’den gelen yardımlarda yoktu artık. Annesi yıllarca Susurluk’ta bayramlarda, ramazan ayında kendisine gelen yardımları onlara gönderiyor, onların ocağına yardımcı olmaya çalışıyordu. Bir müddet sonra deli dolu havai kızının Gönen’den biri ile evlendiğini duyduk. Birlikte pazarlamacılık yapıyorlarmış. Bu arada ortanca oğlu da eşinde boşandı. O da Zeriha’nın başına kalmıştı. Son olarak taksi durağında çalışmış, buradaki babasının hissesini satarak büfe açmıştı. Eşinle geçinememek onu bunalıma sokmuştu, çocukları büyümüş genç kız delikanlı olmuştu.
Zeriha oğluyla beraber oturuyor eşinden kalan maaşla evi döndürmeye çalışıyordu. Kızının ona hiç faydası yoktu. Annesini aramıyordu bile. Kısmetsiz başın derdi bitmezmiş. Birkaç kez annesinin yanına geldiğinde, elinde ne varsa alıp götürmüştü. Gönen’de son evlendiği kocası da ölünce, bir müddet kendisinden haber alınamadı. Nerede ne yaptığı bilinmiyordu. Çanakkale’de tekrar evlenmiş. Bir kızı daha olmuş.
Yıllar sessiz sakin geçiyor, her ocağın ateşi sadece kendini ısıtmaya çalışıyordu. Zeriha artık el ayaktan düşmüş kendine bakamaz durumdaydı. Ona oğlu bakıyordu. Sefalet içindeydiler. Susurluk’taki anne evinin bir kısmını sattılar. Hiç bir akrabası yoktu yanında, kocasının yaşam şekli hepsini uzaklaştırmıştı çevrelerinden.
Yatalak olup ömrünün son günlerini kiralık bir bodrum katının, güneş görmeyen odasında geçirdi. Oğlu hep yanında oldu, terk etmedi onu, o da çaresizlikten. Kiralık evin tek geçim kaynağı annesinin dul maaşıydı. Kader anne oğlu birbirine iyice bağlamıştı. Son olarak Aydın bir doktor götürdü evlerine. Üroloji uzmanı Dr Sami bey. Doktorun tedavisine cevap verecek ne bir bedeni, ne ruh hali, ne de ekonomik gücü vardı. Pislik içindeydiler. Ev adeta bir çöp evdi. Yıllar sonra eve götürdüğümüz ve bizim hatırımız için onu muayene eden doktor arkadaşımız bir sohbet esnasında ’’ Yıllardır doktorluk yaparım, beni böyle etkileyen hasta olmamıştı, çok ölümlere tanık oldum, çok hasta tedavi ettim. Bu hasta benim meslek hayatımda bir dönüm noktam oldu’’ demişti. Ücret teklifini de kabul etmedi. Belediyeye bildirildi, ev temizlendi ama bir müddet sonra tekrar ayni duruma geldi. Kızına annesine bakması için haber gönderiliyor ama kızı gelmiyordu. Zeriha’nın bakımsızlıktan her tarafı yara içindeydi. Bu koşullarda iyice yiten hafıza kaybı, bir nebze bu yaşadıklarını ona hissettirmiyordu. Ama gün geldi. Yorgun beden direnemedi. Hem ruhen hem de bedenen biten Zeriha oğlunun kollarında sefalet içinde hayata veda etti.
Bazen insanlara yardım eli uzatmanın ne kadar zor olduğunu, istesen de edilemediğini yaşandığı bir olaydı bu. Oğlu da aksi, ters ve huysuzdu, birçok yardım eline o bitmeyen gururu engelliyordu. Her şeye rağmen Zeliha çok sevilen biriydi. Ama yanlış yerde yanlış insanlarla devam etmişti yaşamına, o da onun yazgısıydı. Tüm iyi insanlara set çekiyordu aile fertleri. Tüm bunlara rağmen, son yolculuğunda sahipsiz değildi. Cenazesini el birliği ile kaldırıldı. Küçük oğlu anne maaşı kesilince bunalıma düştü. Kendi çocukları evlenmiş dede bile olmuştu. Bir umut onlardı, tutunabileceği bir tek onlar vardı. Ama şimdiye dek ne vermişti ki onlara. Gururuna yenik düşmüştü yarınları. Ve aradan geçen yıllar onlar için hiç güzel bir gelecek getirmedi. Bir sabah gazete haberinde kız kardeşi, Gönen’de bıçaklanarak öldürüldü haberi geldi. Artık dört çocuk anasıydı Zeriha’nın delibaş kızı. Hepsi ayrı eller de anne, baba sevgisinden yoksun büyüyen dört çocuğu geride bırakarak öldürülen vefasız kızı. Gönen’de sessizce bir köşeye gömülmüştü. Mezarı nerede, kim gömdü bilinmiyor, kimse de merak etmiyordu.
Yetim Hayriye’nin keçi bayırının alt tarafındaki o güzel bahçeli yüzünü görmediği baba, dede yadigarı ev yıllardır boş kalıp, virane oldu.’’ O eve varis bile olamamıştı. Ölmeden önce söylediği ’’ Halam bu yetimin baba hakkımı vermedi, bu yetimin hakkını vermedi, bu ev kimseye yar olmaz demişti, olmadı da. Hayriye’nin baba, dede evinin son mirasçıları, Zeriha’nın yaşam içinde kendisine tutunacak dal bulamayan, ailesine sahip çıkamayan yokluk ve sefalet içinde yaşayan bir evlat ve yüzünü dahi göremediği torunları oldu. Zeriha Annesinin ve kocasının baskısından fırsat bulup kollarında büyüdüğü Hayriye ablasını savunmaya bile fırsat bulamamış, sessiz kalmıştı. Zeriha ne yazık ki hayatta kalan tek çocuğu ve torunlarına yaşanmamış bir yaşamdan başka geriye ahlı bir ev miras bırakmıştı.
SIKIYÖNETİMDE BİR GECE
Masadaki rakı bardağının dibinde kalan son rakıyı da bir nefeste içtikten sonra, ayağa kalkıp sallanan Orhan’ın koluna girdim.
’”Hadi Orhan arkadaşlar hesabı ödedi, gidelim.”
Tandoğan ordu evinin karşısındaki lokantanın yemek salonu boşalmış, garsonlar masaları topluyordu. Saat gece on biri geçmiş, Tandoğan meydanı sessizdi. Aralık ayının soğuğu insanın içini titretiyordu. Beş kişiydik. Orhan, Mehmet, ben ve üç de öğrenci arkadaş. Bahçelievler’de ki İlhan ve arkadaşlarının bekar evine gidelim dediler. Saat bire epey vardı. O saate kadar eve varırız düşüncesiyle yola çıktık.
Yıl 1971 Aralığın ikinci cumartesi gecesi. Ankara da sıkıyönetim, yani askeri yönetim var. Askeri yönetimin gözetiminde adına erim erim eriyesin şarkıları yazılan Nihat Erim hükümeti iş başında. Saat gece yarısı birden sabah beşe kadar sokağa çıkma yasağı var. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve arkadaşları aranıyor. Öğrenci olayları tüm üniversitelerde, solcu, devrimci avı ülkenin her yerinde hızla devam ediyor. Orhan’la ben askeriz, diğer arkadaşlar öğrenci.
Tandoğan’dan Bahçelievlere doğru, kafalar çakırkeyif, yürüyerek gidiyoruz, ama biraz gürültülü bir şekilde. Toplum psikolojisi devrim havasına girdik. Devrim marşları söylüyoruz kendimizce devrim yapacağız, ara sıra kontrolsuz naralar da çıkıyor ağızlarımızdan.
Evlerine gittiğimiz İlhan ve Bülent ikisi de Susurluklu. Bülent Ortaokuldan sınıf arkadaşım, Siyasal da okuyor, İlhan ise Mehmet’le İktisat da. Mehmet, Orhan ve ben Demirtepe de ki evde beraber kalıyoruz.
1971 yılının Eylül ayında Ankara’da yeni kurulacak olan 301 Deniz Hava Filosu için kurs emrim gelince, apar topar valizimi alıp Ankara’ya geldim. Çoğu asker arkadaşın sürgün yeri olarak gördüğü, gittiği Konya Hava Üssünden gerek müziğe tutkunluğum, gerek siyasi düşüncelerim, gerekse de isyankar tavırlarım nedeniyle sürülmüştüm.
Tandoğan da bulunan astsubay misafirhanesine yerleştim.
Susurluklu devre arkadaşım Orhan Gümüş de burada kalıyordu. Daha sonra aramıza iktisatta okuyan hemşerimiz ve kankam edebiyatçı, yazar, yönetmen adayı arkadaşım Mehmet Eroğlu’nu da alıp, Necatibey caddesindeki, Demirtepe köprüsünün yanındaki bir apartmanın, üst katına kiralayıp, buraya yerleştik.
Bu cumartesi gecesinde, diğer öğrenci arkadaşlarla bir araya gelip, biraz söyleşmek idi amacımız. Hepimiz devrimciydik. Tandoğan’dan Bahçelievlere giden ana caddenin sağ tarafından, okulların olduğu yönden devrim marşları söyleyerek yürüyoruz, bu taraf hem tenha hem karanlık, solumuzdan geçen araçların ışıkları ara sıra aydınlatıyor yolumuzu. Sol taraftaki benzin istasyonuna varmadan, arkamızda aniden bir polis arabası durdu. İçinden inen polisler ellerinde makinalılar ile bir anda etrafımızı sardı.
“Kıpırdamayın”
Bir anda şok olduk şaşırdık.
“Hayrola ne oldu” dedi Orhan.
“Yürüyün arabaya” dedi. Polis jipini göstererek.
‘”Neden?” dedi Mehmet. ‘’Sebep ne?”
Üç polis vardı etrafımızda. Birisi iyice agresif, heyecanlı bir tipti. Sert bir sesle ’”Hüviyetleriniz gösterin?’”
“Ne bağırıp duruyorsunuz” “Kaldırın ellerinizi” Bir an durduk ne yapacağımız şaşkınlığı sarmıştı bizi. Polislerden birisi,
“Binin arabaya”
’’Hayrola ne yaptık ki, ne arabası.”
Hepimizin o küçücük jip’e binmesi olanaksızdı zaten. Mehmet,’” Ne oldu memur bey? “ dedi kibar bir dille.
“Hakkınızda şikayet var” dedi, olaya daha sakin yaklaşan orta boylu, tıknaz polis memuru.
“Ne şikayeti?” dedim içkinin de etkisiyle ağzımda lafı ezerek. Ben onlara göre kendimi bu gece daha iyi hissediyordum. Biraz daha aklım başımdaydı.
“Savunma bakanımız Ferit Melen’in evi karşıda. Onun hanımı pencereden görmüş sizi. Onun koruma polisleri aradı bizi. Kim bu bağıranlar diye.”
“ Lütfen karakola, ifadeleriniz alınacak.”
Polislerle tartışırken yanımızdaki öğrenci arkadaşlardan biri karanlığın içinde kaybolup gitmişti bile.
“O kimdi, nereye gitti?” dedi polis
’”Bilmiyoruz’’ dedi Mehmet. ”Biz onu tanımıyoruz, herhalde arkamızda yürüyordu.”
Binin arabaya’’ dedi genç polis. Orhan,
“Biz askeriz bizi götüremezsin. İnzibatı çağırman gerekir, İnzibat gelmeden bir yere gitmem.”
’’Hüviyetler’’ dedi polis. Cüzdanımızdan askeri hüviyetimizi gösterdik.
“Tamam” dedi. “Karakola gidelim. Oradan inzibatı çağırırız.”
“ Olmaz” dedi Orhan, “beni götüremezsiniz.” O arada bir ekip arabası daha geldi.
”Ya bakın biz Bahçelievler deki arkadaşlara gidiyoruz.” O arada komiser olduğunu belirten ağır başlı birisi. “ Arkadaşlar bakanın evinin önünde gürültü yapıyorsunuz. Sizi karakola götürüp hüviyet tespiti yapmak zorundayız. Hiç zorluk çıkarmayın.” Orhan içkinin verdiği cesaretle direniyordu. Ben askerim, astsubayım beni götüremezsiniz.
Askeri yönetim ülkenin başında idi. Bu günler sıkıyönetimin en hızlı zamanları. Her yerde öğrenci avı var. Devrimci öğrenciler bir bir tutuklanıyor. Sıkıyönetimin atadığı, kurduğu kabine ülkeyi yönetiyor. O arada biz tartışırken diğer öğrenci arkadaş da karşı benzinciye tuvalete gidiyorum deyip, o da kaybolup gitti. Polislerde bizim sarhoş bir grup olduğumuz anlamıştı ama amirlerine bilgi vermek zorundaydı. Komiser “arkadaşlar binin arabaya sizi Bahçeli evler karakoluna götürelim orada hüviyet tespitinden sonra, aranan kişiler içinde değilseniz, sizi bırakırlar” dedi. Benim kafam yatmıştı.
Komisere ”tamam” dedim. Arkadaşın kafası biraz iyi geliyoruz. ’’Orhan’ı ikna ettikten sonra hep beraber polis devriye jipine binip, gece karanlığında Ankara Bahçelievler karakoluna geldik. Dört kişi kalmıştık, Orhan, Mehmet, ben ve bir öğrenci arkadaş. “Geçin söyle” dedi daktilonun başında oturan polis.
“Hüviyetlerinizi verin, ceplerinizde ne varsa boşaltın.’’
’’Biz askeriz” dedi Orhan ’’bizi arayamazsınız’’
Mehmet’le diğer arkadaş “öğrenciyiz” dedi. “İktisat da okuyoruz.” Bu arada üzerindeki paltoları çıkarmış, ceplerini boşaltmışlardı. Ben ve Orhan masanın yanında dikiliyorduk. Bu arada odaya genç bir komiser girdi.
’”Ne var, sorun ne?” “Askermişler amirim, hüviyetlerini vermiyorlar. İnzibat gelsin diyorlar.”
İnzibat gelip olay komutanlığa aksarsa bizim için daha kötü olabilir düşüncesi vardı kafamda. Komisere “bir dakika deyip” Orhan’a yönelip onu biraz kenara çektim., “Orhan iş inzibata uzanırsa bizim için iyi olmaz.” “ Bir de 14 gün hapis yeriz, gerisini bilmem, tek suçumuz, içkili olmak ve gürültü çıkarmak”
Astsubay olduğumuzu duyunca polislerin tutumu da değişmişti.
“Siz şöyle geçin” dedi komiser bana, odasını gösterip. Biz komiserin odasına geçince, nazik bir tavırla “oturun” dedi. Ben hüviyetimi çıkarıp “bakın” dedim. Hüviyeti mi eline alıp, arkalı önlü bir güzel inceledikten sonra tebessüm ederek, ’’ Susurluklu muşsun’’ dedi.
’”Evet” dedim. “Ben de” dedi Genç komiser. “Göbelliyim” Orta boylu kumral zayıf bir şeydi, Resmi polis elbiseleri kendisini daha olgun gösteriyordu. Siması hiç tanıdık gelmedi. Susurluk’ta ayni okullarda okumamıştık demek ki. Sanırım bizden birkaç yaş büyüktü. Biraz sonra iki adet çay geldi masamıza. Orhan, öbür odada öğrenci arkadaş ve Mehmet’in ifadesini almakta olan polisin yanında dikiliyordu. “Siz gelin” dedi öbür polis. Mehmet, öğrenci arkadaş ve polis aşağıya doğru merdivenlerden inmeye başladı. “Komisere bir dakika” dedim. Orhan’ın yanına geçtim. “Orhan ver şu hüviyetini de sus artık. Otur şuraya” Hüviyetini aldım. Geçtim komiserin odasına “Bak hemşerim” dedim. “İşte hüviyetlerimiz. Orhan biraz sarhoş idare edelim. İnzibat falan çağırmaya gerek yok.’’
Makam masasının üzerindeki evraklara göz gezdirmeye bir an ara verip ’”Diğer arkadaşları sabaha kadar burada tutmak zorundayız. Bakarsın bakanın evinden ararlar, kim bunlar derler. Kimsenin başı derde girmesin.” Aramızdaki bu yakınlaşma rahatlatmıştı beni, bütün iş Orhan’ı idare etmekti.
“Tamam hemşerim” dedim.
Bu ara Orhan da yavaş yavaş kendine gelmeye başlamıştı. Onu da yanımıza çağırdı. Orhan başı hafif sola eğik, sessizce gelip benim karşımdaki koltuğa sessizce oturdu. Kaderine, olacaklara razıydı artık. İçinde bulunduğumuz bina iki katlı eski bir taş binaydı. Yer yer dökülen sıvalarının altında kırmızı tuğlalarda gözüküyordu. Karakolların zemin katlarında ya da bodrum katlarında olan ve demir parmaklıklı gözaltı odalarının kapısında burada Allah yoktur yazısı olduğunu söylerlerdi. Karakola düşünlerin dilinden düşmezdi bu laf. Ama ben bu kez hiç merak etmedim. Sadece bu an aşağıdaki gözaltındaki arkadaşların durumunu çok merak ediyordum. Bu koşullarda onların ne halde olduklarını görmek biraz ayıp olacaktı. Gözlerimi yine bu taş binanın taş duvarlarına çevirdim. Sanırım bu taş bina çok iyi bir tadilat görmüştü. Komiser hemşerimin verdiği güvenle rahatlamıştık. Onun makamında başladık Susurluk’tan anlatmaya. Birbirimizi tanıyan. Bir sürü ortak arkadaşlarımız vardı. Konuşma faslını noktalayarak. “Siz gidebilirsiniz’’ dedi.” Bu muhabbetin sonu yok boşuna uykusuz kalmayın” hüviyetlerimizi verirken,
“Ama sokağa çıkma yasağı var”. Orhan ’”Ben arkadaşlarımı bırakıp buradan çıkmam” dedi. “Onları yalnız bırakmam.” Komiser, “Orhan onların hüviyetleri sıkıyönetime gitti, arananlar listesinde yoksa sabah bırakırız. Sen merak etme. Siz gidin evinize sabah gelin. İstersen geç nezarethaneye yanlarında kal.” Orhan kafasının doğrultusunda kendince haklıydı, ama ben komiserin samimiyetine güvenmiştim. Öyle veya böyle kayıtlara girmişti olay.
Komiserin niyeti bizi kayıtlara sokmamaktı. Sonucu bekleyecektik. Tabi ki 12 Eylülde hapishanelerde, karakollarda yapılan işkenceleri gazetelerden okuyorduk. Arkadaşlarımızın başına bir şey gelir mi korkusu içimizden çıkmıyordu. Bir de Mehmet Eroğlu ismi arananlar listesinde olabilirdi. Mehmet Eroğlu isimli bir yazar vardı. Adı sık geçiyordu. Bizim Mehmet’te ben aranıyorum diye günlerce okula gitmemiş, evden bile dışarı çıkmamıştı. Ankara iktisadi ticari ilimlerde okuyordu. Edebiyat felsefe tutkunu, tiyatro yazma denemeleri vardı. Şimdi gerçekten gözaltındaydı. Biz geceleri uyurken o hep yazı yazar, ya da kitap okurdu. Bugün gerçekten gözaltındaydı. İsmi acaba arananlar listesinde miydi bu gece belli olacaktı. Eroğlu soy ismi çok popüler olduğu için isim benzerliğiydi onu böyle aranıyorum havalarına sokan. Bu akşam gerçekten gözaltındaydı. Bizler ordunun imtiyazlı personeli olarak kafamızda aşağıdaki arkadaşların ne olacağı kuşkusu ile tekrar gelen çaylarımızı içtikten sonra Komiser. “İsterseniz çıkıp dolaşalım, hava soğuk ama biraz kendinize gelirsiniz.” Eviniz yakınsa ben sizi bırakayım.” dedi. Gideceğimiz ev karakolun dört veya beş sokak ilerisinde solda ki aradaydı. Yani yürüme mesafesinde. “Ben yanınızda oldukça sorun olmaz”. Orhan biraz mırın kırın ettikten sonra arkamızdan gelip, aramıza katıldı. Saat Gecenin 03.00 civarı, hava ayaz mı ayaz, ama üşümüyoruz, paltolarımızın önü açık. Karakoldan sağa doğru dönüp yukarı doğru yürümeye başladık. Sokak lambaları dışında evlerdeki ışıklar tek tek sönmüş, Bahçelievler caddesi kasvetli bir havaya bürünmüştü. Hiç araç geçmiyordu. Sokağa çıkma yasağı etkisini göstermiş, herkes evlerine çekilmişti. Sol taraftaki yarı aralık tül perdenin pencerelerinden loş bir kırmızı ışık sızan evi gösterip, ’’Burası randevu evi’’ dedi Komiser.’’ Bu bölgede bol bol var’’ Ancak şikayet olursa müdahale ediyoruz. Ankara’daki bürokrat kesimin gelip gittiği yerlere pek dokunulmuyor. Hem yürüyor, hem anlatıyorduk. Ben o sözünü bitirir bitirmez “ Mehmet’te Susurlukludur, aman ona dikkat et. İktisatta öğrenci” “Bu gece nöbetçi amir benim. Bir şey çıkmazsa sorun yok.”
