- 300 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Kırmızı Kurdele
(öykü)
Latekmen’den Büyüklere Masallar
Öykü sevenlere sevgilerimle...
...Çok yorgunmuş. Öyle ki, elini kıpırdatacak, parmağını oynatacak takadı yokmuş. Çok da uykusuzmuş. Ağırlaştıkça ağırlaşmış göz kapakları, yumruk kadar olmuş gözlerine düşüyormuş da engel bile olamıyormuş. Dirseklerini masaya dayayıp başını elleri arasına alınca öyle cansız bir heykelmiş gibi kalakalmış. Uyumuş yani. Adamcağız resmen sandalye üzerinde uyumuş...
// Oğuz Bey, Oğuz Bey! Melek Hanım geldi Oğuz Bey! //
Rüyalarda görüntü var, ses yoktur. Göz görür, dil konuşur ama kulaklar sağırdır. Rüyalarda tat yok, koku yok, his yoktur. Rüyalar aleminin ayvası narı tatsız, gülü çiçeği kokusuzdur. Orada ateşe dokunsan elin yanmaz, buza bassan ayakların donmaz. Rüyalarda yaralar acımaz, kesiklerden kan akmaz. Kan akacak olsa rüya bozulur. Rüyalar aleminde ölüm yok, ölümsüzlük vardır. İnsan ölecek gibi olsa hemen uyanır.
Tatlı rüyalar Oğuz Bey!
//Oğuz Bey, Oğuz Bey! Melek Hanım geldi Oğuz Bey!//
Çırpanlı İletişim. Kara Umur Caddesi/ Kırklareli. Öğle vakitleri...
Sürgülü cam kapı, O’nu görünce kendiliğinden açıldı. Ama o, içeriye girmeyip açılan kapıda dikilip kaldı. Kırmızı renkli yürüyen valizi de Afyon mermeriyle döşenmiş zeminde iki tekerleği üzerine dikilip elinden tuttuğu sahibi gibi kaldı. Gamze, O’nun orada dikilip kaldığını görünce bir kaç adım yakınına yaklaşıp, "Yenge hoş geldin." dedi, gülümseyerek "Oğuz Bey ofisinde..."
Başını bağlayıp saçını kapamış. Üzerinde etekleri ayak bileklerine kadar uzanan gri renkli tesettür elbisesi vardı. Kaç yıldan sonra yeniden kapanmış. Kadına bak! Benzi soluk, gözleri donuk, ağzı sıkı sıkı; Gamze, içinden, bu, hayra alamet bir şey değil diye geçirirken "Yanına geçmek ister misin?" diye devam etti.
Melek Hanım, ağzını açmadan beden dilini kullanıp başıyla "hayır" dedi.
Gamze, "Çağırsam gelse mi acaba..." diye ekledi.
Melek Hanım, kaşlarını atarak, beden diliyle "Gerek yok" dedi. Elinde tuttuğu zarfı uzatıp kıza verdikten sonra dönüp geldiği gibi gitti. Sonra sırra kadem... Kadın, öyle sırra kadem basınca Gamze, genç patronunun oda kapısına kadar gidip seslendi;
"Oğuz Bey az bakar mısınız..."
Oğuz:
"Söyle Gamze..."
"Melek Hanım..."
"Melek mi geldi? Nerde?"
"Geldi ama hemen de gitti."
"Ne demek gitti?"
Gamze, Melek Hanımın verdiği zarfı uzattı. Duyulur duyulmaz bir sesle, "Size bunu bıraktı..." diye mırıldandı.
"Ne ki o?"
Gamze, dudağını büktü. Bilmem ki... İşine dönerken içinden konuşuyordu; ben nerden bileyim, açar okursun. Veda mektubudur belki...
...Benim yüzümden çok sıkıntılar çektin Oğuz, çok üzüldün. Bir değil, iki değil, üç değil ki, olmuyor işte. Çok zorladık olmuyor, olacağı da yok. Daha fazla üzülmeni istemiyorum. Buna benim hakkım yok. Bu yüzdenen gidiyorum. Buraya kadarmış. Kısmet bu kadarmış. Kader diyelim. Bilmelisin ki, bu gidişin dönüşü yok. Yani bitti. Bitti diye de kendini kahretme. Zaman her şeyin ilacı değil mi, bir gün unutursun. Belli mi olur, belki ben de unuturum. Lütfen peşimden gelme. Telefon da etme...
Başına buyruk olup aklın estiği yöne gittikten sonra buralarda durulmaz artık. Durulamaz. Ah be Melek, ah! Hani yüreğin götürdüğü yere gitmek vardı, hani o, ne oldu ona. Böyle olduktan sonra işin gücün de, paranın pulun, malın mülkün de canı cehenneme! Sen yoksan yaşam denen o yalan şeyin de canı cehenneme!
Yeleğini sırtına geçirdi, sol cebine telefonu, sağ cebine sigarayla çakmağı koydu; arabanın anahtarını aldı, öteki her şeyi oldukları gibi bıraktı.
"Dükkan size emanet" dedi, Gamze’ye. Gamze, neyin olup bittiğini bilememiş olsa da başı ve bakışıyla "tamam" dedi.