***
Kar hafif hafif Demirtepe köprüsünü beyaza boyamaya başlamıştı. O gün mesaiye gitmemiş evdeydim. Balkona akşam yıkayıp astığım gömleklerim çamaşır ipinin üzerinde kaskatı duruyordu. Gerçi dışarısıyla içerisinin hiçbir farkı yoktu. Evde paltoyla oturuyordum. Gömlekleri yağan karın altından alıp içeri astım. Bu soğukta evde oturmaktansa dışarıda gezeyim dedim. Dördüncü kattaki evimizden sessizce çıktım. Karşı komşu Necati beyin kapısında zarflar epey birikmişti. Demek ki bir kaç gündür eve gelmiyor. Koşar adımlarla aşağı indim. Birinci katta ki genç ve güzel komşu kızı Alev’in her zamana mutfakta şarkı söylerken çınlayan, bizlere kadar ulaşan sesi yoktu merdivenlerde. Anlaşılan o da okuldaydı. Güney park gazinosunun yanındaki toprak boşluktan yukarı ana yola çıkan merdivenlere yöneldim. Köprünün başına gelince sağ tarafımdaki Kulüp Mon Amour’un afişlerine baktım bir müddet yeni kızlar, sanatçılar gelmiş mi diye.
Kar o kadar güzel yağıyordu ki omuzlarım üstüm başım, yol kenarında park etmiş araçlar bembeyaz olmuştu. Tandoğan’a mı yoksa Kızılay’a mı bir müddet kararsız kaldım. Tandoğan giden yolda araçlar kuyruk olmuştu. Anlaşılan Maltepe taraflarında trafik sıkışmıştı. Kızılay tarafından kartopu oynayan kızlı erkekli bir grup geliyordu, ben de Demirtepe köprüsünü 20 metre kadar geçmiş Kızılay’a gidiyordum. Kaldırımlar, kenardaki araçlar kar yığını halindeydi. Bir an kulağımın üzerinde bir kartopu patladı.
“Ay çok pardon, benim yüzümden oldu.”
Üzerinde siyah bir palto, anne örgüsü kırmızı bir bere vardı. Uzun sarı bir kaşkol beline kadar uzanıyordu. Kitapları sol kolunun arasına sıkışmış, sağ elinle hala araba üzerindeki karları toplayıp kartopu yapmaya çalışıyordu. Karşı grubun yoğun bir kartopu atışı vardı ona ve yanındaki şişman kız arkadaşına. Atış menzili içinde olunca ben de isabet alıyordum. Beni ellerim boştu hemen kartopu yapmaya başladım ve ilk kartopunu ona verdim. ‘’ tüm şiddetiyle fırlattı karşı gruba. Bu kartopu savaşına bende katılmıştım. Ben kartopu yapıyorum ona veriyorum o da atıyordu. Uzan siyah saçları beresinin altından uçuşurken siyah kömür gözlerine kilitlenmişti bakışlarım. Bu arada ağzım burnum her yanım kar olmuştu. ‘’Hadi durma bana yardım et’’ sözü ayırdı ona kilitlenen bakışlarımı.
Bir müddet daha devam eden kartopu savaşı bitmiş bu öğrenci grubu ikili, üçlü gruplara ayrılmıştı. Kızılay’a gitmekte olan ben yönümü değiştirerek tam tersine onun yanında Maltepe’ye doğru yürüyordum. İkimiz arkada kalmıştık. ‘’Ben Asuman’’ dedi. Kar yağışı artmış üzerimiz tekrar bembeyaz olmuştu. Sanki üzerimizde uçuşan lapa lapa kar değil, bembeyaz mutluluk kelebekleriydi. İki kardan insan yan yana kaymamaya çalışarak dikkatlice yürüyor. Birbirinin gözlerinde ruhlarını okşayacak bakış arıyordu.
“Öğrenci misiniz?’’ dedim.
“Evet, Bahçelievler lisesi, iki de okuyorum.”
“Sen?”
O günler hep Üniversiteli olmak hayallerim vardı. Üniversite okumaktı hep hayallerim. Konya Karatay lisesinin de ki fark derslerimden kaldığım iki dersimi verdikten sonra, lise diplomamı alıp Üniversite sınavlarına girecektim ve Üniversite okuyacaktım. Bu eziklik yakama yapışmıştı, bırakmıyordu tuttu beni kolumdan yalan denizinin içine attı.
“Evet, ben de öğrenciyim Asuman. Ankara iktisatta iki de okuyorum.”
Kuyruklu yalandı tabii. Hayallerinde Üniversite okumak vardı ya artık yalan da olsa Üniversiteli oluvermişti. Üniversiteli olmak kızı tavlamada etkili olacaktı. 12 Eylül’ün faşist darbe yıllarında askerim, diyemedim. Oysa bazılarına göre ordunun itibarının zirve yaptığı yıllardı bu yıllar. Cahil halkın bir asker sevdası vardı, her aile ocağı en güzel günlerinde çocuklarını orduya emanet ediyor ve bununla gurur duyuyordu. Çocuklarını askere bayraklı törenle gönderiyordu. Ama bu gün bu orduyu yönetenler Mustafa Kemal’in kurtuluş savaşında ülkesini birlikte savunduğu komutanlar değildi. Ülkenin bağımsızlığını savunan gençleri, yine halkın askere yolladığı gençlerle kırıyor, eziyor, hapse atıyor, öldürüyordu. Ne Amerika ne Rusya bağımsız Türkiye diyen, İstanbul sokaklarında ve Üniversite bahçelerinde öğrenci arkadaşlarıyla aylarca
faşist cuntayı protesto eden Deniz gezmiş ve arkadaşları tutuklanacağını anlayınca Anadolu’ya kaçmışlardı. Anadolu’nun her bir köşesinde jandarma onları arıyordu. Nihayet bir ihbar sonucunda 16 Mart 1971 de Deniz gezmiş ve Hüseyin İnan, Sivas Gemerek’te, Yusuf Aslan ise 23 Mart 1971 de Kayseri de yakalandı, diğer devrimci, öğrenci arkadaşlarıyla Mamak ceza evine atıldı. O günün adil olmayan sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanıyorlardı. O günler Konya da görev yapıyordum. Gün ve gün gazetelerden, radyo haberlerinden onları takip ediyordum.
‘’Adım Aydın’’
Adımı da beğenmiyordum. Adım hiç bana ve düşüncelerime, yaşam tarzıma uymuyordu. Yalan denizine dalmış kulaç atmaya devam ediyordum. Babamın adı da Abdullah’tı.
Abdullah, Allah’ın kulu. Kul olmaya isyan etmiş bir kişiye bu isim çok ağır geliyordu.
Aydın ve Asuman diğer gruptan kopmuş lapa lapa yağan Ankara’nın sokaklarını beyaza boyamış kar yağışı altında birbirlerini tanımaya devam ediyorlardı. Yalan denizinde yüzen Aydın, Asuman’ın yüzüne ilk baktığı gibi bakamıyordu artık.
“Hangi durakta biniyorsun?’’ ‘’Sabah otobüste buluşalım mı?” Okula beraber gideriz. Okuldan çıkınca buluşalım mı? Hafta sonları ne yapıyorsun? Art arda sorulan sorular o güze dudaklardan bir cevap bekliyordu.
Biliyordum ki bu güzel kızla yalan temeller üzerine inşa edilecek bu arkadaşlıktan hayır gelmeyecek, bunu eşek gibi biliyordum. Sabah 07.15 Bahçelievler otobüsünde görüşmek üzere birbirimizden ayrıldık. Ben İzmir caddesi durağından binecek, iki durak ilerde de o binecekti. Uzun boylu esmer sert bakışlı çok güzel bir kızdı. Boyu bana yakındı. Gülünce daha da bir güzellik, anlam kazanıyordu bu esmer yüz. Konuşma aksanı Ankaralılara hiç benzemiyordu. Kaba değildi yumuşacık, fısıltı halinde konuşuyordu.
O gece hiç uyumadım desem yeri var. Dönüp duruyordum yatağımda Asuman’ın yüzü hiç gözümün önünden gitmiyordu. Her hareketi konuşması yüreğime işlemişti sanki. Kalkıyorum buz gibi yatağımdan, sessizce yürüyorum salona. Mehmet buz gibi salonda ayaklarının dibinde elektrik ocağı ders mi çalışıyor. Karafatmalarla mı konuşuyor, mırıl mırıl sesler çıkarıyordu. Yoksa bir şeyler mi ezberliyor. Doğru ya bu ara padişah macunu diye bir tiyatro eseri yazıyor. Belki onun konuşmalarını çalışıyor.
“Kolay gelsin Mehmet, tiyatro mu? “
‘’Mehmet senin okul kitaplarından bana birkaç tane versene, yarın için. ’’
‘’Ne yapacaksın?”
“Uykumu bölmeyeyim yarın anlatırım.” “İstediğini alırsın, yarın bana lazım değil zaten’’
“İyi geceler”
Yarın sabah üniversite kitaplarım koltuğumun altında, saat 07.15 de durakta olacağım. Üniversite öğrencisi Aydın olarak.
Yarın ne olacaktı? ilk buluşma Bahçelievler otobüsü. Saat 07.15. Ya mesai ne olacaktı? Mesaiye geç kalacaktı. Ama olsun, nöbet arabasıyla gidebilirdi sonra. Erdinç durumu idare ederdi.
Bıraktı kendini, ısıtmaya çalıştığı buz gibi yatağında Asuman’lı bir gecenin içine.
Gece dışarı çıkma yasağı devam ediyor. Gece 01.00 de başlayan yasak saat 04.00 kadar devam ediyor. Üniversiteler karışık, bizim Mehmet şu ara okula hiç gitmiyor.
Sabah yedi de sivilleri giymiş hazır vaziyette ayaktaydım. Mehmet, Erdinç Uyuyordu. Erdinç’i uyandırdım. ’’ Ben saat 10.00 da gelirim. Kurs şefime söyle durumu idare etsin’’
Doğru otobüs durağına Bahçelievler otobüsünü bekliyorum. Dün lapa lapa yağan kar dinmiş. Her yer takır takır buz. Kaymadan düşmeden o merdivenleri çıkıp durağa ulaşma başarısını gösteriyorum. Hava çivi derler ya öyle soğuk. Kitaplar koltuğumun altında ellerimde eldiven, yine de cebimde. Durak kalabalık, ayaklarım üşüyor. Durağın etrafında geziniyorum. Çok heyecanlıyım Asumanı göreceğim. Rüya gibi bir gündü dün. Çok hoş bir kızdı. Ama bu yalanı da nasıl yumurtladım bilmem. Ama doğru konuşsam bana belki yüz vermezdi. Çekip giderdi yanımdan.
Sinyal verip yanaşan bir otobüs ve ben artık onun sıcak havasını kokluyorum. Arkaya yürüyün diyen seslere rağmen arkaya yürümemeye inat ediyorum. Asuman binerse ayrı kalmayalım. İki durak sonra Asumanı görüyorum durakta, yanındaki adama ele sallıyor. Sanırım babası. Ağır ağır yol almaya başlıyor otobüs, benden üç sıra önde, ben ona gidemeyeceğime göre o bana doğru gelecek. Sabahın yedisinde de buluşmak niye, otobüste herkes ayakta uyuyor ya da herkes dalıp gitmişler bir yerlere. Ani fren otobüs hafif kayıyor, bir kadının kucağındayım yanında Asuman ona da gidebilirdim. Ama
onu korumak istedim sanki.
“Günaydın”
Başı mahcup bir edayla yukarı kalktı. Dünkü bere başındaydı. Ona bu kadar yakıştığını ona hiç söylemişler miydi acaba.
“Merhaba” dedi bu güzellik bana, hem de tüm güzelliğiyle ve bir de
“Günaydın” uçtu geldi bir kar tanesi gibi üzerime. Kulaklarım ağzıma vardı mutluluktan.
“Aydın” dedi hafif şiir gibi bir ses, bakmadım bile. Sanırım duymadı sandı. Duydum ama ben Aydın değildim ki, ilk seslenme bana değildi sanki. Aramızda duvar gibi duran kadına yumuşak kadife gibi bir sesle “müsaade eder misiniz geçeyim” dedi. “Aydın” dedi bu kez daha yüksek bir sesle kulağımın dibinde. Uyandım yalan dünyamdan. “Tekrar merhaba Asuman”
Hiç bu kadar birbirimize yakın olmamıştık. Kucak kucağa derler ya öyle gidiyorduk. Otobüse her binen yolcu bizi birbirimize daha çok yakınlaştırıyor, her inen yolcuda bu sıcak birlikteliği birbirinde uzaklaştırıyordu.
“Bugün ne derslerin var?” “Yazılın var mı?”
“Bu gün tüm dersler dolu” dedi Asuman. “16.00 önce çıkamam.’” “Benim de” dedim. “Bugün dolu okulda karışık, belki dönerim.
Okulda polis bekliyor.”
“Yarın Cuma, istersen Cumartesi buluşuruz.” dedim
Bilmem’’
Cuma günü izin almam imkansızdı. Amerikalılarla Deniz uçağı kursları devam ediyordu. Hafta sonu ise sorun yoktu ama. Buna Asuman ne derdi. Otobüs bizim, yani gazi eğitim enstitüsü ve diğer okulların bulunduğu durakta durunca. Asuman.
“Senin okula geldik. Hadi iyi dersler”
“Ben seni okula bırakayım dönüşte inerim. İçim rahat etmez” deyince İçimi yakan bir gülüş, “Sen bilirsin” dedi.
Ondan hiç ayrılmak istemiyordum. Ama o yalan beni içerden yıkmıştı. Kimdi bu Aydın nereden çıkmıştı bu yalancı çocuk. Hangi vicdanla bu, Lise ikiye giden güzel kıza yalan söylemişti. Otobüs gidiyordu, her durakta serin bir hava giriyordu içeri. Lise Emek mahallesinde Arı sinemasının ilerisinde bir yerlerdeydi. Bahçelievler ve ara mahallerde bir müddet daha göz göze bakışarak devam etti bu yolculuğumuz. Otobüste sadece öğrenciler vardı. Çevremizdeki bazı kızlar, muhtemelen sınıf arkadaşları bizlere bakıp anlamlı bakışlarla gülüşüyordu. Bir daha bu bakışları görebilecek miydim bilemiyorum. Gülerek ‘’Görüşmek üzere’’ dedi el sallayarak adeta bir ceylan süzülerek otobüsün içinden aşağı doğru indi. Donup kalmıştım yalanlarımla baş başa. Onun okula gidişi, kaldırım kenarındaki kar kümeleri arasında dikkatlice yürüyüşü ve dönüp bir daha bana bakışı, yakmıştı yüreğimi. Otobüs durağın kenarındaki kar birikintilerini ezerek, yavaşça yoluna devam etmeye başladı. Bir sonraki durakta inerek eve gitmek için başka otobüs beklemeye başladım.
Yarım saat sonra evdeydim. Mehmet uyuyordu. Erdinç gitmişti. Acele Etimesgut hava üssüne gitmem gerekiyordu. Bunun içinde Nöbet arabasının dönüşünü kaçırmamalıydım. Acele resmi elbiselerimi giydim. Doğru durağa.
Saat 11.00 deki son derse yetişebildim. Kurs komutanımız üst teğmen santim Osman durumu idare etmişti.
Cuma günü ayni senaryoyu oynayabilirdim ama yalan üzerine kurulan bu arkadaşlığı kendime yakıştıramadım. 16 yaşında bir genç kızın hayallerini iki, üç ay sonra hayal kırıklığına uğratmak çok yanlıştı ama içimdeki bu tutkuyu bir türlü yenemiyor, gecelerim onunla sabaha günaydın diyordu. İki hafta sonra yine uykusuz geçen bir gecenin sabahı erkenden onun durağına gittim. Pırıl pırıl bakışlı o temiz yürekli kızı son bir kez daha gördüm. Beni görmesini istemiyordum. Uzaktan uzun uzun ardından ona baktım. Otobüse binip, beni yalanlarımla baş başa bırakıp gitmişti. Ne kadar üzülsem de rahatlamıştım. Hem onun adına hem kendi adıma.
Komiser hemşerimle Orhan bir şeyler konuşurken ben onları dinlemiyor ve bu sokakta Asuman ile yaptığımız o Belediye otobüs yolculuğunu an ve an anları yaşıyordum.
Biraz sonra bizim arkadaşların evine gelince Asumanla dolu saatleri bıraktım otobüs durağında. Sabaha karşı kapının zilini çalmak onları korkutur diye düşündük, ama pencerelerinde ışık vardı. Sanırım bizden, olay yerinde ayrılan arkadaşlar buraya gelip onlara haber vermiş. Onlarda sabırsızlıkla bizden haber bekliyordu. Zili çalmamız ile birlikte kapının açılması bir oldu, sanırım gecenin bu sessiz saatlerinde bizim kapı önü konuşmalarımızı duymuşlar, gözleri perde arkasında penceredeydi. Hemşerimiz komisere ilgisinden, bize yardımcı olmasında dolayı çok teşekkür ettik. Tanıştığımıza memnun olduğumuzu, daha sonra Susurluklu arkadaşlarla ziyaretine geleceğimizi söyledik. Açılan kapıdan sessizce eve çıkınca bizden merakla haber bekleyen bakışlarla karşılaştık. Yaşadığımız olayları tekrar onlarla paylaşıp, sabaha kadar iyice yorgun düşene kadar anlattık. Ertesi gün saat 11.00 doğru karakolda sabahlayan, emniyetin hüviyet araştırmalarında sorun çıkmayan arkadaşlarımızda eve gelince, hepimiz rahatladık.
ÖĞRETMENİM
Bin metre rakımında sıcağı bir başka oluyor, yakıyor ama yapış yapış yapmıyor, ısıtıyor ama rahatsız etmiyordu. Ayaklarımı balkonun kenarına dayadım, Erciyes’in karlı zirvesi ile her akşam iş dönüşü ve de sabah kahvaltısının son keyif bardağıyla göz gözeyim artık. Bizim ev güneye bakıyor. Öyle demişlerdi. ‘’Kayseri’de ev tutacaksan güney cephe olsun. Yoksa ısınamazsın’’ Bünyan garajı tarafında Sivas caddesinin Sivas yolu Kayseri girişi, soldaki ufak caminin bitişiği bizim apartman. Şato apartmanı. Ev sahibim Almanya da, Kirayı bir yıllık peşin istiyor. Borç har. Bulup verdik kirayı.
Benim her tayinim adeta sürgün. Bu kez de habersiz geldi bu tayin. Adeta sırtıma bir bıçak gibi vurdu arkamdan. Hem de oğlumun sünnet düğünü hazırlıklarını yaparken.
Mayıs ayı tayin kitabı gelecek dediler. Kalite kontrol da ki arkadaşlarla hadi gidelim dedik Üs karargahına, bakalım kimler tayin olacak. Kuryeden inen tayin dosyası, karargah’a gelmiş, İçerisi çok kalabalık, biz dışarıda bekliyoruz. Haberler tek tek karargah’ın önündeki yeşil çimenler üzerinde uçuşmaya başladı.
’’ Oh Ahmet hadi hayırlı olsun Diyarbakır.”
“Hüseyin abi Senin Mürted”.
“Sadi, senin Konya.”
Ve bir ses uçtu havalarda geldi beni buldu, bu kalabalık arasında.
“Ohh Apo...
“Hadi hayırlı olsun, Kayseri.”
‘’Hadi ya’’ dedim. Güldüm,
İnanamadım, şaka yapıyor dedim.1981 yılında gelmiştim Balıkesir’e. yıl 1990 daha iki senem var. Buradan emekli olurum diyordum. Son sene Atölye şefliğinden alınmış, kalite kontrola verilmiştim. Son tayinlerde Ankara Mürted grubu çöreklenmişti bakım komutanlığı kadrolarına, Benim ters olduğum gruptu. Son olarak kumanda arızası nedeniyle, uçuşa vermediğim F- 104 uçağının, bir türlü bulunamayan arızası, haftalarca uçağın yatışı, benim bu uçak arızalı, ben formunu imzalamam diyen direnişim ve sonunda günler sonra arızanın gövde atölyesinden çıkması haklı çıkarmıştı beni.Belki bir uçağı, belki bir pilotu kurtarmıştım, ödül beklemiyordum, ama atölyeden sürülmeyi de, hele bir sene sonra böyle zamansız tayini de.
Haber doğru çıktı, başkalarına kafa bulmaya gittiğimiz karargah önünde artık benimle kafa buluyorlardı.
“Hadi oğlum Kayseri’ye. C-130 cu oluyon”.
Evet bütün kuşlar bitmiş bir C-130, C-160 kalmıştı, çalışmadığım.
Oğlumun, Sercan’ın sünnet düğünü çok güzel oldu. Balıkesir astsubay ordu eviydi, düğün salonumuz. Lojmandaki evimiz doldu taştı. Bu ayni zamanda benim Balıkesir’e vedam, jübilem oldu. Kayseri’ye herkes gibi selam sabahla gittik. Anadolu’nun en güzel yanı, orada hemşerilerinin olması.
Erkilet 12 Hava Ulaştırma Üs Komutanlığı Üssüne atama evraklarıyla başvurunca, zamanla benim lehime gelişecek olan “Bakım Komutanı, seni Hava İkmal Komutanlığı gazinosuna verdi” sözü oldu..
İstemediler üs’te, dediler gazinoya yararsın. İki devre sığmazsınız atölye şefliğine. Doğruydu hiç çalışmadığım uçakta şeflik yakışmazdı, hep karşı çıkmıştım buna. Ama Hava Kuvvetleri, komutanlarımız, 20 senelik teknik birikimi, tecrübemi, tam ülkeme yararlı olacağım anda, gömmüştü gazinoya. Emir emirdi.
Yirmi sene çalıştığım uçak altında çıkarılıp, Kayseri Hava ikmal gazino müdürlüğüne komutan emriyle atandım. Konya’da hava lojmanlarındaki bıraktığım yirmi sene önceki günlere döndüm. Müzik günlerime. Baktım gazinoda, org var, gitar var, davul var, müzisyen Ekrem var, basçı Hüseyin var. Bir ben eksiğim. Hava kuvvetleri yirmi yıl sonra, yaptığı yanlışı fark etti. Beni asıl branşıma iade etti, müzik.
. Şimdi asıl sorun,, öğretmen eşimin tayini nereye olacaktı?
Çocukların okulu neresi olacaktı?
Talas Kaymakamı hemşeri, selam sabahla gittik ona, hiç tanımam, ama hemşeri. Çat kapı, tüm yüzsüzlüğümüzle kapısındayız. Ne de olsa hemşeri. Adam gibi adammış. Bir güzel ağırladı bizi, Bindirdi arabasına gezdirdi Kayseri’yi. Yemek ikram etti. Mantı ikram etti. ’’Gidin dedi Kayseri’ye okul beğenin. Biz de gittik Kayseri’de okul beğenmeye. Tabii Kayserinin en tercih edilen ilkokulu Baldöktü İlkokulunu beğendik.
Baldöktü ilköğretim okulu evimize en yakın olanıydı. Hem de Kayseri’nin en tutulan okulu. Ne olduysa, bu ara bizim hemşeri kaymakam, Kayseri vali muavinliğine atandı. Ama sözü sözdü. Hanım eski kale içindeki bir ilkokulda staja. başladı.. Tekrar Baldöktü’ye gittik. Bir sürü öğretmen, hepsi de torpilli, sınıfları yok boş oturuyorlar. Ellerinde bir şiş, işleri bu iş. Bir tane daha otursa devlet mi batar.
Bir gün Kayseri Milli Eğitim Müdürlüğüne çağırdılar beni. Hanım staj için okulda. Aylardan eylül, son öğretmen tayin yerleştirmeleri yapılıyor. Bizim yerimiz tamam, Milli eğitim müdürü iş tamam dedi. O sırada yanımıza biri geldi. Birlik Mensucat ilkokulu müdürüymüş. Adam koşturuyor öğretmen diye, “ana sınıfı açacağım, öğretmen yok.” “öğrencilerim hazır” diyor. “Sınıfım hazır” diyor. Bizim ki Baldöktü de oturan kadroya, iki şiş daha ilave. Vicdanım iki yakamda. Bir müdür öğretmen diye koşturuyor, çocuklar öğretmen diyor. Oradaki sekretere sessizce
’’ Nerede bu Birlik Mensucat dedim.’’ ’’Düven önünde, hemen bir yan sokakta, merkezde’’
Çocuklar öğretmen bekliyor, sözü hala kulaklarımda. ’’Dolmuşa yakın mı? Yani Sivas caddesinden, Bünyan garaj tarafından, bindiği zaman tek dolmuşla gidilir mi?’’
’’Evet inip 100 metre yürüyecek”
’’Vicdanım iki yakamda. Cıvıl cıvıl, bir şeyler öğrenmek için gözünün içine bakan, öğrencileri olan bir öğretmen. Elinde şiş akşam okul kapansın da, gideyim diyen bir öğretmen.
Milli eğitimin salonuna çıktım, bir oraya bir oraya dolaşıyorum. Vicdanım yakamı değil, artık boğazımı sıkıyor. Birlik Mensucatın müdürü, o da bir oraya, bir buraya, öğretmen bulma çırpınışında.
Ani bir kararla müdürün odasına girdim.
’’Hayırlı olsun müdürüm’’ dedim. ‘’Artık sınıfınızın öğretmeni var.’’
’’Bizim hoca hanımı Birlik Mensucata verebilirsiniz’’
Müdür bey hayret içinde,
’’Sahi olur mu’’ Belki Kayseri mantığında olmayacak bir şeydi bu.
’’Evet’’ dedim. ’’Müdüre haber verin, dışarıda kıvranıp duruyor, hemen müjdeyi verin ’’
Milli eğitim müdürü, hemen dışarı çıkıp ’’Müdür bey, Müdür bey. Gözünüz aydın.’’
Müdür bana sarılıyor, ellerimi bırakmıyor. Allah razı olsunlar, teşekkürler. ’’Hoca hanım göz bebeğimiz olacak, sen hiç merak etme.”
Bundan eşime şimdiye kadar hiç bahsetmedim. Ona sadece Baldöktü olmadı, ama en yakın okula yaptırdım dedim. (Bu satırları okursa, sizle birlikte öğrenecek.) Hem de öğrencileri öğretmen bekleyen olan bir sınıfa. Eşim Birlik mensucat ana sınıfında bir sene görev yaptı. Kız Sivas caddesine en yakın ortaokula, oğlanda Baldöktü’ye kayıt oldu. Kız yakın olduğu için kendisi gidip geliyor. Oğlan da servisle gidiyordu. Bir sene sonra TED kolejinden, Ana sınıfındaki ilk sene mezun ettiği, öğrencisinin velisi onu, ısrarla kendi okuluna tavsiye etmesiyle, gelip, onu okulları TED kollejine istediler. Ana sınıf öğretmenine ihtiyaçları varmış. Çocuklarınızı burada okuturuz dediler. Bir de bizi Kapadokya da beş yıldızlı otelde tatile gönderdiler.
Hayatımızın ilk beş yıldızlı günleriydi.
Kapadokya tatili çocuklarımızla ikinci bal ayıydı, Bu tür baskı ve ısrarlara ve vaatlere dayanamayıp, istifa ederek TED Kolejine geçmesine karar verdik. O artık TED kolejinin ana sınıf öğretmeniydi
Kayseri de yirmi yıllık askerlik yaşamımın en iyi yılları geçti. Sahnede gitar çalıp, şarkı söylemenin yanında sunuculuk ve program yöneticiliği de bana yüklenmişti. 1990 yılbaşı eğlencesi ayni anda subay ve astsubay gazinosunda ayrı ayrı yapılmış ve başarılı bir gece olmuştu. Ast solistimiz Gülden Karaböcekti. Yıllar sonra öncülüğümde tekrar bir araya gelen orkestra arkadaşlarım her iki tarafta yapılan programda misafirlerimize çok güzel bir (1990) gece yaşatmışlardı.
O gece unutamadığım anlarından biride, havanın buz gibi, her tarafın takır takır buz olduğu gecenin ilerleyen saatlerinde sahneye çıkan özel sahne giysili çıplak Rus revü kızlarını her iki gazinoda gösteri yaptırmak için bir aracın içinde oradan oraya taşımamdı.
Burada müziğimi daha da geliştirdim. Beste çalışmalarıma devam ettim. 1991 yılbaşı programı Garnizon Komutanlığı tarafından bu yıl Kayseri orduevinde olacağı bildirilince, bu görev bana ve orkestramıza verildi. Biraz geç kalındığı için bu yılbaşı gecesinde misafir sanatçı olarak türkücü Seyit Al’ı getirebilmiştik. Ailecek katıldığımız ev sahibim Yüksel beyin ve ailesinin de misafirimiz olduğu o gece sadece sunuculuk ve program yöneticiliği yaptım.
Her şey güzel gidiyordu. Eşim evimize yakın TED kolejinde Ana sınıf öğretmenliğini yapıyordu. Velileri ve okul yönetimi tarafından çok takdir ediliyordu. Kayseri de sosyal çevremiz çok değişmiş ve gelişmişti. Çocuklarımız Ted kolejinde birisi burslu diğeri indirimli okuma şansı yakalamıştı. Ama her şey güzel gitmiyordu. Ortaokulda okuyan kızım bir gün okuldan asabi ve gözü yaşlı gelince, sabahçı olan annesi de evdeydi.
“Ne oldu kızım arkadaşlarınla kavga mı ettin?
“Hayır anne din dersi hocası beni çok aşağıladı” “Nasıl yani?”
Öğretmen “Gel bakalım Balıkesirli yeşil gözlü sarı kız. arkadaşlarına nasıl namaz kılınır anlat,” ”O anda çok heyecanlandım, tir tir titriyordum, anlatamadım.” Sen duaları da bilmezsin?’’
“Çocuklar öndeki sırayı boşaltın”
“Çık bakalım su sıranın üzerine belki hatırlarsın, namaz nasıl kılınır göster.”
“Çaresiz sıranın üzerine çıktım. Din öğretmeni başladı şöyle yap böyle yap demeye” Bu olayı benden birkaç gün sakladılar. Gidip kavga ederim diye.
Sivas caddesi Bünyan garajı yakınındaki evimizin sahibi sosyal demokrat biriydi. Konuyu onunla görüştüm, başka okul adı istedim. ‘’Kayseri çok tutucu bir yer, tüm okullar hemen hemen ayni’’ dedi.
Hanımda söylemişti “Okulda erkek öğretmenler okulda ikide bir takunyalı geziyor” diye.” Öğretmen arkadaşlar dışarda selam bile vermiyorlar.”
***
Ayın karanlık yüzünde neler oluyordu.
1992 Yılında Edirne Öğretmen Okulu ve İstanbul işletme fakültesi mezunu İstanbul da öğrenci olaylarından ve solculuktan tutuklanıp, hapse giren ve o günler yargılanan 35 yaşındaki kardeşimin evleneceği haberi bize ulaşınca çok mutlu olduk. O dönem eniştem, kız kardeşimin kocası, ayni zamanda arkadaşım kasabamızın Belediye başkanıydı. Onunda katkısıyla Yeni evlilere güzel bir market açılmıştı
Ama olmadı. Evlendikten iki ay sonra şohbenden zehirlendi. Bursa, İstanbul Çapa hastanesi doktor doktor dolaştık, çok çabaladık ama kurtaramadık.
Ailemiz büyük bir darbe yemişti.
1996 Yılında dolacak olan emekli olma hakkım, sürpriz bir kararla 1992 yılı Temmuzunda bir defaya mahsus açılmaz mı.!
Artık İstersem temmuz ayında emekli olabilecektim.
Öğretmen eşimle düşündük taşındık. Buradaki koşullar iyi, Ted koleji, seneye çocuklar biz de, komutan gazinoyu bırakma, birinci dereceyi bekle. Eniştem, istersen gel markette çalışabilirsin diyor..
Bizler için daha önemlisi, kızımın, oğlumun, buradan kurtulması ve yarınlarına ışık tutulabilecek Yüce Atatürk’ümüzün ideallerini yaşatacak çizgideki bir okul ve yöre de eğitim alabilmesiydi.
1992 Temmuzun da emekli dilekçemi verdim, Eşimde TED kolejinden istifa etti. Doğru memlekete. . Üç sene eşimle marketçilik yaptıktan sonra, eşim Milli Eğitime, ana sınıf öğretmenliğine geri döndü. Balıkesir’in yağcılar köyüne atandı. Köye gidip gelmesi çok zor oluyordu. Bizim market 1993 Enflasyonunu yıkımına, dayanmayarak iflas etti. Hem de Eniştem Belediye başkanıyken. Bizde bir sene sonra Bandırmadaki kiracımızı çıkarıp Bandırmaya yerleşmeye karar verdik. Eşimin tayini de önce Edincik’e, sonrada Bandırmaya çıkınca rahatlamıştık.
HURDACI İSA
Sabah çayımı yudumlarken girdi içeri. Borsa açılmış Tv.den borsadaki kağıtlarımı takip ediyordum. Başın da bizim klasik köylü şapkası vardı. Çekingen sıkılgan bir tavırla ’’
Selamünaleyküm’’ dedi. Başımı televizyondan kaçırıp ’’Günaydın, hoş geldin’’ dedim.
’’Bana bunu bu sabah postacı getirdi’’ dedi. Elindeki beyaz kağıdı gösterip. Emekli işçiydi, ayni zamanda inşaatlarda işçilik yapıyordu. Kafasındaki kasketinin altından siyah gözlerinde hala uyku mahmurluğu vardı. Kendi halinde inşaatlarda iş bulursa çalışırdı. Çok efendi biriydi, sessizce konuşur, söylemek istediğini kekelemeden anlatamazdı. 45 yaşlarını aşmıştı. Galerideki iki arabanın arasında durmuş, bir adım ilerlemiyordu.
’’Gel’’ dedim
’’Otur, ne içersin.’’ ’’İçmeyeyim’’ dedi. ’’işe gideceğim.’’
Biraz daha yaklaşıp elindeki kağıdı bana uzattı. Merakla kağıdı açtım. Trafik ceza tebliğ kağıdıydı. Murat 124’ü vardı. Ben de ki bir arabayla takas etmişti. Ben de arabayı Gönen’e satmıştım. Arabanın çekleri karşılıksız çıkmış, araba ve arabayı alan kayıptı. Kağıdı iyice inceleyince trafik cezasının Sivas’ın Gürün ilçesinden kesildiğini öğrendim.
’’Tamam, ben bu cezayı öderim sen karışma’’ dedim.
Araba hala onun üzerinde olduğu için ceza ona geliyordu. Sessizce ’’ arabanın satışını da vereyim’’ dedi. ’’Çok uzadı.’’
’’Haklısın dedim. ’’İlk işim bu arabadan seni de, beni de kurtarmak’’
Cidden iyi niyetle aylardır arabanın satışını vermek için çırpınıyordu. Araba eski olduğu için satmak biraz zordu. İlk talibine çekle vermiştim. O günden sonra çeklerin günü gelip, çeklerde karşılıksız çıkınca ne arabayı ne de alana ulaşmak mümkün oldu.
Dolandırılmıştım. Tam güvenemediğim için, her ne hikmetse ruhsatın isim yazılı kısmını ona vermemiştim. Sözleşme ve bu benim tek tutunacak dalımdı.
Öğleden sonra Sivas Gürün trafik şubesini aradım. Cezayı onlar kesmişti. Telefonuma çıkan trafikteki görevli polis Karacabeyli çıkınca, hemşeri muhabbeti işi kolaylaştırdı. 10 plaka onlarında dikkatini çekmişti. ’’Araba burada’’ dedi. Arabayı aradığımı, kaçak olduğunu söyledim, ’’Alacak verecek bizi ilgilendirmez’’ dedi. ’’Doğru’’ dedim. ’’Ama arabanın ruhsatı eksik, bir sayfası bende, belki bağlama nedeni olabilir. ’’ Bu gün günlerden salıydı, ’’Biz dedi bu durumda arabayı iki gün bağlayabiliriz. Arabayı bağlayınca buraya gelmen lazım, Cumartesi bağlarız, pazartesi burada olursun, arabayı bizden alırsın.’’ ’’Tamam’’ dedim. ’’Ben buradaki işlemleri bitireyim, sizi ararım.’’ Murat’ın sahibinin kapı önündeki, mağdur hali beni epey etkilemişti. Çarşamba günü vergi dairesine gidip arabanın cezasını ödeyip, temiz kağıdını aldım. Ruhsat sahibini notere çağırarak, elimdeki tek isim yazılı satış ruhsatıyla arabanın noter satışını yaparak arabayı üzerime aldım. ’’Tamam’’ dedim. ’’artık hukuki yönden arabanın senle ilgisi kalmadı. Rahat ol.’’
Murat 124 artık benimdi. Adli takibini artık daha rahat yapabilirdim. Hemen Gürün trafiğini aradım, ’’Arabanın satışı üzerimde, arabayı bağlayın geliyorum’’ dedim.
Artık Sivas Gürün yolu bana gözükmüştü. Bu arada Kayseri’ye de uğrar hasret giderirdim. Bu arada Gürün savcısının Bandırma’lı olduğunu öğrendim. Tanıdık dediler. Babası ‘’selam söyle’’ dedi. Bir de mektup. Olur ya ters bir durum olur. Gürün trafiğinde ki Karacabeyli hemşerim de ‘’pazartesi burada ol’’ deyince. Ben yolculuğa hazırdım. Tekrar telefon edip,’’3 Kasım 1996 pazar günü gecesi yola çıkar, pazartesi sabahı orada olurum’’ dedim.
Tüm evraklarımı hazırlayınca, pazar günü için Gürün otobüs biletimi aldım. Otobüs saatini sabah orada olacak şekilde planlamıştım. Cumartesi öğleden sonra gelen telefon Murat 124’ün bağlandığı müjdesiydi. Arayan Gürün’den İsa isimli bir şahıstı. Buradaki birisinden aldığı aracın trafikçe bağlandığını, arabayı benim ona sattığımı, onun da ondan aldığını anlattı.
Arabayı satan kişinin dolandırıcı olduğunu, bana borcu olduğunu ona izah ettim. Arabanın satışı üzerimde dedim.Kesinlikle o kişiye para ödememesini söyledim.
’’Ben Hurdacı İsa’’ dedi, ’’Gürün’de herkes tanır beni. Ne yapacağız’’ dedi. ’’Ben’’ dedim. ’’pazartesi sabahı orada olurum. Bana arabanın, cezalarını, borcunu ödersiniz, arabanın satışını size veririm’’.
“Tamam” dedi. “Sen gel hele, ben otelde senin yerini ayırtırım, seni burada misafir ederim. Burada bu işi bir an önce temizleyelim.’’
’’Sakın öbür adama, üç kağıtçıya para kaptırma, senin onunla işin yok.
Kaptırdıysan almaya bak.’’
’’Tamam’’ dedi. ’’ Sen gel hele.’’
Bizim uyanık, yani Eşref anlaşılan arabayı Hurdacı İsa’ya satmış, sanırım biraz da para almış. Olan hurdacı İsa’ya olmuştu. Tabii araba bağlanmasa herkes işine bakacaktı. Araba bağlanınca saadet zinciri İsa’nın aleyhine bozulmuştu.
Gürün’de İsa’nın Murat 124 bağlanmış, emniyet önüne çekilmişti.
Hurdacı İsa’nın umudu bendim. İsa dört gözle beni bekliyordu.
Bursa garajından Malatya otobüsüne binmiş, Gürün yolculuğuna başlamıştım. Bandırma, Bursa, Eskişehir, Ankara, Kırşehir, Kayseri ve Gürün. Bütün gece yol alacağım rotam buydu. Kayseri’den 1992 yılında emekli olmuş, Ekim ayında Kayseri’ye veda etmiştim. Hava ikmal gazinosunda bizim ekip devam ediyordu.
Asb.Necmi Keser, piyanist Ekrem, Garson Hüseyin, şef garson Osman, aşçı Yahya, müdür Osman yüzbaşı, muhasebeci Oktay hepsi oradaydı. Yalnız garson Yusuf’un bir kaza sonucu öldüğü haberini daha önce almıştım.
Uzun yol boyunca bazen uyudum, buna tam uyumakta diyemezsin, Yanımdaki yol arkadaşımla bazen anlattık, oradan buradan. Pek konuşkan değildi, fazla üstelemedim, kapadım gözlerimi, kıvrıldım yana. Anadolu’nun içlerine indikçe, gecenin buz gibi ayazı içime işlemeye başlamıştı. Günlerden 3 Kasım, mevsim sonbahardı, geceleri artık buralarda oldukça soğuk olmaya başlamıştı. Kayseri’ye yaklaştıkça bir heyecan bastı. Bu şehirdeki hava ikmal gazinosunda çok güzel iki yılım geçmişti. Garajda sabah çayımı içtikten sonra, sabahın alaca karanlığında Kayseri içinden geçtik, şehir dört sene önceki güzelliğine, güzellikler katmış daha da büyümüş, yeni açılan caddeler şehrin cazibesini arttırmıştı. Işıl ışıldı Kayseri sokakları, tabii ki sabahın köründe bomboş. Henüz sabah koşturmalarına hazır değildi Kayseri, sabahın derin uykusundaydı. Tahmini sabah sekiz civarın da Gürün’de olacaktım. Yıllar önce Diyarbakır da görev yaparken bu yoldan çok gidip gelmiştim. Bu bölgenin buz gibi ayazını o yıllardan çok iyi hatırlarım.
GÜRÜN
4 KASIM 1996
Muavin Gürün’de inecek var mı deyince hafif dalmaya çalıştığım uykumdan uyandım. Saatime baktı saat 06.45 di. Oldukça erken gelmiştik veya benim zamanlama hatalıydı. Otobüsün kapıları açılınca buz gibi bir ayaz vurdu yüzüme, yerler tam takırtı, ufak su birikintilerinde buzlanma oluşmuştu. Ana caddede bir yere inmiştim. İlk işim oteli bulmak olacaktı. Şehir yeni uyanmış, cadde üzerindeki çorbacıların ışıkları yanıyor, içeride kıpırtılar göze çarpıyordu. Yüzüme vuran ayaz uyku sersemliğimi açmış, beni kendime getirmişti. İndiğim yerden ileri mi geri mi yürüyeyim kararsızlığını yendikten sonra, sabahın alaca karanlığında, ışıkların ve insanların daha belirginleşmeye başlayıp çoğaldığı yere doğru yürümeye başladım. Hurdacı İsa yerini ayırttım dediği oteli arıyordu gözlerim. Biraz yürüyünce sol tarafta Gürün’ün tek oteli dikkatimi çekti.
Kapıyı açıp girince, otelde kimse yoktu. Ufak bir antre ve sol tarafında resepsiyon vardı. ’’ Günaydın ’’ diye seslendim. Az sonra açılan bir kapıdan uykulu gözlerle otelci geldi.’’ Günaydın, hoş geldiniz’’ ‘’Benim yerim ayrılmış olacak, İsa bey ayırttım dedi.’’ Kayıt defterine bile bakmadan ’’Evet yeriniz hazır ikinci kat, defteri çıkarıp önce kayıt yapalım, malum terör, emniyet işi çok sıkı tutuyor.’’ ’’Tabii’’ dedim. ‘’Buyurun kimliğimi.’’ Otel’in içi sıcacıktı, anlaşılan kaloriferli bir oteldi. Kayıt işlemi bittikten sonra ’’ Buyurun anahtarınız’’ dedi.’’204 nolu oda.’’
İnce bir halı ile kaplı merdivenleri çıkarak odamın kapısını açtım. Tek kişilik bir oda, sade ve sevimli, içinde banyo ve tuvaleti var. İki ufak penceresi ana yola bakıyor. Ufak valizimi açıp pijamamı çıkarıp giydim, elimi yüzümü yıkayıp, mesai saatine kadar dinleneyim dedim. Sonra duş almak geldi aklıma, duşun altında rahatlamış, yol yorgunluğum geçmiş, rahatlamıştım.
Saçımı kurutup pijamalarımı giydim, uzandım yumuşacık yatağın üzerine, dalmışım.
Saat 9.30’a doğru giyinip, otelin oturma salonuna indim. Otelin tek çalışanı, sanırım sahibi, ayak seslerimi duyunca odasından çıkıp ’’Günaydın efendim’’ dedi. ’’ Nasıl rahat uyudunuz mu?’’ Ben kuş tüyü yataklarda bile uyuyamayan bir olarak, ne cevap vereceğimiz şaşırdım. Evet dedim iyice dinlendim. Rahat bir gece yolculuğundan sonra iki saat kestirmek iyi geldi. ’’ Tekrar günaydın’’ ‘’Yakınlarda kahvaltı edeceğim bir yer var mı?’’ ’’Tabii’’ dedi otelci.’’ ‘’karşıya geçin sol tarafta çorbacı ve pastahane var orada kahvaltı edebilirsiniz. Ha.. İsa bey biraz önce sizi sordu. Sanırım karşı çorbacı da’’ Otelcinin tarif ettiği yere doğru yürümeye başladım. Hava buz gibiydi, Üşür gibi oldum. Biraz daha büzüldüm montumun içine.
Ana yolda sabah trafiği başlamıştı. Malatya-Elazığ yolu buradan geçiyordu. Diyarbakır’a giderken bazen bu yoldan geldiğimiz olurdu. Yolun karşısına geçip, köprünün sağ tarafında bulunan lokantaya girdim. İçeride birkaç tane müşteri sabah çorbası içiyordu. ’’Günaydın, iyi günler.’’ Lokantanın dere manzaralı masasında orta yaşlı, uzun boylu saçları hafif kırlaşmış bir vardı. Beni görünce toparlandı, yabancı olduğumu anlamıştı. Hafif bir tebessümle ayağa kalkarak ’’ Ben hurdacı İsa ’’ dedi. Elini uzattı.’’ hoş geldiniz ’’ ’’hoş bulduk’’ dedim. ’’ben Sedat’’
’’Nasılsınız’’ dedi. ’’ dinlenebildiniz mi?’’
’’Evet’’ dedim ’’İki saat yetti. İlgine teşekkürler.’’ Bu arada lokanta sahibine seslenerek’’ Mahmut bakar mısın?’’ Çorba içelim mi önce? ’’ dedim. ’’sonra çayımızı içerken konuyu anlatırım.’’
Gürün’ün buz gibi havasında çorbalarımız yudumlarken arabayı nasıl aldığını anlatmaya başladı.
’’Bu Eşref şerefsizinden aldım arabayı. Hiç bir sorunu yok’’ dedi. ‘’Biraz peşin verdim, satışı ver al paranı’’ dedim.
’’Arabanın ruhsatının isim kısmı yok, fark etmedin mi İsa?’’ dedim.
Cebinden bir sigara çıkarıp, bana uzattı ’’ içer misin ’’ Yok’’ dedim
‘’sigarayı bıraktım.’’ Tekrar konuya döndü. ’’Eşref sorun yok’’ dedi ‘’
’’satışı veririm ‘’ ‘’inandım şerefsize.
’’ Ne yapacağız sen onu söyle’’
’’Araba dedim şu anda benim üzerime satışı oldu. Sen bana alacağımı vereceksin, arabanın plakalarını söküp, götüreceğim, araba sende kalacak. Evraklarıyla, Bandırma trafikte üzerime geçireceğim, sonra sana buradan noter kanalıyla buradan tanıdık biri adına vekalet vereceğim, o da sana burada arabanın satışını verecek, Eşref’le alacak verecek işini sen halledeceksin. Benim senden istediğim bu masrafların karşılanması. Yoksa arabayı şu anda benden başka kimse alamaz. Ben buradan trafiğe gideceğim, arabanın plakalarını söküp alacağım. Sen düşün taşın kararını ver.’’ İsa arabayı istiyordu, ben de bir an önce o eski külüstür Murat’tan kurtulmak istiyordum. Kahvaltıdan sonra doğru trafiğe gittim, bizim 10 plaka Murat 124 kapının önünde mahzun mahzun duruyordu. Biraz daha hırpalanmıştı, belli ki hor kullanılmıştı. Karacabeyli trafik polisi hemşerime uğradım, ilgisi için teşekkür ettim. Arabayı istediğim an alıp götürebileceğini söyledi. Ama bu araba Bandırma’ya gitmez yollarda kalırdı. ’’ Ben plakaları sökeceğim’’ dedim, ’’işlemler için gerekli’’ “Sen bilirsin’’ dedi. ’’Sorun varsa, sen şehir dışına çıkana kadar onları biraz burada alıkoyarız.’’ ’’Yok’’ dedim ’’anlaşacağız inşallah, araba burada kalsın.’’ O zaman arabayı karşıda bir yere al, burada kalmasın’’
Öğle yemeğini de ayni lokantada İsa ile beraber yedim. Lokantada et yemekleri çok güzeldi. İsa beni hiç yalnız bırakmıyordu ’’akşam yemeği için misafirimsin’’ dedi. Ben dedim ’’otele gidip dinleneyim, yarın noter işlerini hallederiz akşama da ben Kayseri’ye dönerim.”
O akşam yemek için İsa’nın davet ettiği dere kenarındaki lokantaya gittik. Ana yolun sağ tarafındaydı, köprünün yanında. lokanta, altından dere akan derin bir kanalın sağ tarafındaydı. Kanal tarafındaki masalar dere manzaralıydı. Dere beş metre kadar derinlikteki yatağından hızlı bir debiyle akıyordu.
Bu aylarda bazı tepeler kar görmüş, onların eriyen suları bütün bir yaz kurak olan dereye can vermişti. İsa beyin yakınlığı, samimiyeti hazırladığı sofranın zenginliğinden belli oluyordu. Bir de ufak rakı açtırmıştı. Lokantanın üç tarafı cam pencereydi. Sağ tarafında mutfak vardı. Mutfağın önünde geniş vitrinli buzdolabı, kapının girişinde sağ tarafında da sıcak yemeklerin olduğu servis yeri vardı. Duvarlarda ki eski Atatürk resimleri dikkatimi çekti. Atatürk’ün Sivas resimleriydi. Bir bölümde de doğa manzaraları olan resimleri. Uzun boylu, sakalları yeni çıkmaya başlamış esmer garson çocuğun gözü masamızdaydı. Ben yarın yapmamız gerekenleri İsa’ya bir bir tekrar izah ettim.
Hava oldukça soğumuştu. Lokantanın ortasındaki kömür sobasının sıcaklığı sırtımı ısıtmaya başlamıştı. Bu ara açılan kapıdan buz gibi havayla birlikte içeri Eşref girdi. Alçak boylu, kara kuru kirli sakalı biriydi. Fıldır fıldır gözleriyle içerisini taradıktan sonra, masamıza yanaştı ‘’Selamünaleyküm, iyi akşamlar’’ dedi. Hafifçe eğilmiş başı, bizden ilgi ve davet bekliyordu. Niyeti masamıza ve muhabbetimize ortak olmaktı. O gelince İsa hızla ayağa kalkarak ‘’Ulen şerefsiz sen ne arıyon burda, nedir senden çektiğim ya, defol git başımdan’’
’’ Hala bana yıkılmaya çalışıyor it.’’
‘’Ya İsa abi ben sana yardımcı olmaya geldim.’’ ‘’Abime de hoş geldin diyecektim.’’ Ya Mehmet çıkar şu adamı dışarı, başımı belaya sokacak.’’ Eşref içeride ileri geri dolaştıktan sonra sessizce kapıyı açıp dışarı çıktı. Eşref dışarı çıkınca, İsa’nın gerginleşen ve kızaran yüzü alev alev yanıyordu. Gülümsemeye çalışarak,
‘’Sadık bey, sen Susurluk’luydun değil mi? Susurluk epey meşhur oldu ya’’
“Hayrola ne olmuş”
“Haberleri dinlemedin mi?”
“Yoo’’ dedim. ‘’Dünden beri haberleri dinlemiyorum.”
“Biraz sonra haberler başlayacak beraber dinleriz’’
Açık olan televizyonda haberler başlayınca, ilk haber yine dün akşam ben Gürün yolunda iken Susurluk’ta olan kamyon kazasıydı.
Haberlerin kısaca özeti şuydu
‘’3 Kasım 1996’da Kuşadası’ndan yola çıkan, Kemalettin Eröge, Polis
Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ’ın kullandığı 06 AC 600 plakalı 600
SEL Mercedes marka otomobil ile Balıkesir’in Susurluk’taki
"Havaalanı yolu mevkiinde Hasan Gökçe yönetimindeki 20 RC 721 plakalı kamyonla çarpıştı.
Kazada, Mercedes’i kullanan Hüseyin Kocadağ, üzerinde "Mehmet Özbay" sahte kimliği bulunan, kırmızı bültenle aranan katliam sanığı Abdullah Çatlı ve "Melahat Özbay" sahte kimlikli, sevgilisi Gonca Us öldü.
DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı olarak kurtuldu.
O gece yörenin nefis et yemeklerinin olduğu lokantada yediğim kuzu şiş çok hoşuma gitmişti. Et ağırlıklı bir lokantaydı. İsa ile geç saatlere kadar oturduk. Yarın noterde buluşmak üzere sözleştik, ben müsaade isteyip otele gitmek için lokantadan ayrıldım. Buz gibi hava içime işlemişti. Bereket otel çok yakındı fazla üşümeden, yeni buzlanmaya başlamış sokakta yürüyerek otelin kapalı olan dış kapısını hafifçe iterek içeri girdim. Otelin tek müşterisiydim sanki lobide kimse yoktu. Otel görevlisi odasında televizyon seyrediyordu. Benim yaşlardaydı.
“İyi akşamlar” dedim.
Onunla biraz sohbet etmekti niyetim, ama televizyondaki filme öyle dalmıştı ki, kalkıp oda anahtarımı verirken bile, kulağı televizyonda idi.
Anahtarı verirken “İyi geceler efendim” dedi.
Anahtarı alıp yavaş yavaş merdivenleri çıkarak odama girdim.
Sabah sessizce vurulan kapı sesi uykumdan uyandırdı beni. Saate baktığımda 9.30 dı. Hayrola dedim kendi kendime, beni uyandırın da dememiştim ama. Yatağımdan doğrularak. Pijamalarımla kapıya gitti. Anahtarı çevirip kapıyı açınca karşımda otel görevlisini görünce biraz endişelendim.
“Günaydın buyurun” dedim.
“Polis, Polis geldi Sadık bey aşağıda sizi bekliyor”
“Hayrola” dedim. “Savcı sizi istiyormuş” Ne polisi, ne savcısı ya dedim içimden. Neyse şükür sabahın 04’ünde de gelebilirlerdi.
“Tamam, giyinip geliyorum.” Tuvalet, el yüz yıkama, giyinme derken, görevli polisi biraz bekletmiştim. Aşağı indiğimde lobide bir polis vardı.
’’Günaydın memur bey hayrola’’
‘’Hakkınızda şikayet var savcı bey sizi istedi.”
“Hemen mi?”
“”Evet, al getir”dedi.
Benim ne işim olabilirdi savcılıkta kim şikayet edebilir ki. Acaba Eşref’in akşam bir olayı mı oldu, beni de karıştırdılar. İçimde bu düşünceler yanımda polisle başladık savcılığa doğru yürümeye. Her ihtimali düşünerek yanıma arabanın evraklarını almıştım. Kısa bir yürüyüşten sonra Gürün Cumhuriyet savcısının kapısındaydım.
Kapıyı çalarak içeri girdim. İçerde genç bir savcı vardı. Girdiğimde ayaktaydı.
Ben içeri girince masasına oturdu. Beni istemişsiniz savcı bey dedim.
“İsminiz?” dedi, kendimi tanıttıktan sonra.
“Hakkınızda şikayet var” dedi. Şaşırmıştım.
“Ne şikayeti’’ dedim. “Ne olmuş?’’
‘’Ne konuda’’ dedim, ‘’Kim şikayet etti?’’
‘’Şikayetçi İsa bey, dolandırılmış.’’
‘’Ben’’ dedim. Bandırmadan arabanın sorunlarının çözülmesi için buradayım. Şikayetçi olması gereken bir varsa o da benim. Asıl dolandırılan benim. İsa ile de akşam konuşmuştuk. Araba benim üzerime kayıtlı. Şikayetçi olacaksa onu dolandıranda olsun. Ben akşam kendisine her şeyi anlattım. Sanırım gece ben ayrıldıktan sonra tekrar kafası karışmış ya da karıştırmışlar. Onun için şikayette bulunmuş.
Savcı beye olayların gelişimini hızlı bir şekilde anlattım. Böyle tanışmak istemezdim, ben size uğrayacaktım zaten. Bandırma’dan ailenizden selam getirdim. Kısmet böyle tanışmakmış’’ dedim. Savcı oldukça gençti. Hemşerimizin bana yaklaşımı, belki görev gereği biraz soğuk gelmişti. Otur bile diyemedi. Çıkabilirsin deyince. Benim de onunla bir işim olmayınca odasından çıkıp, lokantaya gittim.
Sabah kahvaltım sıcak bir çorbaydı. Bir müddet aşağıda akan çayı seyrettim.
“Çayın suyu her geçen gün artar” dedi. Lokantacı. “Müsaadenizle oturabilir miyim? dedi’’ Bende tebessümle birlikte elbette cevabını alınca yanımdaki sandalyeye ilişti. Dağlara yavaş yavaş kar inmeye başladı, gündüzleri eriyen kar suları bu güzel çayımıza suyunu salmaya başladı.’’
‘’ Siz bu çayı baharda göreceksiniz, nasıl gürül gürül akar.’’
Bu küçük kasabanın yabancısı olduğum için, benimle laflamak, benimle ve yaşadığım yerle ilgili haberleri ilk ağızdan almak istiyordu. ‘’Susurluk’lu sunuz sanırım?’’
‘’Evet’’ dedim.
“Televizyon dünden beri Susurluk diyor. Kamyonla Mercedes çarpışmış, ölenler varmış.” “akşam yolda olduğum için sizden duydum, haberleri izleyemedim, o zaman haberler siz de.”
‘”İsa gelirse otele uğrasın. Akşama dönmem lazım.” Lokantadan çıktım otele gitmek üzereyken karşıdan İsa’nın geldiğini gördüm. Biraz mahcup bir edayla, “ Ya kusura bakma Sadık bey, akşam sen gidince arkadaşlarla konuştuk, kafam epey karıştı. Olayı körüklediler. Seni enayi buldular, dolandıracaklar” dediler.
“Gece hiç uyumadım sabah hemen savcılığa gittim. Senden ve
o üç kağıtçı Eşref’ten şikayetçi oldum.
“Şimdi savcıdan geliyorum. Ona gerekli açıklamaları yaptım.”
‘’Gel notere gidelim. notere olayı anlatalım çözümde o yardımcı olsun. Benim önerimi de ona anlatırız. O zaten işlemleri bizden iyi biliyor. Bu işin başka çözümü yok. Eğer hayır dersen ben arabayı alıp giderim veya birisine satarım.”
“Bir çorba içelim de kafam yerine gelsin” dedi.
“Tamam, Sen çorbanı iç sonra doğru notere gel. Ben de arabanın evraklarını alayım. Bana ödeyeceğin para belli. Bir miktar noter masrafları ve aracın alım satım masrafları olacak.’’
Kafasının karışıklığı hala berraklaşmamıştı. Ben lokantadan çıkıp otele yöneldim. Gürün küçük bir kasabaydı, bu havada gezilecek yeri yoktu, ya da ben bilmiyordum. Otele yönelmeden trafiğe gidip polis hemşerime hem teşekkür edeyim hem de allahaısmarladık diyeyim. Dedim. Öyle de yaptım. Çok memnun oldu. Çayını içerken bol bol Bandırma’dan anlattık. Polis arkadaşlardan ayrıldıktan sonra arabanın yanına giderek plakalarını söktüm.
Öğleden sonra notere gittim. İsa oradaydı. Onun belirlediği bir arkadaşa arabanın satış vekaletini verdim. Talep ettiğim parayı da ödeyince onunla aramızda sorun kalmamıştı. Sağ olsun otel, lokanta masraflarımı elinde geldiğince karşılamaya çalıştı. Bu araba olayında o da ben de zarar etmiştik ama sonunda her şey istediğimiz şekilde sonuçlanmıştı.
O gün noterde işimiz bitince ilk otobüsle Kayseri’ye hareket ettim. Kayseri’ye indiğimde hava yeni kararmaya başlamıştı. Hemen ilk dolmuşla Hava ikmale gittim. Eski dostlara Bir merhaba demek için. Öncelikle otelde kendime yatacak bir yer ayarladım. Mesai bitiği için sadece nöbetçiler ve aşçılar kalmıştı. Necmi Keser’le buluştuk. Daha doğrusu geldiğimi duyunca arabasına atlayıp yanıma geldi. Evine yemeğe götürdü. Akşam yemeğini onlarda yedik. Garson Yusuf Bir kazada ölmüştü. Şef Osman hala görevdeydi. ‘’Emekli olacak’’ dedi. Muhasebeye Oktay bakıyormuş. ‘’Piyanist, gitarist Ekrem iyi’’ dedi. ‘’Bas gitarist Hüseyin hala satın almaya bakıyor’’ Bizim eski müdür Osman yüzbaşıyı da göremedim. Ekrem’in gözleri daha kötü olmuş. Eşi öğretmendi Necmi’nin bir kızı bir oğlu vardı. Yemekten sonra Hava İkmal gazinosuna geldik. Orada yemeye devam ettik. İçkiye devam ediyordu. Bırakmaya da niyeti yoktu. Dört sene önce iki sene görev yaptığım bu yer artık soğuk gelmişti bana. Gözüm yoldaydı artık.
“Ekrem dışarda çalıyor mu hala ?” Gözleri iyi göremediği için pavyonun loş ışıkları onu iyice yoruyor, bıraktı gece işlerini” “ İstersen o günleri yad edelim” Gazinoda görevliyken oradan hep sanatçı getirirdik.” “Boş ver Necmi sağ ol, ilgine çok teşekkürler. Sen evine bende odama, yorgunum.”
Sabah mesaiye gelen diğer arkadaşlarla da görüştüm. Ekrem’i göremedim. İzinli miydi neydi. O gün Düven önünden bir miktar pastırma ve sucuk aldıktan sonra akşamüstü Necmi beni Garaja bıraktı.
Bandırma’ya döner dönmez arabanın işlemleri yaptıktan sonra evrakları Gürün’e İsa’ya gönderdim. O hafta satışı alıp işlemleri bitirmiş. Çok memnun oldu. O günden sonra beni sık sık aramaya başladı. Araba var mı falan diye. ‘’Para göndereyim Sadık bey bana uygun bir araba bul.’’
TAŞ EVLER
Tertemiz kumların üstünde, köpük köpük gidip gelerek oynaşan minik dalgaların önünde, elinde kum kovasıyla oynayan çocuğun önündeki deniz suyu dolu kovayı, ablası bir tekmede devirince, bir çığlık sesi yankılandı sahilde.
“Anneee…”
Karşı Midilli sahillerine gidip gelen bu ses, akşam yorgunluğunda, Egenin bu sıcak denizinde, ardı ardına atılan kulaçlar sonu yorgunluktan uyumak üzere olan beni, bu şekerleme seansından kopardı. Şezlongumda doğrulduğum an, güneş Midilli sırtlarında akşam yorgunluğunun tadını çıkarıyordu.
“Ela” diye bağırdı şemsiyenin altında komşularıyla akşam muhabbeti yapan genç hanım.
“Kardeşini rahat bırak”
Sahildeki bu akşam curcunasından kendimi hayallerimin çizdiği rotada yol almak için, tekrar başımı yaslayıp, gözlerimi kapattığım an telefonumdan çantamın en dip köşesinden gelen ölgün ses, güçlükle kulaklarıma ulaştı. Her şey bu cep telefonumun çalmasıyla başladı. Arayan İstanbul’dan kızımdı. Hal hatır sormalar bittikten sonra “Baba Ayvalık’ta Küçükköy diye bir köy varmış. Eski bir Rum köyüymüş, içinde tarihi taş evler varmış. Şimdi Boşnaklar oturuyormuş. Bizim arkadaşlar oradan çok eski bir taş ev almış. Arkadaşımın eşi, o da
Boşnak. Şimdi orada evler çok değerlenmiş. Gidip bir bakın bakalım, ucuzsa biz de alalım.”
Önce onun hayallerine girmişti Küçükköy.
“Evet kızım biliyorum. Küçükköy, Sarımsaklının merkezi, yani belde merkezi.”
Yıl 2015, sekiz senedir Ayvalıklıyız. Altınova da ki evimize kış bitip bahar yüzünü göstermeye başlayınca Bandırmadan göçüp gelip Kasım ayı ortalarına kadar kalırız burada. Ayvalık ve çevresi Madra dağından Kaz dağlarına kadar, tüm körfez adım adım gezip, kare kare fotoğrafladığım yerler.
Yıllarca Sarımsaklı Ayvalık arasında git gel ama Küçükköy’e girme. Olur mu? Olur. Belki köye girdik kenarından geçtik ama hiçbir şey fark edemedik. Ayvalık’ın güneyine sırtını dayamış bu tarih kokan gizem dolu köyü göremedik. Küçükköy Sarımsaklı yolundaki çeşmeden defalarca su doldurduk. Köy meydanından da geçtik belki ama ne yazık ki hafızada köyle ilgili hiçbir şey yok.
Ayni yıl kasım ayının başı deniz sezonunun sonu, Bandırma’ya döneceğiz ya zeytinleri bu yıl biraz erken topladık. Oturduk hepsini tuzlayıp, bidonlara doldurduk, kimisi kırma oldu, kimisi sele. Narlar toplandı, iğdeler kurumaya alındı. Ayvalar reçel oldu. Kısacası kışa hazırız. Kız Küçükköy dedi ya, takıldı kafaya.
Bir gün komşularla atladık arabaya doğru Küçükköy’e. Ayvalık çamlık yolundan Küçükköy levhasının gösterdiği ok işaretini takip ederek sağa döndük. Asfalt bir yol. Sağ tarafında Küçükköy stadı, sağ yamaç yerleşim alanına açılmış tek tük evler. Sol tarafta ağaçların altında bir çeşme, daha önce burada su doldurduğum geldi aklıma, Çeşme Çamlık sırtlarında gelen doğal kaynak suyu, yine başı kalabalık, arabalar park etmiş bidonlar sırada. Bu çeşmenin çayı iyi oluyormuş. Yine sol üst yamaçta, Çamlık koyu ve Sarımsaklı manzaralı yeni yapılmış bir site. Onun alt tarafında köyün yeni ilkokulu.
Köye yeni yapılan Küçükköy Belediyesinin taş binasının önünden girdik. Sağ yol ise köyün doğu tarafında ki aşağı mahalleye gidiyor. Aracımızı uygun bir yere park ettikten sonra başladık köyün içine doğru yürümeye. Taş sokakların sağında solunda eski taş evler dikkatimizi çekmeye başladı, arada sırada yeni yapılarda vardı ama genel de taş evler yoğunluktaydı. Sol tarafta geniş bir taş avlunun içinde bahçe temizliği yapanları görünce ”Kolay gelsin” dedik. İnce zayıf uzun boylu başındaki geniş hasır şapkanın altına gizlenmiş mavi gözlerini gözlerime dikerek “Hoş geldiniz” dedi. Kucakladığı sararmış ot yığınını yere bıraktıktan sonra yanımıza geldi. Elli beş yaşlarında ya vardı ya yoktu. Boş bahçenin taş duvarına yaslanarak, bir müddet soluklandı. Bahçenin sağ tarafındaki taş evi göstererek
“ Burası satılık herhalde” dedim Başında ki hasır şapkayı çıkarıp, alnındaki teri eliyle sildikten sonra,
“Evet dokuz yüz metre, bahçesiyle birlikte bu taş eve sekiz yüz bin lira istiyorlar.”
“Vay be sekiz yüz, fiyatlar uçmuş gitmiş.”
Komşum Mehmet söze karıştı,
“ Peki başka daha uygun satılık yer var mı? “
“ Olmaz mı köyün yarısı satılık.”
Duvarın üstünden yaşından beklenmeyen bir hareketle atlayarak yanımıza geldi. “Buyurun isterseniz köyü gezdireyim.”
Yanımıza gelince başladık beraber köyün içine doğru yürümeye, hafif bir yokuşu sağdaki soldaki taş evleri ilgiyle seyrederek çıkmaya başladık. Ara sokaklarda yıkıntı evlerin yanında, bir de yeni inşa edilmiş yeni tuğla evler vardı. Köyün tarihsel havasını ne kadarda bozuyorlardı. “Bu evler ne” dediğimde. “Beş sene öncesiyle bu günkü görüş çok değişti. Bu beton yığınlarında oturanlar bin pişman. Çoğu tekrar taş kaplatmaya başladı. Çünkü onların evinin şu anda hiç birinin tarihi değeri yok.
Hepimizin ilgisini çeken sokağın sol tarafındaki bir taş binanın önünde durduk. Mahzen otel. Önünde sarmaşıklarla kaplı küçük bir bahçesi vardı. Kapının önünde eski toprak küpler, eski kağnı tekerlekleri. Biraz daha yürüyünce ufak bir meydana geldik. Sol tarafta otobüs durağı, sağ tarafta köşede de bakkal vardı. Evlerin dış yüzleri genelde sıvanmıştı. Bazı evlerde de sıva kırıklarının altındaki taşlar kendini yer yer açığa çıkarmıştı. Evler genellikle iki katlıydı. Bir ev sağlam duruyorsa iki ev bakımsız ve boştu. Hafif yokuşu çıkarken sol tarafta yeni restore edilmiş taş bir bina dikkatimizi çekti. İki katlıydı kabası yapılmış, kapısı penceresi yoktu. İçine şöyle bir süzüldük. İkinci kat merdivenleri de yarım bırakılmıştı. Bazı yerlerde kesme sarımsak taşı kullanılmıştı. Yapıştırma harcının kireci fazla gibi geldi, beyaz kireç o doğal taşların arasında sırıtıyordu. Vardır ustanın bir bildiği dedim, belki zamanla koyulaşır.
Orijinal taş duvarların harcı çamurdu. Sanırım onun için duvarlara sonradan sıva yapmışlar.
Meydana geldiğimizde sağ tarafta meydana tepeden bakan yüksek bir kahve, cami avlusunun içindeki tarihi bir çınar ve onun altında kahvenin masa ve sandalyeleri vardı. Sol tarafta geniş bir meydan, onun önünde tahta bir seyyar baraka ve içinde köfteci, onun bitişiğinde de köyün ikinci kahvesi vardı. Sağ tarafındaki sarmaşık tüm kahvenin sol tarafındaki ara yolu kaplamış, güzel bir gölgelik alan yaratmıştı. Onun solunda ise restore çalışmaları devam eden bir yer vardı. İçinde ustalar çalışıyordu. Meydanın sağ tarafındaki, geniş bir avlunun içinde yer alan cami Rumlar döneminden kalma eski bir kiliseymiş. 1886 yılında cami yapılmış. Ayni avlunun içinde iki katlı tarihi taş bina ise eski bir okulmuş. Bu taş binanın bir kısmı köyü ve Boşnak kültürünü tanıtan kent müzesi olarak hizmet veriyor. Alt katıda düzenlenerek resim galerisi yapılmış. Müzeden dışarı çıkıp merdivenlerden aşağı inerek, alt kattaki açık kapıdan içeri girdik. Rutubet kokusunun taş duvarların içine sindiği bu galeride, loş bir ışıklandırma taş duvarlardaki eski siyah beyaz resimler köyün tarihini, mübadele yıllarında balkanlardan göçenlerin hikayesini anlatıyordu. 1900 lı yıllarda Küçükköy’ün bir Boşnak köyün oluşunun öyküsünü siyah beyaz resimlerin içine girerek bir bir onlarla beraber yaşadık.
Çınar altına doğru yürüdük. Yarı alacalı hem güneşli hem gölgeli bir masaya oturduk. Güneşi aradığımız günlerdi.
Çaylar içilirken, Ahmet bey sözü devraldı, “Norveç’te yıllarca gemilerde çalıştım. Balıkçı gemilerinde yattım. Her şeye rağmen güzel macera dolu yıllardı. Kutuplarda balık peşinde aylarca dolaştık. Ama olmadı, ailem, eşim dostum bu köyde. Norveç’ te yaşadığım günler hep vatan hasretiyle geçti. Tutunamadım o uzak diyarlarda. Tekrar ver elini Türkiye. Evlenemedim, kısmetim mi yoktu yoksa cesaretim mi? Bilemedim. Yaşadıklarımı bir anlatabilsem, bir yerlere yazabilsem sayfalarca kitap olur.”
Kuru incecik bedeninde sanki hiç et yoktu. Kafasındaki şapkayı masanın üzerine koyduğunda, çınar ağacının yaprakları arasından kaçamak bakışlarının bize atan gün ışığı saçsız başında pırıl pırıl parlıyordu. Çayındaki son yudumu da içtikten sonra bardağı yavaşça tabağın içine koydu. Eline aldığı çay kaşığını bardağın içinde tıngırdatırken aklından geçenleri yavaş yavaş bizlerle paylaşmaya başladı.
“ Kaç paraya kadar yer düşünüyorsunuz? Arsa da var, taş evde.”
“ Sen bize en ucuzundan başla göstermeye başla, Ahmet bey biz ona göre karar veririz.” “ Hem de köyü daha yakından tanıma fırsatı buluruz.”
“ Hadi kalk gezelim, nerde neler var.”
Meydandaki çardaklı kahvenin yanında restore çalışmaları olan bir taş evi gösterdi. “ Burasını İstanbul’dan gelen Simay hanım yeni aldı” dedi. “ Şimdi orijinal haline getirilmeye çalışılıyor, yanındaki de satıldı.” Ustalara kolay gelsin dedikten sonra. İçerisine kapıdan şöyle bir baktık. İç duvarlar kırmızı yığma tuğla ve taştı. Çok güzel örmüşlerdi.
Köy meydanından aşağılara doğru indik aşağıda da inşaatlar vardı.
Yine bir tadilat çalışması yapılan geniş bahçeli bir yapının önünde durduk. Burasını dedi. Ankara’dan gelen bir heykeltraş aldı. Uğur Çalışkan daha önce Alaçatı da imişler. Hanımı Rabia ve kız kardeşi Binnur hanımda ressam. Atölyelerini buraya taşıyacaklar. Köyde yoğun bir tadilat çalışmaları vardı. Onlardan biri de Ressam Burhan Yıldırım ve eşi Ayşen Yıldırım’a ait iki katlı bir taş evdi. Onlarda bu köyde yaşamak ve burada çalışmalarına devam etmek istiyorlardı. Burhan beyin galerisinin tam karşısında İki katlı taş binanın kapısının önündeki mozaik bir panelde Mozaik kafe yazısı dikkatimi çekti.
Rehberimiz Ahmet bey “Buyurun” dedi. “Bizim Ferhan’ın Atölyesi” Yılların yaşanmışlığının aynası tahta kapıdan ürkek adımlarla içeri girdik. Kapıdan aşağı iki basamak indik. Sol tarafta mutfak ve buzdolabı dikkatimizi çekti. Sağ tarafta ise yer sediri ve mozaik işlenmiş bir masa ve hemen yanında yukarı kata çıkan tahta merdivenler. Tam karşımızda da bahçeye açılan bir kapı.
Biz içeri dolmaya çalışırken bahçeden içeri yakışıklı ve uzun boylu bir genç girdi. Maviş gözlerinin gülümseyerek içimizi aydınlatan bakışları hepimizin üzerinde gezinirken
“Hoş geldiniz” dedi. “Ben mozaik sanatçısı Ferhan Orhan”
Mozaik kelimesinin bu kadar anlam ve sanat yüklü olduğunu, onun çalışmalarını, eserlerine bize anlatırken yavaş yavaş anlamaya başlamıştık. Ev ve inşaat mozaiğinden başka bir şey görmemiş olan bizler. Tabii ki o kadar da değil dedim içimden. Hatay’daki dünyanın en büyük mozaik eserlerinin tanıdığı müzeyi gezerken bu konuda epey bilgi sahibi olmuştum. Arka bahçeye geçip oturduk. Ferhan’la ilk tanışmamız böyle oldu. O anlattı biz dinledik, biz sorduk o anlattı.
Onun yanında da Diş Doktoru Nedret Onman beyin Mandala çalışmalarının sergilendiği geniş bahçeli bir evi var. (Daha sonraki yıllarda Ferhan’ın bahçesinde ve burada eniştesi müzisyen, gitarist Cenk Sancar’la müzik yapmıştık). Bu tür sanat içerikli sokakları ve sokaklardaki sanat evlerini atölyeleri gezerken, biz gezginlerden bazılarının içinde bir çekingenlik vardır. Kadın gireyim gezineyim, tanıyayım der erkek geride kalır. Onu geri çekmeye çalışır, aman masraf açmasın diye. Çalışan kadın ise daha cesurdur. Çünkü kendi parasını harcama yetkisi ondadır. Bazen tam tersi de olur. Adam atılgandır görüp tanımak ister. Bu taş sokaklara ruh verenler sanatçılardır. Bu unutulmamalı. Sanatın taş taş işlenip, bizim görselliğimize sunulan bu taş evler. Sanat yüklü eller maharetli eller tarafından yapılmıştır. Bu sokaklar sanatçılarla bütünleşince bir anlam kazanır. Buraya kadar gelip te bir sanatçıya merhaba dememek sadece kendisine kaybettirir. Sokakların taş evlerin dili yoktur ama ruhları vardır. Onlarla konuşabilmek ancak sanatçıyla yüz yüze gelince bir şeyler anlatır insana. Sanatçılar bu sokakların sesi ve ruhudur.
Biraz daha aşağılara inince yolun sol tarafında bulunan daha bitmemiş binayı göstererek burasıda Ressam Suna Tüfekçibaşı’nın evi ve atölyesi dedi. Kapıları kapalı olduğu için sadece dışardan görebildik. Yanında nefis balkonunda kırmızı begonvillerin insanın içini okşadığı iki katlı bir ev dikkatimizi çekti. Tasarımcı Melahat ve kızı Özlem’in evi dedi. Küçükköy sessiz sedasız sanatçıların istilasına uğramıştı. Bu ara birkaç butik otel inşaatı da dikkatimizi çekti.
Bol bol da satılık ev levhaları taş duvarları süslüyordu. Köyün taş sokaklarına büyülenip kalmıştık. Çoğu evler boştu. Çok güzel tarihi evler vardı. Köyün mezarlığına yakın ana yola kadar inmiştik. Köydeki evlerin çoğu iki katlıydı. Evlerin bahçeleri genellikle evlerin arkalarındaydı. Dışa karşı korunma amaçlı olarak bu şekilde inşa edilmişti. Hem yürüyor, hem konuşuyor, hem de çevreyi inceliyorduk. Köyün doğusuna gelmiştik. Buradaki yol sol tarafı köyün mezarlığına sağ tarafı da Ayvalık ve Sarımsaklı’’ya çıkan ana yola gidiyordu.
“Burası mengene” dedi Ahmet bey. ‘’Yani zeytin yağ fabrikası. Önceki yıllar köyde iki tane büyük yağ mengenesi vardı. Şu anda ikisi de çalışmıyor” Mengene dedikleri içi zeytin dolu çuvalları sıkarak yağını çıkaran preslerdi. Bu o zaman ya insan gücüyle ya da hayvan gücüyle yapılıyordu. Mezarlık yolunda eski bir binanın ikinci katındaki vinci gösterip burası Hacı Ömer Yazıcı’nın mengenesi dedi. Çok eski bir yağ fabrikası zeytinliklerden toplanan zeytin çuvalları, at, at arabası veya eşeksırtında getirilir, buradan yukarı çekilir oradan eleklere, yıkama kazanlarına ve sonrada özel keten çuvalların içine konduktan sonra mengenenin altında sıkımı yapılır.”
İki sene sonra adeta bir zeytinyağı müzesi olan bu mengeneyi hacı Ömer’in torunu ile gezmiş ondan bilgi almıştım. İçerde o günlerden kalan alet, edevat, makinalar hala orjinal haliyle duruyordu. Buranın müzeye çevrilmesi için epey para gerekiyordu. Buraya mutlaka sponsor veya devlet desteği gerekir.
Ara sokaklardaki taş evlerin büyüsüne kapılmış o sokaktan öbür sokağa giriyor, her evle o evin geçmiş yaşanmışlığını yaşıyorduk. Ahmet beyin evler hakkında verdiği rakamlar çok uçuktu. Taş evi alacak ve ondan sonra evi restore ettireceksin. Maliyet çok yüksekti.
Bu köyde bir taş eve sahip olmak epey masraflıydı. Bizim buradaki bir yer için ayırdığımız bütçe ile bir dam bile alınmazdı. Hacı Ömer’in mengenesini dışarıdan inceledikten sonra, Köy meydanına giden ara ana yola girdik. Sağlı sollu taş evleri hayran bakışlarla incelerken sağ tarafta bir ara sokakta beyaz badanalı bir katlı bir evin duvarında Kabbak evi yazısı dikkatimizi çekti.
“Burası ne Ahmet bey?” dedi Mehmet. “Kabbak evi, açık mı acaba? gelin bir bakalım.” Geniş bir meydanın ortasında kiremit çatılı beyaz bir binaydı. Her tarafı sıvanmış beyaza boyanmıştı. Maviye boyanmış ahşap pencerelerinin önünde kabaklar asılıydı. Evin sağ tarafında beş altı basamaklı bir kapı girişine yöneldik.
“İyi günler” diye seslenen Mehmet’e içeriden bir bayan sesi “Hoş geldiniz” dedi. Normal bir evdi, ama odaların içi çok güzel el emeğiyle işlenmiş kabaklarla doluydu. Su kabakları abacur ve lamba olmuşlardı. Biz içeri girince bir erkek sesi de hoş geldin dedi. Ellerimizi sıktı.
“Ben Bülent Arsev” Eşim Yasemin.
Bu harika el yapımı ürünleri yaratan, su kabaklarını sanat eserine dönüştüren Bülent bey ve eşiyle tanışmamız böyle oldu. Küçükköy’e yerleşen ilk sanatçılardanmış. Bu evi kiralamışlar, burasını hem atölye hem de ürettikleri adeta bir sanat eseri olan pırıl pırıl işlemeli kabak abajurları sergiledikleri bir galeri olarak kullanıyorlar. Kabaktan abajur dolu odaya girince abajurların ışıklarını yaktı, İçerisi çeşitli motiflerdeki abajurların renkgarenk ışıklarıyla ışıl ışıl olmuştu. “Çok çok güzeller Bülent bey” dedim. “Çok büyük sabır yetenek, yaratıcılık işi, hepsinin kendine has güzelliği var tebrikler” İçerde çalışmakta olan Yasemin hanıma dönerek, “Kolay gelsin Yasemin hanım tebrikleri hepsi ayrı güzellikte.” Bülent beye ve Yasemin hanıma tekrar görüşme vaadiyle hoşça kal dedikten sonra tekrar köy meydanına dönüp, çınar altında bir masaya oturduk.
Çekingen bir tavırla sandalyeye oturmak üzere olan Ahmet beye doğru eğilerek, “Biz yine geleceğiz senin aklında olsun bize uygun bir yer bulursan haber ver.”
“Hadi şimdi Boşnak böreği yiyelim.”
“Ne tavsiye edersin Ahmet bey?”
“Hepsinin ayrı bir tadı güzelliği var, bence hepsinden bir parça tadın.”
“Ispanaklı mı kıymalı mı peynirli mi olsun.” dedi uzun boylu saçları son model kesilmiş, sarışın maviş gözlü garson çocuk.
“o zaman hepsinden birer tabak olsun” dedi hanım.
Küçükköy’ün bayanlarının kendi elleriyle hazırladıkları Boşnak börekler masamıza geldiği zaman, mis gibi bir koku kapladı masamızı, önce benim elim uzandı çatala.
“Haydi buyurun.“
Masamızda misafir gibi duran Ahmet’e “Hadi Ahmet bey durma” dedim. Yanında ayranda söylemiştik. Çekingen bir tavırla ilk yudumu ağzına atıp, ilk lokmayı ağzında çiğneyip bitirdikten sonra “Yan tarafımızdaki taş merdivenleri göstererek “köyümüzün ufak bir müzesi de var, isterseniz gezeriz.”
Cami avlusunda uzun iki katlı eski tarihi bir taş bina vardı. Börekler yenip, hesap ödendikten sonra hep beraber kalkarak müzeye giden merdivenlere yöneldik. Kapısında Küçükköy kent müzesi yazıyordu. Girişte uzun bir koridor, sol tarafta geniş bir salon, sol tarafta da görevliye ait küçük bir oda vardı. Müzede balkan Boşnak kültürüne ait giysiler ve evlerde, bağ ve bahçelerde kullanılan el avadanlıkları, eski radyolar, dikiş makinaları, mutfak malzemeleri ve tarım araçları vardı. Sol taraftaki panoda da Küçükköy’ün tarihçesi yazıyordu. 1462 yılında yılın da yani İstanbul’un fethinden dokuz yıl sonra Midilli’nin fethi sırasında kurulmuş. O yıllar Midilli prensi bu sahillerde gezen Aragon korsanlarının Türk sahillerine yaptığı saldırılara destek olduğu ve ganimetlerde pay aldığı belirlenince, Fatih sultan Mehmet Midilli prensine iyi bir ders vermek için Midilli’nin fethedilmesine karar verir.
Bu sırada Edirne de bulunan Fatih Sultan Mehmet donanma komutanlarını Edirne’ye çağırarak, Midilli’nin alınmasını emreder. Bütün hazırlıklar tamamlandıktan sonra 1462 senesinde Mahmut paşa komutasındaki donanma 200 parça irili ufaklı savaş gemisi ile deniz üzerinden Midilli üzerine yürür. Mahmut paşa adanın merkezine asker çıkararak Midilli şehrini kuşatır. Bu kuşatma sürerken Fatih Sultan Mehmet’te ordusuyla Bursa üzerinden Ayvalık’a, oradan da şimdi ki adı Altınova olan Ayazment’e gelip karargahını buraya kurar. Bu sırada Midilli kuşatması hala devam etmektedir. Bu duruma canı sıkılan Fatih Sultan Mehmet bir gemiyle Midilliye geçer ve kuşatmadaki ordusunun başına geçer. Şiddetli savaşlar sonunda Midilli deki Rumlar çareyi teslimiyette bulur.
Midilli’yi ele geçirilince padişah Fatih Sultan Mehmet tarafından adanın idaresi Mahmut paşaya verilir. Mahmut paşa ada halkından bir kısım Rumları gemilere bindirerek İstanbul’a gönderir ve bunların yerine Türkler yerleşir. Fatih Sultan Mehmet Ayazment’ten dönerken bir yeniçeri taburunu bu sahillere hakim bir yamaç olan şimdi ki Küçükköy yamaçlarına yerleştirir. Zamanla burada bir yerleşim yeri oluşur. Bölgedeki Rumlar ve yeniçeriler uzun müddet bir arada yaşar. Zamanla ege denizi bir Türk iç denizine dönüşüp ege sahilleri güvenlik altına alınınca Köydeki yeniçeri birliği köyden ayrılır.
Bu arada köyün Latince ismi Yeniçarohori (Ohaion) Rum halkı tarafından benimsenir. Uzun yıllar burada Rumlar ve Türkler hep beraber yaşar. Sarımsaklı sahillerine yakın tepe üzerinde beş adet yel değirmeni ve Ayvalık sırtlarında üzüm bağları olduğu söylenir. Köyün geçimi hayvancılık, zeytincilik, üzümcülük ve balıkçılıktır. Köydeki evler Rum mimarisini özelliklerini taşır. Evler sarımsaklı sahillerinde çıkarılan sarımsak taşı ile yapılmıştır. Evler Türk ve Rum ustaların ellerinde adeta bir sanat eserine dönüşür.
Köyde birçok kilise ve Şapel olduğu söylenir. Yeniçeriler köyden çekildikten sonra, Türklere göre çoğunlukta kalan köyün yerli halkı Rumlar, uzun yıllar bu topraklarda Osmanlının en şaşalı yıllarında huzur içinde yaşamıştır. Köyün içinde her mahallenin bir kuyusu, doğal kaynak çeşmesi vardı. Köyün Madra dağlarına bakan kuzey doğu tarafındaki dereden bağ bahçe sulaması yapılırdı.
Osmanlının çöküş döneminde balkanlarda kaybedilen topraklarda yaşayan Müslüman Türkler, Bulgarlar (Pomak) ve Yugoslav Müslümanları (Boşnaklar) azınlık durumuna düşünce, 1893 yılından itibaren ana yurda dönüşe geçerler. Bu zorunlu bir göçtü. Savaş balkanları sarmış, balkan ülkeleri bir bir bağımsızlıklarını ilan ediyordu. Bir zamanlar o toprakların sahibi, patronu olan Müslümanlar azınlıktı artık. Birçoğunun can güvenliği yoktu. Elde avuçta ne varsa elden çıkarıp Anadolu’ya göçüyorlardı.
Kurtuluş savaşı sona erip, 24 Temmuz 1923 de Lozan barış anlaşması imzalanınca mübadele tekrar gündeme geldi. 30 Ocak 1923 de Yunanistan’la mübadele antlaşması imzalandı. Yani yıllardır bir arada yaşayan Rum ve Türk halklarının değişimi.
‘’Benim babamlar Karadağ’dan kaçıp gelmişler’’ dedi Ahmet, ‘’ Birçoğu da Bosna’dan. Atatürk bize sahip çıktı ve bizi bu topraklara yerleştirdi. Bizim köyde Midilli’den, Yunanistan Serez’den ve Girit’ten gelenlerde var. Çoğunluk Boşnak muhacırlar. Bizim köyün yüzde sekseni Bosna’dan.’’ Serez Yunanistan’ın Selanik ile Kavala arasındaki orta Makedonya bölgesinde ayni ilin adını taşıyan bir şehir. Ülkemizde oradan gelen muhacırlara Serezli denir.’’
Küçükköy Ayvalık’ın güneydoğusunda çamlık tepesinin arkasındaydı. Kayalık sağlam bir zemini vardı. Karşı Madra dağından çıkıp, Kozak yaylasının içinde kavisler çizerek, eteklerindeki zeytinlikler arasından kıvrıla kıvrıla gelen bir deresi vardı, Nikita deresi. Bu dere Sarımsak’lı sahillerinde denize kavuşuyordu. Dere son yıllarda fabrika atıkları nedeniyle simsiyah akıyor ve çevresine pis bir koku salıyordu. Ayvalık köye yürüme mesafesiyle yarım saat kadar tutuyordu. Sarımsaklı denizine de yarım saat bir zaman diliminde ulaşıla biliniyordu. Güneye bakan kısmında çamlık körfezinin mavi sularına bakan ufak bir iç deniz vardı. Denizi sığ ve kayalık olup yüzmeye uygun değildir. Ufak sandal ve yatlar için adeta doğal bir limandır. Kuzey tarafındaki Çamlık tepesi ve Şeytan sofrası arasındaki boğazla Ayvalık koyuyla birleşir. Güneye yöneldiğinizde ise Sarımsaklının dünyaca meşhur geniş kumluk, pırıl pırıl tertemiz plajlarına ulaşırsınız. Sağ tarafa yani kuzey batıya yöneldiğinizde güzel bir yola sizi önce Çamlığa oradan da doğru Ayvalık’a ulaştırır. Ayrıca Sarımsaklı sahillerini tam karşısında bulunan, bölgenin en büyük deresi Madra deresi Madra dağının zirvesinden çıkıp, kozak yaylasını dolaştıktan sonra, yeni yapılan Madra barajına ulaşır oradan da Altınova sahillerinde denize dökülür.
Benim babam ve dedemler 1924 yılında Bulgaristan’ın Razgrat şehrinden Balıkesir’e göçmüşler. Babam 1919 yılında Razgrat’ın Gökçesu köyünde doğmuş. Bulgaristan bağımsızlığını kazanıp Osmanlıdan ayrılınca, birçok Türk aile gibi onlarda yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalmış. Trenle Sofya’dan Türkiye’ye yola çıkmaya karar vermişler Bulgar gümrükçülerin yaptığı kontrol da, dedem İbrahim ve babaannem Ümmügül’e isimleri sorulunca dedem babaannemin ismini Emine demiş, Gümrük memuru elindeki evraklara bakınca Emine ismini görememiş, Evrakta Ümmügül yazıyormuş. Meğer İbrahim dedem İbrahim Ümmügül adını sevmediği için eşine Emine adını takmış, ona hep Emine diyormuş. Gel emine git Emine. Trendeki sorgulama esnasında da Emine deyince. Gümrük memuru babaannemi trenden indirmiş, Bulgaristan’dan çıkmasına izin vermemiş. Tüm yalvarmalara yakarmalara rağmen o Sofya da kalmış. Dedemler kardeşleriyle Türkiye’ye gelmiş. Babaannemde altı ay sonra diğer akrabalarla gelebilmiş.
Küçükköy’de de kuşkusuz her ailenin kendine göre bir göç öyküsü var. Hepsi zor koşullarda gelip bu topraklara yerleşmişler.
“Bizim oralarda Muhacır adı geçer Ahmet” “Ama genelde son zamanlarda göçenlere takılır bu ad. Bizim mahalle bakkalımız vardı Muhacır Mehmet amca. İlk gelenler artık yerlisi olmuştur o yerin. Tabii birde gerçek yerlileri vardır. Onlara da Manav denir.”
“Arnavutluk’tan gelenlerin ise lakabı direk Arnavut’tur. Bu yörede onlara Giritli, Serezli, Boşnak deniyor. Sanırım buralar da pek Pomak yok. Bizim Bandırma taraflarında, Kapıdağ da Pomak köyleri çoktur.’’
Laf lafı açınca zaman diliminin nasıl hızla ilerlediğini havanın kararmasıyla anlayabildik. Komşular kalkalım diyordu. Hava serinlemiş masamızın üzerine düşen sararmış yapraklar rüzgarın yavaş yavaş arttığının göstergesiydi. Havada yağmur kokusu vardı sanki.
Karşımızdaki kahvenin yanındaki iş yerinin çatı katını yapan ustalarda tek tek aletlerini topluyorlardı. Harç bitti yapı paydos misali. “Orası yeni satıldı” dedi Ahmet. Yanında eski yıkık bir dükkan vardı. Orasını işaret ederek orası da kasaptı. Bunda 20 sene önce köyümüz çok güzeldi. Bakkalı kasabı, terzisi, Berberi hepsi vardı. Yazlık sinemamız vardı. Şu anda kent müzesi olan taş bina köyün okuluymuş, ben de bilmem. Biz mezarlık yolundaki taş okulda okuduk. Köyde üç tane kilise vardı. Her mahallenin de bir çeşmesi.
Komşum çay paralarını öderken hepimiz kalkmış gitmeye hazırlanıyorduk.
‘”Gelin” dedi Ahmet.
“Şurada ufak bir yer var. Bir de oraya bakın emlakçı bir arkadaşın yeri.”
Gitme arzusu içimizdeki merak arzusuna yenilince düştük Ahmet’in peşine. Ben elimde makine boyuna resim çekiyordum. Eski taş evleri resimlemek tutku olmuştu ben de.
Meydandaki kahvenin arkasına doğru yürümeye başladı, biz de takıldık peşine. Solumuzda uzun dar bir sokak vardı. Sokağı başında bir tabela gördüm, Sualtı Butik oteli. Ben hemen sokağa daldım, yukarı doğru hafif kıvrımlarla, taş evlerin görkemli bakışları altında adeta bir kuğu gibi süzülüyordu. Bu sokakta tarihin durduğunu hissettim. 1462 yıllarında burada başlayan yaşamı kulağımıza fısıldıyordu sanki taş evler. Pencere aralığında içeri baktığımda, ağaç bir merdiven ikinci kata davet ediyordu beni. Aşağıda bir oda, ağaç bir tavan, yer yer çökmüş bir şömine ve hala siyah duman isini üzerinde günümüze taşıyan bir baca deliği. Burada neler yaşanmıştı, bu evler o günün koşullarında ne şartlar altında yapılmıştı. Bu evdeki ilk gece ne kadar mutluluk vermişti onlara. Peşimden kimse gelmemiş hepsi Ahmet’in peşine takılmış gitmişti. Kendimi tarihin derinliklerine kadar uzanan taş sokakların beni kendine çektiği gizem dolu geziden kurtarıp, bu eski taş eve veda ettim. Bizimkiler az ilerde yeni yapılmış sarı badanalı dükkan gibi bir binanın önünde durmuş ona bakıyorlardı. Demir bir kapısı ve demir bir penceresi vardı. Üstüne beton atılmış çatısı bile yoktu.
“ Burası satılık dedi. Şu anda da fiyatı en uygun yer burası. Size uyar.” Söylediği rakam bize uyardı ama bu yirmi metrekarelik yerde ne olurdu ki. Uzun caddenin ortasındaydı. Sağında uzun bir taş duvar, solunda ufak bir üstü açık dükkan gibi yer vardı. Arkası geniş bir bahçeye bakıyordu. Tam karşısında üç katlı bir yeni yapı, sol tarafta eski iki katlı bir taş ev, sağ tarafında ise tek katlı eski bir taş ev vardı. Kasım ağa sokağıydı. Bu sağın adı. Bir araba ancak geçerdi bu yoldan.
Küçükköy’ün merkezine 50-60 metre kadar ya vardı ya yoktu.
Biz dükkana bakarken. “Hoş geldiniz” sesi çınladı kulaklarımızda “Hoş geldiniz” Geriye dönüp baktığımızda tam karşımızdaki üç katlı evin kapısında 50 yaşlarında bir bey duruyordu. “Hoş geldiniz, Hoş geldiniz dedikten sonra, gayet kibar bir lisanla “Burası eski şaraphaneydi. Güzel bir kapısı, kapısında çok güzel sarımsak taşından sütunlar vardı. Çocukluğumuz burada geçti. Bakımsızlıktan yıkıldı gitti. Kimse sahiplenmedi, kıymetini bilemedi. Bu hale geldikten sonra uzun müddet yağ deposu olarak kullanıldı. Sahibi yeni rahmetli oldu. Şimdi satılık” Parmak arası terliklerini giyerek yanımıza geldi.
“Bu sokak cıvıl cıvıldı o zaman, köyümüz çok kalabalıktı. Şimdi boş gördüğünüz tüm evler doluydu.”
Elimi uzatıp “Merhaba” dedim.
“İnşallah komşu oluruz, köyümüz güzeldir, havası temizdir, mis gibi zeytin kokar.” Doğru Ayvalık Balıkesir yolundaki Zeytin yağ fabrikalarının bacalarından çıkan duman köyün çok uzağında olmasına rağmen zeytin kokusu burunlarımıza kadar geliyordu.
Açıkça söylemek gerekirse ben pek sıcak bakmadım. Yeni bir yapıydı, köyün tarihsel dokusuna hiç uymuyordu. Arkadaşlardan ortak alalım önerisine de sıcak bakmadım. Her zaman ki tavrımla “bakarız” dedim. “Düşünelim” dedim. Biraz daha gezelim dedim. Ayvalık tarafındaki eski taş okula doğru yürümeye başladık. Tam karşımızdaki elektrik direğinde Su altı ressamı yazısı dikkatimizi çekti. Sağ tarafımızdaki yıkık, çöp içindeki boş arsayı incelerken ‘’ Burası yeni satıldı’’ dedi karşı komşu Adil bey. “Benim yanımda satılık” havada uçuşan rakamlar bizim bütçemizin üç dört katı olunca gezimiz artık turistik bir geziye dönüşmüştü.
Su altı ressamı Süleyman Yeşilce beyle böyle bir ortamda tanıştık. Tek katlı eski geniş bahçeli bir evi vardı. Hemen girişte de geniş bir atölyesi. Su altı dünyasını tuale yansıtıyordu. Ayrıca üç boyutlu çalışmaları vardı. Duvarlarda asılı yaptığı güzel yağlı boya eserleri hayranlıkla seyrederken, tablolar hakkında bilgi verdi. Sıcak ilgisine, açıklamalarına teşekkür ettikten sonra Ona hoşça kal dedik. Ara sokaklardan tekrar Kasım ağa caddesindeki dükkana geldik. Hanım pencereden içeri baktı “Bayağı genişmiş” ”Ahmet bey Anahtar varsa alıcı gözle içine de bakalım.”
“Tamam” dedi. “hemen geliyorum.”
Adil bey sıcak sevecen tatlı dilli biriydi. Sokağı ve köyü anlatmaya devam ediyordu. Bizim komşularla muhabbetleri tutmuştu.
“Adil bey, kim bu Kasım ağa?” dedim. Cadde ismi Kasım ağa caddesiydi de.
“Kasım ağa mı?” dedi.
“Bilmiyorum” dedi. Bu sokakta doğ, yıllardır burada otur ve Kasım ağa kim bil me ve merak etme, çok ilginç. İşin ilginç yönü bu konuda kent müzesinde de bir kaynak yoktu. Ama önemli biriydi ki bu caddeye ismi verilmişti. Bunu yazdım bir tarafa Kasım ağa kimdi araştıracaktım. Ahmet anahtarı getirmişti. Asma kilidi rahatça açtı. Demir kapı ağır ağır açıldı. “Buyurun’” dedi. İçeri sırayla girdik. Zemin beton, duvarlar ve tavan üstünkörü beyaz badana olmuş, yerlerdeki yağ lekeleri de kalıplaşmıştı artık. Doğu tarafında biraz yukarıda havalandırma penceresi, arkadaki ucube binanın çatısındaki demirden yapılma terasının çatısını görüyor. Eşim “Yazın burası ne kadar sıcak olur” dedi.
“Çatısı bile yok.”
Fiyatı da zorlayacaktı. Ama toparlayabilirdik.
“Düşünelim Ahmet bey” dedim.
“Bakın burası çarşıya da yakın, ne yaparsanız olur burada.” Şu anda hiç kimse burada ne olacağının düşünemiyordu, yirmi metre kare bir bina. Devam etti Ahmet bey “ Üstüne de bir kat çıkılabilir, isterseniz yan tarafı da satarız. Orası da satılık’’
Köyü gezdikçe, taş sokaklar ve evler hepimizi büyülemişti. Hepimizde köyden bir yerler alma hayalleri oluşmaya başlamıştı. Cidden bu eski tarihi köy yarına umut bağlayanların önünü açacağı gün gibi aşikardı. Çoğu yerlerde doğal özelliğine bağlı tadilat çalışmaları devam ediyordu.
“Tamam Ahmet bey çıkabiliriz.” “Biz sana neticeyi bildireceğiz.’’ Hanım ‘’ Sen kimseye söz verme, biz sana iki gün içinde burası hakkında kararımızı vereceğiz.’’
Kasım ağa sokağında aşağı doğru inmeye başladık. Soldaki tek katlı binaların arasına sıkışmış, hala tüm heybetiyle ayakta kalmaya çalışan iki katlı taş konak dikkatimizi çekmişti. Kapısı bacası penceresi açık kırık döküktü. Karşısında tek katlı yıkık bir yapı ve solunda iki katlı içinde halen oturulan taş bir bina vardı.
“Burası eski askerlik şube binası. Arkada geniş bir bahçesi var.”
“Burasıda satılık ama rakam çok uçuk.”
“Bu taş bina 1960 yıllarda askerlik şubesi olarak kullanılmış, daha sonra Rumlar burasını boşaltınca askerlik şubesi de kapanıp Ayvalık’a gitmiş. Mübadele de Karadağdan gelen Boşnaklar bu köye yerleşmiş. Bu iki katlı taş bina, konak gibi ev Elmas ağaya geçmiş.” Elmas ağa bu köyün muhtarıymış aşağı doğru yürüyüşümüz çok yavaş gidiyordu. Bu arada bizimle yürümeye devam eden Adil bey söze karıştı. “Dedem Hurşit ve kardeşleri 1912 mübadelesinde buraya yerleşmişler. Dedem Karadağ’dan gelirken yanında 100 lira varmış. O zaman o büyük paraymış, dedem buradan bu parayla arazi almak istemiş. O zaman ona Sarımsaklı sahillerini göstermişler. O da ninemi yanına alıp at sırtında beraberce Sarımsaklı sahillerini gezmişler. O zaman bu sahiller çorak, kum ve sazlıkmış, su yokmuş. Ninem burasını istememiş, beni Karadağ’a geri götür, sen burada ne yaparsan yap demiş. Babam Mümin o zaman ufakmış. Ama dedem artık bizim vatanımız burası, eşine dönmeyi hiç düşünme.” “Dedemle şu anda oturduğumuz evi yapmışlar.”
Bu bölge taşlık olduğu için evler hep taştan yapılırmış. O zaman harç falan yok. Kireç bile bulmak zormuş. Taşlar toprakla işlenip, duvar öyle örülürmüş. Hali vakti iyi olanların evleri Sarımsak taşından yapılırmış. Badavut’ta ki Sarımsak taşı ocağında kesilen taşlar yontularak işlenir. At arabaları, kağnılarla buraya getirilirmiş. “Bir zamanlar ben de çalıştım Sarımsak taşı ocaklarında. Malum bu bölgenin doğal güzelliği karın doyurmuyor. Zeytin zamanı dışında iş yok. Ben kardeşlerim ve ablalarım de bu evde doğduk. İlkokul dışında okuma şansımız olmadı. yedi kardeş idik dört kız üç erkek.” Her evin kendine göre bir hikayesi vardı. Sonbahar gelip zeytinler kararmaya başladı mı köye bir canlılık gelir, koşturmacalar başlardı. Köy meydanında kahvelerde oturup, güneşlenirken görmeye alıştığımız yaşlılar bile götüren olsa da zeytine girsek derdi. Mengeneler önüne at ve eşeklerle getirilen zeytin çuvalları dizilir. Her çuval sırasını beklerdi sıkılmak, yağa dönüşmek için. Hacı Ömer yazıcı vardı mengenesi olan, çocukları Şerafettin yazıcı ve Mahmut Ömer yazıcı, baskıcı Orhan Kansu, meydancı Suat Ömür yıllarca burada zeytin yağ sıkımı yaptılar. Ayrıca Elmas beyin mengenesi vardı. Adil bey, susmuyor, köyü anlatmaya doyamıyordu. Lafı zeytin konusundan alıp evirip çevirip yine Kasım ağaya getirdim.
“Kasım Ağanın evi nerede Adil bey? “
“ Kasım ağaya savaş bitince bizim sokağın sonunda sağ köşedeki evi vermişler.”
Kasım ağa kimdir diyecek olursak, Osmanlı Rus harbinden sonra balkanlardan, yani Karadağ’dan Osmanlı topraklarına göçen Yugoslav bir ailenin oğlu. Anadolu topraklarına ayak başınca, Osmanlı ile hiç geçinememiş, Osmanlıyla başı hep belada olduğu için yıllarca dağlarda gezmiş. Öncelikle köydeki bu caddeye adını veren Kasım ağa kimdir, neler yapmıştır. Osmanlı yasa ve yönetiminle hiç uyum sağlayamayan yurdu mekanı dağlar olan Karadağlı Boşnak Kasım Ağayı isterseniz biraz bir tanıyalım.
Şakir oğlu Boşnak Kasım ağa 1886 yılında Karadağ Kolaşin de dünyaya gelmiş. Karadağ da hayvancılık yapan bir aile imişler. Balkan savaşı başlayınca burada Çetniklerle devamlı bir çatışma içine girmişler. Bu çatışmalarda babası öldürülmüş. Savaşarak geri çekilmişler ve 1912 sonunda Diyarbakır’a gelerek buraya yerleşmeye karar vermişler. Daha sonra Kahramanmaraş’a oradan da Konya’ya geçmişler. Konuşma dili farklılığı yüzünden bu topraklarda da tutunamamışlar. Konya da Mehmet Delibaş isimli bir eşkıya bu Boşnak aileye musallat olmuş, onları rahat bırakmamış. Birbirleriyle devamlı çatışmışlar. Delibaş isimli bu eşkıyanın ihbarı üzerine Jandarma peşlerine düşmüş. Boşnak Kasım ve ailesi jandarma ile çatışmış. Bunun üzerine padişahtan ferman çıkmış, görüldüğü yerde vurulacak, yakalandığı yerde asılacak. Bu bölgede tutunamayacağını anlayan Kasım ağa aile efradı ve adamlarıyla birlikte Konya’dan Kütahya taraflarına gelmiş.
Emrindeki silahlı adamlarının sayısı 80 kişiyi buluyormuş. Bu kaçak günlerinde Kasım ağanın Kütahya da bir oğlu dünyaya gelmiş. Jandarmanın baskıları karşısında Kasım ağanın eşi, kendi kimliğini devamlı saklamış, tek amacı oğluna zarar gelmemesi imiş. Eşi devamlı kocasının Kasım ağa olduğunu inkar etmiş. Bu bölgede de tutunamayan Kasım ağa, adamlarını, kız kardeşlerini ve en küçük kardeşleri Beytullah’ı da alarak, İzmir Karaburun’a gelen mübadil kafilesinin arasına karışmış. Burada Kardeşi Beytullah’ı 16 yaşında askere almak istemişler. Beytullah direnince bir subay onu vurmuş. Kasım ağa kaçak olarak yaşamaya devam ettiği için olayı sonradan duymuş. Yakınındakiler o subayı buldun mu dediklerinde “Evet buldum”(Kurtuluş savaşı yıllarında 13-15 yaşında çocuklar bile askere alınıyordu) demiş. “Gerisini sormayın.” Daha sonra Kasım ağa ve arkadaşları kendileri için daha güvenli gördükleri körfez bölgesine Ayvalık Edremit bölgesine gelmiş. Kozak yaylasına mevzilenmişler. O yıllarda Yunanlılar Dikili’ye asker çıkarırken onları kozak sırtlarından izlemişler. Yunanlıların çok ağır silahları olduğundan, deneyimli adamları ve keskin nişancılarının olmasına rağmen o anda Yunanlılara müdahale edememişler. Yunan birliği Donbay çiftliğinde konaklamış. Yunanlıların geleceğini önceden bilen çiftlik sahibi Yunanlıları bir güzel ağırlamış.
Yunan birliği Donbay çiftliğini terk edince Kasım ağa ve çetesi çiftliği basarak çiftliği yakmış ve hayvanları da dağa salmış. Yunanlılar Dikili’den sonra Keremköy’e de çıkarma yapmışlar. Gümüşlü fabrikasının oraya çıkan birlik buradan Balıkesir’e gidecekmiş. O sırada Yarbay Çetinkaya komutasındaki Türk birlikleri Karaağaç’ta mevzi tutmuş. Kendisinden beş altı kat daha fazla ve ağır silahlarla donanmış Yunan birliklerinin gemilerini devamlı top atışıyla çıkışlarını engellemek istemiş. Yunan gemileri de sahillerimiz dövmeye başlamış. Kozak tepelerinde Yunan ateşini izleyen Kasım ağa adamlarıyla ovaya inerek Yarbay Çetinkaya’nın birliğini çevirmeye çalışan Yunan birliklerin arkadan vurmaya başlamış. Kasım ağanın keskin nişancıları ve usta adamları Yunanlıları korkutup Ali Çetinkaya’nın önünden geri çekilmelerini sağlamış.
Yunanlılar çekilince Yarbay Ali Çetinkaya Kozak’tan gelen bu kahraman ekibi tanımak istemiş. Lideriniz kim demiş. Onlarda padişah fermanıyla aranan Kasım ağanın ismini vermemişler. Onu saklamak istemişler. “Kimsenin kılına dokunmayacağım asker sözü veriyorum” demiş. “Kim bu kahraman” Genç bir teğmen onların yanına gelerek
“Komutanım sadece sizlere teşekkür etmek istiyor” demiş.
Bunun üzerine Kasım Ağa birkaç arkadaşını yanına alarak Yarbay Ali Çetin kayanın yanına gitmiş. Uzun bir sohbet sonunda Yarbay Çetinkaya “Kasım ağa adamlarınla birlikte bana katılır mısın,? vatan için benimle mücadeleye var mısın?” demiş. Kasım ağa tek başına karar alamayacağını arkadaşlarına danıştıktan sonra kararını bildireceğini söylemiş.
Yarbay Çetinkaya’nın alayından ayrıldıktan sonra kendi müfrezesiyle toplantı yapıp. Çetinkaya’nın birliğine katılma kararı almışlar. Hep beraber düşmanımız ortak, vatanımız için birlikte savaşıp, birlikte öleceğiz demiş.
Yarbay Ali Çetinkaya’nın onlara verdiği ilk görev Keremköy cıvarında yol kesen, halkın malına canına namusuna göz koyan Dingilli Kerim ve adamlarının bertaraf edilmesiymiş. Kasım ağa ve müfrezesi Karaağaç’tan Edremit Bostanlı yönüne yönelmişler. Kasım ağa adamlarıyla dikkatli bir çalışma ve araştırma sonucunda dingilli Kerim ve adamlarını yakalayarak hepsini yok etmiş. Dingilli Kerimin Rus malı Ferguson saatini cebine koyarak Yarbay Çetinkaya’nın yanına dönmüş.
“Buyurun Komutanım işte Dingilli Kerimin saati, eşkiya tümüyle yok edildi” Onun cevabı da “Bu saat sende kalsın Kasım, bu saat senin hakkın.’’ olmuş.
Keremköy’ün Yunanlıdan temizlenmesi ardından Yarbay Çetinkaya Kasım’ın yanına gelerek ‘”Haydi Kasım şimdi ikinci görev Havran ve Balya” demiş. “Havran Yunan işgali altında” Boşnak Kasım ve müfrezesi kısa zamanda Havranda karargah kuran Yunanlı askerlere baskın yapmaya başlamış. Bu yoğun baskılara direnemeyen Yunan askeri Havranı terk etmiş. Havran Yunanlıdan temizledikten sonra Kasım ağa Edremit’e gelerek Havran’ın anahtarını Edremit kaymakamına vermiş. Kaymakam’a ‘’Şimdi ikinci görevimiz Balya kurtarmak demiş.
Boşnak Kasım ve adamları tarafından kısa bir zamanda da Balya kurtarılmış. Savaş bitince Yarbay Ali Çetinkaya Kasım ağayı Makaron çiftliğine götürmüş. İki bin dönümlük büyük bir çiftlikmiş burası. “Kasım ağa bu çiftliği sana verelim” demiş. Bu teklif üzerine Kasım ağa “Ben bunu nasıl alırım Ali bey, arkadaşlarıma nasıl açıklarım. Ben memleketimi vatanımı, toprağımı yeni bir vatan bulmak için geldim. Mal mülk için değil. Kabul edemem. Herkese ne veriliyorsa bana da o verilsin” Bunun üzerine Kasım Ağaya Ayvalık kilise mevkiinde 90 ağaçlık bir zeytinlik ve Küçükköy de bir ev verilmiş. Küçükköy’e yerleşmesi böyle olmuş. Burada hayvancılık yapmış. Altınova da arazi kiralayıp toprak işlemiş, hayatını bu şekilde idame ettirmiş. Boşnak Kasım ağaya vatana üstün hizmetlerinden dolayı yeni kurulan Türkiye cumhuriyeti Hükümeti tarafından istiklal madalyası verilerek onurlandırılmış.
Savaş bittikten sonra Ayvalık’ta Küçükköy de yaşamaya başlayan Kasım ağayı mübadelede buraya yerleşen Boşnaklardan bazıları ile aralarında anlaşmazlıklar çıkmış. Onlarda bir nedenle Kasım ağayı Atatürk’e şikayet etmişler. Kasım ağa Atatürk imzalı bir tebligatla Ayvalık’tan sürgüne gönderilmiş. Tebligatı alan Kasım ağa kızgın bir şekilde Ankara’nın yolunu tutup, orada Ali Çetinkaya’yı bulmuş. Ali Çetinkaya onu misafir ederek, ona evini açmış. Bir güzel yer sofrası kurup, hanımının yaptığı kuru fasulye ikram etmiş, cephede yaptıkları gibi soğanı yumrukla kırıp yemeklerine katık yapmışlar. O savaş günlerinin anıları ile sohbet etmişler. Bir ara Ankara’dan gelen sürgün tebligatını cebinden çıkarıp yavaşça sofraya üzerine koyup,
“Bizim kazancımız bu mu Ali bey?” demiş.
“Biz bunu mu hak ettik” Kendisine yapılanları anlatmış. Tebligatı eline alan Ali bey bu yapılananlara çok sinirlenmiş. Ertesi günü doğru meclise gitmiş. Ata’nın huzuruna çıkıp, tebligatı Atatürk’e göstermiş. Tek satırını dahi okumadan size verdiğim listenin başına benim adımı da ekleyin demiş. Atatürk listeye bakarken o konuşmasını devam edip. ’”Paşam size ne anlatıldı bilmiyorum ama ben Karaağaç cephesinde Kasım ağa ve müfrezesiyle, bu korkusuz kahramanlarla başarıya ulaştım. Onların kahramanlıklarını anlatmaya kalksam yirmi dört saat yetmez. Lütfen ya o kağıdı yırtıp atınız ya da bu listenin başına beni de ekleyiniz.” demiş.
Atatürk’ün kağıdı yırtıp atıp, atmadığını öğrenemedik ama Boşnak Kasım İstiklal madalyasının onuru ile Ata’mızın ölümünden sonra uzun yıllar yeni vatanının topraklarında yaşamaya devam etmiş. Duyuma göre dürüst, cesur adil biriymiş, haksızlıklara hep karşı çıkarmış. Bu yüzden Kasım ağayı köydeki Boşnaklardan bazıları sevmezmiş. .
Ve 1952 yılının 10 Kasımında doğup büyüdüğü topraklardan yüzlerce kilometre uzakta, yeni vatanında ebediyete göç etmiş.
Küçükköy’de 19 yüzyıldan kalma on iki şapel, kilise ve manastır olduğu söylenir, günümüze ne yazık ki camiye çevrilen sadece Ayıu Athanasui kilisesi ayakta kalmış. 1881 yılında yapılan kilise 1923 yılında Rumlar mübadele sonucunda köyü terk ettikten sonra ana fiziki mimarisi korunarak camiye çevrilmiş. Köydeki yapılar incelendiği zaman Rumlardan kalma bu mimarinin hala ayakta kalıp, zamana karşı direndiğini rahatça görebilmekteyiz.
Taş sokakların döşemeleri evlerin iç ve diş mimari özellikleri bu coğrafyanın özelliklerini taşır. Köyün güneyine bakan, Sarımsaklı yolunun sol tarafında kuzey rüzgarlarını göğüsleyen ufak bir tepede beş adet yel değirmeni varmış. Ayrıca bu tepenin karşısında şimdiki yeni ilkokulun olduğu yerde üzüm bağları, tüm yörenin üzüm ve şarap ihtiyacını sağlarmış. Evlerdeki taş teknelerde üzümler ezilir şarap yapılır, her evde şarap ve zeytin yağ için toprak küp bulunurmuş. Köyde o yıllarda üç adet taş fırın, iki adet tuğla imalathanesi, altı adet kuyu, on iki çeşme varmış. 1917 yılında köyde üç yüz hane kadar Boşnak, yüz hane adalı (Midilliden gelenler), yüz hane kadarda Serezli (Yunanistan’ın Serezli bölgesinden gelenler) yaşıyormuş. Ayrıca o günlerde köyde köyü, yaşadığı toprakları terk etmek istemeyen Rum komşuları varmış. Kendi aralarında çok iyi komşuluk ilişkileri varmış. Herkes birbirinin dini inancına, örf ve adetine saygı gösteriyormuş. Köydeki sütçüler süt satarken üç dilde bağırırmış, Rumca, Türkçe ve Boşnakça. Rumlar ana lisanları dışında kırık bir Türkçe ile Türklerle Türkçe konuşurmuş.
‘”Baharda şenliklerimiz var’” dedi Ahmet.
Burada hıdrellez, bizim Karadağ da teferiç denir. Yurdun dört bir yanından Boşnaklar gelir köyümüze. Bu sene Bosna Hersek’ten, Karadağ’dan da gelecekler.
Her yıl Ayvalık Küçükköy’de kutlanan Teferiç şenlikleri hıdrellez etkinlikleri paralelinde ayni haftalar içinde yapılır. Ayvalık Küçükköy’ün girişindeki kültür merkezinde yapılan açılış konuşması ve onu takiben yapılan konuşmalar, duyurular bitince topluca yürüyüşe geçilir. Çeşitli balkan ülkelerinden gelen Boşnak misafirler yöresel kıyafetleriyle, yöresel müzik bandosu eşliğinde Ayvalık belediyesi, Kaymakamlığının ve çeşitli kamu kurumlarının, sosyal toplum platformlarının ve odaların oluşturduğu protokol eşliğinde köyün girişinde kortej oluşturarak yürüyerek köye girerler. Köy halkının da katıldığı bu yürüyüş köy meydanında son bulur. Belediye başkanı ve protokol konuşmalarından sonra, çeşitli müzik grupları köy meydanında konserler verir. Bu arada köy halkı tarafından hazırlanan Boşnak yemek ve börekleri gelen misafirlere tanıtılır ve ikram edilir.
“Teferiç” köken olarak Türkçe “Tepreç” kelimesinden gelir, kutlamak, eğlenmek, tepinmek bir nevi bayram anlamındadır. Tepreç kelimesi depreşme kelimesinden gelir, anlamı yeniden olmak, kendini göstermek, olmak, yenilenmektir. Teferiç anlam olarak balkan kültürünün, Türk kültürüyle birleşmesidir. Yugoslavya da Boşnak köylerinde köyün ileri gelenleri tarafında köyün uygun yerinde, ya da bir tepenin yamacında veya uygun bir çayırda, bir orman kenarında yer belirlerler. Hıdırellez geçtikten sonra şenlik için müsait bir gün seçilir kutlama günü duyurulur. Tam anlamı bir araya gelerek doğanın uyanışını, baharı kutlamaktır. Köyden olup, uzaklarda, gurbette olanlar, uzaktaki akrabalar eş dostla bir araya gelir. Ayni zamanda Teferiç tanrının verdiği nimetlere, birliğe, dirliğe şükretmek ve şenlik yaparak eğlenmektir. Şenlik boyunca kızlar en güzel giysileriyle misafirlere, büyüklere hizmet ederler. Dışarıdan gelen gençler birbirlerini tanır, mutlu yarınların ilk tohumları bu şenlikte atılır. Mangallar yakılır, kuzular çevrilir, Pitalar, tatlılar yapılır gelenlere ikram edilir, büyüklerin elleri öpülür, mezarlık ziyaretleri yapılır, Ata’lar rahmetle anılır, hatıralar anlatılır, neşe ile bahara kucak açılır. Ayrıca dikkat çeken bir kelimede bu şenliklerde yapılan kuzu çevirmesine verilen isimdir; “PEÇENJA”. Peçenja / Peçenya Türk soyu Peçeneklerden kalma bir adet ve isimdir. Fırınlamak, çevirmek gibi odun ateşinde et mangal yapmak olarak bilinir. Günümüzde bu adet hala Boşnaklar ve Peçenekler tarafından uygulanmaya devam edilmektedir. Kısaca Teferiç baharın karşılandığı ve mutluluğun paylaşıldığı bir bayramdır. Bosna ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerin de piknik alanı olarak yüksek bir dağ ya da tepenin yanından geçen bir ırmak kenarı seçilir ve gün boyu tüm etkinlikler bu alanda yapılır. Bosna Hersek’te ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerinin bilinen bir düzenleyicisi olmadığı zamanlarda, Teferiç şenliğinin doğal sorumlusu o bölgenin ileri geleni olur ve bu kişiye “Teferiç Ağası” denir. Bosna Hersek ve Sancak’ta yapılan Teferiç şenliklerinde, pikniğe katılanlarca akordeon eşliğinde şarkılar söylenir ve danslar icra edilir. Daha önce de ifade edildiği gibi, Teferiç şenliğinin en önemli özelliği sportif faaliyetlere büyük önem verilmesiydi. Bu şenlikte delikanlılar kendi aralarında güçlerini sınarlar, taş atma, uzun atlama, güreş ve koşma gibi yarışmalara katılırlar. Müsabakalarda birinci olana Teferiç şenliklerinin yapıldığı alanın zenginlerince el dokuması elbiseler, yün kumaşlar, silah ve para hediye edilir. Boşnak halkının tarih boyunca bir anlamda ilkbaharın gelişini kutladığı, birbirleriyle kardeşlik ve dostluk duygularını güçlendirdikleri böyle ortamlarda genç delikanlılar ve genç kızlar da birbirini görme ve konuşma fırsatı yakalardı. Böylece Teferiç şenlikleri sonrasında birçok mutlu yuva kurulmuş olur.
Bosna Hersek’te ve de Sancak’ta geleneksel olarak kutlanan ve baharın gelişini müjdeleyen Teferiç şenlikleri, genelde hıdrellezden sonraki ilkbahar aylarında veya Haziran ayının her ilk haftası pazar gününe gelecek şekilde günü belirlenir. Büyük bir aile yemeği atmosferinde kutlanan Teferiç şenliğinde, şenlik alanına gelen misafirler piknik yapmanın yanı sıra, Balkan müzikleri eşliğindeki geleneksel danslarıyla, hazırladıkları geleneksel yemekleriyle ve de yaptıkları yarışmalarla hoşça vakit geçirerek eğlenirler. Teferiç alanına gelen birçok Boşnak, o gün geleneksel kıyafetlerini giyer ve akordeon eşliğinde dans ederler. Mesire alanında söylenen Türkçe ve Boşnakça şarkılara hep bir ağızdan eşlik edilir. “Büyük Aile Yemeği” olarak nitelendirilen Teferiç şenlikleri, birlik ve beraberliğin pekişmesinde ve gençlerin kendi kültürünü tanıyarak yetişmesinde ve bu yolla yaşadığı topluma faydalı bir birey olmasında önemli bazı işlevleri yerine getirmektedir. Geleneksel yapıları referans alarak yetişen gençlerin gelecekte içinde bulundukları kurumsal yapılarla daha uyumlu oldukları gerçeği de göz önünde bulundurulacak olunursa bu türden etkinlikler daha da bir önem arz etmektedir.
Teferiç şenlikleri ile ilgili olarak daha önceden şenliğin yapılacağı yer ve zamanla ilgili bilgilendirmelerde bulunur. Şenliğe Boşnak kökenli olanların yanı sıra Boşnak kökenli olmayanlar da davet edilir. Böylelikle Boşnak gençleri hem kendi geleneklerini yine kültürel mekanı içinde öğrenmiş olurlar hem de Boşnak kültürüne ilgi duyanlar da bu kültürü yakından tanıma şansına sahip olmuş olurlar. Ayrıca Boşnaklar için özel bir gün olan Teferiç Şenlikleri’ne birçok siyasetçi, yerel yönetici ve sivil toplum kuruluşu yöneticisi de iştirak etmektedir. Ayvalık Küçükköy’de yapılan Teferiç şenliklerine balkan ülkelerinden, özellikle Bosna Hersek, Karadağ ve çevreden yoğun ilgi ve katılım vardır. Her sene coşkuyla kutlanır.
Küçükköy’den bir yer alma arayışımız kafamızın içinden çıkmıyordu. Bizim bütçemize en uygun yer o yirmi metrekarelik depo olarak kullanılan yerdi. Hanım ısrarla orasını alalım diyordu. Ben de çok pahalı diyordum. Küçükköy’lü Ahmet beyle tekrar bu yeri konuştuk. Emlakçıda olduğunu söyledi. Sahibi bulunup pazarlık yapalım dedik ama o da fiyattan düşmüyordu. Sonunda hanımın dediği oldu ve bu küçük depoyu aldık. Arelos sanat evinin doğuşu böyle başladı.
Altınova’da ki evimizin çatı katındaki tüm eski antika ve diğer müzik araç ve gereçlerini buraya taşıdım. Yavaş yavaş kendi el emeğimle bu küçük işyerinin dekorasyonunu yapmaya başladım. Denizden çıkardığım çapa, komşunun verdiği pancurlar, eski kapılar, Bandırma’dan getirdiğim eski sandalyeler. Eski pancurlardan yapılan masa, tabureler, çerçeveler hep buraya dekor oldu. Sanat evinin adı ne olacaktı ve burada ne iş yapacaktım. İki torunum vardı Arın ve Ela. Onların adlarının ilk iki harfi alarak “Arel sanatevi” oldu. Ama bu isim fazla durmadı. Bir sene sonra bir torun daha geldi Berlin’den adı Oscar Deni. Onun isminin ilk iki harfi os’u Arel ‘e ilave edince oldu mu sana sanat evimin adı ”Arelos sanatevi” Bu arada mevcut bütün kitaplarımı ve plaklarımı buraya taşıdım. Bu ara kitap yazma çalışmalarım devam ediyordu. İnternet ortamındaki Bloglarımda ki bütün yazılarımı, şiirlerimi kitaplaştıracaktım. İlk denemelerimi aldığım bir fotokopi makinasıyla evde gerçekleştirdim. Daha sonra Bandırmadaki Mustafa ve Emrah adlı iki öğretmenin işlettiği kitap ve baskı evinde daha geliştirerek kitaplaştırdım. Kitapların tüm dosya ve kapaklarını, editörlüğünü de ben yapıyordum. İlk baskılardaki hataların nedeni benim editörlüğüm.
İlk kitabım “Yolcu”nun edebiyat dünyasına girişi böyle oldu. Ama bu kitap nasıl çoğaltılacak, yani yayınevine nasıl ulaşacaktı. Bu arada “Sırtımdaki postal” adlı kitabımı bitirmiştim. Tabii bu arada müzik çalışmalarımda devam ediyordu. Yetmişli yıllardan bu yana ürettiğim bestelerim vardı. Bunları tekrar gitar ve orgla yorumluyor, mp3 ve mp4 yapıyor ve Youtube’ a kaydediyordum.
Sanat evimin amacı, çizgisi yavaş yavaş yerine oturuyordu. Burada kendi kitaplarımı tanıtıp, imzalayarak, müziğimi de canlı dinletip, tanıtıp, cd.lerimle geniş bir kitleye satarak ulaştıracaktım. Ayrıca eski plak, kitap ve kendi çektiği ilginç resimlerin tanıtımını yapacaktım.
İstanbul’da yayın evleri arayışım olumsuz geçti, kitaplarıma bütçeme göre çok büyük rakamlar içeren fiyat verdiler. Şunu yaparız, bunu yaparız, internette satışını sağlarız, imza günü düzenleriz. Ben az az bastırıp satmak istiyordum. Bin kitap, üç bin kitap ben bunları bedava dağıtsam bitiremezdim. Sonunda İstanbul da bir digital yayın baskı yeri buldum. İstediğim miktarda basacaklardı. Önce kültür bakanlığına başvurdum. Sonra sertrifika numarasını, isbn, bandrollarını aldım. Artık kitap basılabilirdi. Yolcu adlı ilk kitabımın World pdf dosyasını verdim. 100 adet deneme basımı yapıldı. Bu iş olmuştu. İçeriğindeki bazı hatalara rağmen güzel bir kitap ortaya çıkmıştı. Çok mutluydum. İlk çocuğum doğmuştu. Bu çalışmaları 400 sayfalık ‘’Sırtımdaki Postal, Taşın altındaki el, 400 sayfalık Yaşamdan kesitler, Tahta pencereler ve Sen de şarkı söyle’’ takip etti.
Bestelerimi kendi mini stüdyomda Mp3 lerini yaptım. Cd. Lere kaydedip, dinlenir bir formata soktuktan sonra, onları cd kabına koydum ve çoğaltarak dinleyicinin beğenisine sundum. Bu arada bestelerimden otuz tanesini yeni üyesi olduğum Mesam’a kaydettirdim.
Artık sanatevime gelenlere kitaplarımı imzalayıp veriyordum. Müziğimi ise önce cd.den dinliyorlar, sonra gitarla canlı dinliyorlar beğeniyorlarsa alıyordu.
Ayrıca ilgilenenlere 1960 lı yıllara dayanan müzik dağarcığımda sahip olduğum birikimim ve elimdeki arşivlerle yardımcı oluyor, onlarla sohbet ediyor, hayallerinin önünü açıyordum. Bu bana enerji veriyordu. Dünyanın dört bir yerinden gelen misafirler iletişim, dünyaya açılmanın başka bir yönüydü. Şarkılarım natürel akustik yorumdu. Onlarla beraber gitar ve klavye çalıyor, şarkı söylüyor, anı klibi çekiyorduk. Bu arada çok değerli eski LP ve 45 liklere alıcılar çıktı. Yıllardır kıyı köşemde bu güne ulaşan bu değerleri, benden sonra bunlara şimdiden değer veren genç müzikseverlere aktarmamın daha doğru olduğunu düşünerek uygun bir bedel karşılığında onlara devrettim. Hiç olmazsa bende sonra bunlar ne olacak kaygısı içimden silinmişti.
Benim bu küçük dünyamın oluşumunda eşimin ısrarcılığı, ileri görüşü olmasa kendi içime kapalı küçük dünyamda eriyip gidecektim.
Küçükköy’ün taş sokakları arasındaki bu küçük dünyam, bu ufak sanatevim, yarattığım cennetim gelen birçok misafirimin hayaliydi. Onlara söylediğim tek şey ‘’ Cenneti arama yarat ’’ sözüydü. Bana bu cenneti yaratmamda önümü açan, kendi cennetinde çiçek bahçesinde torunlarıyla toprağı eşeleyip, onlarla sarmal dolaş yeni fidanlar, çiçekler eken eşime sonsuz teşekkürler.
Bu güzel minik cennetimin çiçekleri, her gelişinde bana uğrayıp benimle sohbet eden hal ve hatırımı soran başta minik misafirlerim olmak üzere tüm müzik ve doğasever dostlarımdı.
Küçükköyüm’üz bir sanat ve bilim köyü olma yolunda yavaş ve emin adımlarla ilerlemektedir. Dünya kültür değerleri mirası koruma kapsamına alınan Küçükköy’ün en büyük eksiği şu anda köy sakinleriyle sanatçıların birlikte ele ele vererek oluşturduğu bir derneğin olmamasıdır. Şu anda olan derneğinde bu ihtiyaca cevap verememesidir. Önceleri belde olan köyün mahalle Muhtarlığına dönüştürülmesi, çevre etkinlileri yönünden hareket sahası daralmıştır. Artık tüm yetki Ayvalık ve Balıkesir Büyükşehir Belediyesindedir.
Küçükköy de bir yerim olduktan sonra, müzik yaşamımda da bir değişim oldu. Köy için şarkı yazma ihamı, taş sokaklarda gezerken içime işlemeye başladı. Bir şarkım vardı, yani bestem sözleri olumsuzluk yüklüydü. Adıysa ‘”El sallıyor dünya” yani artık güle güle misali.. Bu müziğe yeni sözler yazdım. Ritim valsti. Bu köye ait olsun dedim ve oturup yorumlayarak amatör bir klip yaptım.
Evet Yeniçarohori (Küçükköyüm) Böyle doğdu)
Buna bir kardeş gerek dedim ve ‘’Taş evler’’ de bundan sonra geldi.
YENİÇAROHORİ (KÜÇÜKKÖY’ÜM BENİM)
İlk adımları atınca köye Daldık gittik burda ki, geçmiş tarihe Ne güzel işlenmiş, taş taş her köşe Fısıldıyor sanki, geçmişi bak bize
Tarihin sesisin, Yeniçarohori (Küçükköy’üm benim) Doyumsuzdur havan, masmavi gökyüzün Ne aşklar, ne sevdalar yaşandı senle Dur da dinle anlatsın, taş sokaklar bizi
Dört bir yanın senin yemyeşil zeytindalı Zeytin varsa dallarda, hayatta vardır Çocuklarımızın yarınlarında Güneşsin, umutsun Yeniçarohori (Küçükköy’üm benim)
Gün doğarken üstüne, ışıl ışıl senin Zeytin kokan ellerin, dizmiş taşları Mutluluk dolu, evler yapmışlar Geçmişten geleceğe, tarih yazmışlar
Tarihin sesisin, Yeniçarohori Zeytin kokulu havan, masmavi denizin Ne aşklar, ne sevdalar yaşandı senle Dur da dinle anlatsın, zeytin taneleri
Dört bir yanın senin, yemyeşil zeytindalı Zeytin varsa dallarda, hayatta vardır Çocuklarımızın yarınlarında Güneşsin, umutsun Yeniçarohori (Küçükköy’üm benim)
Söz ve Müzik Abdullah inaler Küçükköy.Ayvalık 2015
TAŞ EVLER
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Umutlarıyla evler yapmışlar
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Sevdalarıyla tarih yazmışlar
Sevdasın içimizde bizim
Umutsun kalbimizde bizim
Huzur dolu evlerin senin
Yeniçarohori, Yeniçarohori
Taş taş üstüne taşlar dizmişler
Kalpleriyle taşa umut yazmışlar
Taş taş üstüne evler yapmışlar
Zeytin dallarına umut olmuşlar
Söz ve müzik
Abdullah inaler
Küçükköy-Ayvalık.2016
TAŞ PLAK
Büyük heyecanla girdi içeri, göz göze geldiğimizde gözlerinin parıltısından hissettim, ondaki heyecanı. Kapı önündeki 1966 yılı basımı ’’Modern Çağ’’ isimli müzik kitabına uzandı eli, şöyle bir tuttu. Bir müddet baktı kapaktaki Mike Jagger’ın resmine. Sonra eski 45 lik plakları gördü. Longplay’leri gördü, çok heyecanlıydı. Kapıdaki dekoratif sinekliği aralayıp başını dışarı uzattı.
’’ Cem bak neler var burada, tam senlik burası’’ ’’Hoş geldiniz’’ dedim, gülümseyerek. Üstünde güneş yanığı omuzlarını açıkta bırakan ince beyaz gömleğinin yakasını düzelttikten sonra,
’’merhaba dedi. ’’İyi günler.’’
’’Ne hoş bir yer, sanki tarihin derinliklerinde yaşar gibi hissettim kendimi’’
Siyah saçları omuzlarına dökülürken, siyah gözleri büyük bir parıltıyla hızla duvarları tarıyordu.
Oturduğum masadan kalkıp yanına geldim.
’’Onlar 60 lı yılların plakları, bazılarını o yıllar bizzat ben satın aldım.’’ Üzerinde mini yırtık bir blucin vardı. Denizde epey yanmıştı. Sarımsaklının güneşi oldukça yakmıştı tenini. Hafif kıvırcık saçları dalgalandıkça sırtındaki dövme kendini daha iyi belli ediyordu. Anlaşılan bugün denize ara vermişlerdi. Elindeki işlemeli el yapımı bez çantasını divanın üstüne bırakıp, sehpadaki longplaylere yöneldi ’’ ‘’Plaklara bakabilir miyim? Benden “tabii bakabilirsiniz’’ cevabını aldıktan sonra, hepsini kucaklayıp, pencerenin önündeki eski divana oturdu. ’’Aman’’ dedim. ’’Sırtınıza dikkat pencere demiri, çarpmayasınız ’’ “Gördüm” dedi. “Bunlar satılık mı?”
O an ağzımdan ’’satılık’’ lafı çıktı, ’’evet’’ dedim.
’’Kaça satıyorsunuz.’’ Keşke demeseydim. Yarım asırdır benimle olan bu eski plaklarım görücüye çıkmış. Onlara talip vardı.
’’Bunlar çalıyor mu?’’
’’Bazıları temiz, bazıları çizik çalmaz’’ dedim.
’’Denemek lazım.’’
Tanesi 25.00 TL arşiv değerleri var. Antikacılarda 100.00 TL üzerinde satılıyor.
’’ Bak dedim Joan Baez, Rahmi Saltuk, Zülfü Livaneli.
O kadar heyecanlıydı ki, öyle bir zevkle bakıyordu ki plaklara.
Yıllardır kitaplarımın arasında duran bu eski plaklar sanki yeniden hayat bulmuştu onunla. Onları benden daha çok istiyordu.
Raftaki sıra sıra duran kitaplarımın yanına dikilip
’’Bak’’ dedim yüksek bir sesle dikkatini çekmek için. ’’Bunlar benim
yazdığım kitaplar’’
’’Aa öyle mi’’ Ne kadar da güzel. Siz mi yazdınız?
Elinde hiç bırakmak istemediği longplaylar, kitaplarımın başına geldi. ’’Bu ikisi, Sırtımdaki Postal ve Yaşamdan kesitler anı, belgesel, diğer üçü, ’’Yolcu, Tahta pencereler, Taşın altındaki el’’ hapishane şiirleri, biri de yani ’’Sen de şarkı söyle’’ de şarkı sözlerim.
Kitaplarımın yorumları bana üstünde duran cd.lerimi gösterip ’’bunlarda beste ve akustik ait Cd.lerim.’’ hepsi kendi kaydım.
Sanat evime son günlerde yoğun bir akın vardı. Küçükköy sanki yeniden keşfediliyordu. Her gün yüzlerce sanatsever adım adım geziyordu bu taş sokakları. Köye her yıl yeni sanat evleri, atölyeler, butik oteller, kafe barlar açılıyor, köy gün geçtikçe cazibe merkezi haline geliyordu.
Eşimin ısrarları sonucu zorlukla sahip olduğumuz Arelos sanat evimde bunlardan biriydi. Sanatçı mıydım değil miydim buradaki değerli sanatçıları ressamları, heykeltıraşları tanıyınca epey kararsızlığa düştüm.
65 li yıllardan beri amatörce hiç bir eğitimini almaya olanak bulamadığım müzikle uğraşıyordum. Başarılı değildim. Şiir denemelerim sessiz, sakin sarı defter yapraklarım arasında kaldı. Ama hep yazdım, sakladım bir köşede. 1967 yılında Balıkesir Sanat Enstitüsü orkestrasına solist olarak girmem, ilk sahne denemelerim oldu. Gitar çalmayı çok istiyordum, o yıllar bir gitara sahip olmam benim için hayaldi.
Ama hayallerimi hiç bırakmadım, onlarda beni. Gün geldi göz göze geldik, el ele yürümeye başladık.
Ben kitaplarım, cd.lerim derken, o tekrar divanın üzerine bıraktığı long playleri karıştırmaya başladı. Bu ara kapı önündeki Boşnak komşumla girdiği uzun bir muhabbeti bitiren, uzun saçlı 35- 40 yaşlarında gösteren erkek arkadaşı girdi içeri.
’’Merhaba’’ Ben Cem heykeltıraşım, arkadaşımda resim öğretmeni Merve. Tokalaştık.
’’Joan Baez’’ dedi. Merve. Bak bunu alıyorum. Plağın kapağı dahi yoktu, Joan’la vedalaşacağım hiç aklıma gelmemişti. Ellerim titreyerek plağı kontrol ettim. Temiz gözüküyordu, çizik yoktu.
’’Cem onu ben alayım’’ dedi
’’Hayır Cem onu ben aldım’’
Cem’e de önce kitaplarımı ve cd.lerimi tanıttım. Ayni dili konuşuyor olmamız, samimi bir ortam yarattı. Benim bu güzel minik sanat evi mi çok sevmişlerdi. Tatilleri bitmiş artık bayram için memleketlerine, oradan da doğudaki görev yerlerine döneceklerdi.
Birbirlerinin ellerinden plakları çekiştiriyorlardı. Bunu da alalım, bunu da alalım diye.
’’Benim fazla nakit yok’’ dedi. Cem. ’’Ben de var’’ dedi Merve. ’’Ben veririm.’’
Benden bir bir koparıyorlardı, yarım asırlık arkadaşlarımı. Bir an kızın gözü tozlu raflardaki 45 lik plaklara takıldı.
Büyük bir heyecanla ’’Bunlar bunlarda satılık mı? ’’
Ne desem o kadar samimi o kadar istekliydiler ki. Hayır diyemedim.’’ Tekrar evet’’ çıktı ağzımdan. Ardından o vurucu soru geldi.
’’Bunlar kaç para’’
Aralarında 1972 yılında Ankara’nın Sıhhiye, Ulus meydanındaki eskicilerden aldığım, İtalyanca, Fransızca plaklar vardı, ya onları seçer diye yüreğim güp güp atıyordu. Genelde o Türkçe şarkılara bakıyordu, Plaklar Cem’in eline geçerse yanmıştım. O İtalyan şarkıcıları biliyordu...’’Rafael Carra’’a demişti, ’’Tanır mısın? ’’ ’’Tanımam mı’’ dedim. İtalya San Remo müzik yarışmalarını o yıllar hep takip ederdim.
Toplam 200 00.tl kitap ve plak aldılar. Sırtımdaki Postal’ Cem ve Tahta pencereleri de Merve tercih etmişti. Birer cd.mi hediye ettim. Tekrar geleceğiz dediler. ‘’Köyünüzü çok beğendik, kendimizi bu taş sokaklarda tarihin içinde bulduk’’. ‘’Emin olun köydeki her taşın bir hikayesi vardır. Benim burasıda eski bir şaraphaneymiş. Ortada iki kapı kenarlarında sarımsak taşından sütunlar, sağda solda iki pencere’’ Tabii ki tüm bunları bana karşı komşu anlattı, Adil bey.
Bu sokakta Boşnak bir ana babanın 4. Çocuğu olarak doğmuş. ‘’Bak’’ dedim ‘’Merve hanım yani tam şu karşımızdaki iki katlı evde. Burasını hep yıkıntı olarak hatırlarım diyordu Adil bey’’. ‘’Ama çatısı falan varmış. Sahibi dışarıda olduğu için, her gelen bir taşını alıp götürmüş. Kapının tarihi sütunlarını sökmüşler, ahşap merdivenleri yakmışlar. Vaktiniz varsa biraz sonra gelir’’ ‘’Sağ olun’’ dedi Cem.
‘’ Merve tamam çıkalım mı?’’
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.