"Anahtarların biri sende, biri de Koray’da olsun. Gün bitiminde her yeri, her şeyi bir güzel toparlayın. Kasayı kilitleyin. Hem kameralar, hem de vitrin ışıkları açık kalsın. Çıkarken kapıyı kilitlemeyi unutmayın, oldu mu kuzum!"
"Hiç merak etme abi! Dükkan bizim, gözün arkada kalmasın. Lazım olursan ararız seni. Ah be Melek yenge..."
"Boş ver şimdi onu. Ben yarın sabah gelirim. Belki de gelmem. Yarın değil, belki de hiç gelmem. O zaman Kağan’ı ararsınız..." Kardeşi Kağan, kendisinden üç yaş büyüktü.
Kontağı açtı, marşa bastı; motor çalışınca vitese takıp gaza bastı. Tekerlekler patinaj yapmadı, ortalık toza dumana karışmadı. Aklı başında gibiydi...
...Hani kırmızı kurdelaya sarı liralar dizip boynuna takacaktın. Hani başına oyalı al yazma bağlayıp siyah zülfünü ak alnına salacaktın. Salını salını yürüyüp toprak testiyle su almaya gidecektin çift kurnalı çeşmeye. Hani ocaktaki ateş har har yanacak, karakazandaki su fokur fokur kaynayacaktı. Hani Melek, hani bizim iki çocuğumuz olacaktı. Hani kızın adı Pınar, oğlanın ki Bulut olacaktı...
Köy Evi. Koruköy/Kırklareli. Akşam saatleri...
On sekiz kilometrelik yolda ne kadar tekerlek döndürdü, kaç tepe ile kaç dere geçerken ne kadar vites büyütüp küçülttüğünü bilemedi. Şehirden köye yolculuğu on dakikayı bile geçmemişti ama geldiğinde hava kararmış, sokak lambaları yanmış, evlerin camları ışılıyordu nedense. İşte bu şaşılası bir şeydi. Dükkan çıkışıyla köye hareket edişi arasında geçen zamanda nereye gitmiş, o süreyi nasıl geçirmiş; bunu hiç hatırlamıyordu...
Anahtar, terastaki sigorta kutusundaydı; alıp kapıyı açtı. Baktı, ışıklar yanıyor; evde elektrik vardı. Sonra gidip buz dolabına baktı, o da hep çalışmış. Peynir, kaşar, tereyağ, salam, sosis, sucuk, kavurma, pastırma, yumurta, tütsülü et, bir şişe votka, bir şişe rakı, viski, bolca bira; yok yok, dolapta her şey vardı.
Sigarayı, çakmağı, anahtarları çıkarıp masanın üstüne bıraktı. Güz bitmek üzere, yakın zamanda kış gelecekti. Havalar değişmiş; güneşli gündüzler her ne kadar üşütmüyorsa bile dağ köyünün geceleri soğuk oluyordu.
Sobayı yakıp üçlü koltuğa uzandığında telefon elindeydi. Televizyonu açmadı. Canı cehenneme onun. Yanlı şişirme haberler, kalitesiz kıytırık filmler, sakız gibi uzadıkça uzayan yalan diziler; canları cehenneme...
Melek gitmiş, acaba varmış mıydı Kofçaz’a. Çevirip aradı. Telefon çaldı, çaldı, çaldı; sonra ayarlanmış çalma süresi bitince kapandı. Duymamıştır. Tekrar aradı. Çaldı, çaldı; sonra kendiliğinden kapandı. Çantasındadır. Ya da uzağındadır. Duymamıştır. Ya da şu an Kuran okunmaktadır da bu yüzden açıp bakamamıştır. Daha sonra dönüş yapar. Beklesin bakalım biraz...
Gökteki Ay, gümüş tepsi gibiydi. Kırpışıp duran milyarlarca yıldız, tek tük ötüşen gece kuşları, can sıkıcı Baykuş sesi. Uzak tepelerde kurt ulumaları vardı. Derelerdeki kurbapaları yılanlar yemiş, yılanları leylekler, onlar da çekip gitmişler. Islık çalan Sığırcıklar yok. Yavrularını yüz elli yıllık dut ağacındaki kovuklarda büyütüp uçurduktan sonra onlar da gitmiş. Dutla beslenen Sarıasma kuşları da gitmiş. Tek tük uçuşan Serçeler, kara ve Alakargalar, Yoskalar, Kumrular, Saksağanlar burada; onlar göçüp gitmemiş. Artık ötmeyen Bülbül, Saka, Kanarya gibi ötücü kuşlar birkaç aylık ayrılıktan sonra geri gelmişler...
Bir saat geçmesine rağmen Melek dönüş yapmamıştı. Tekrar aradı. Telefon çaldı çaldı sonra kapandı. "Bu numara şu anda cevap veremiyor, mesaj bırakmak için..." Bir daha denedi, gene aynısı. Bir daha, bir daha; hep aynı. İçini sıkıntılar sarmıştı. Mesaj yazıp yolladı. "Aç şu teleofonu Melek!"
Kısacık dar alanda tesbih çekip volta atan mahkumlar gibi ev etrafında gezinip dolaşmaktan bıkınca mavi sigara dumanını ay aydınlığı geceye üfürerek yürüyüp aşağıdaki yola indi. Orada taş duvarın alçak yerine oturup biraz bekledi. Bekledi ama mesajına da cevap gelmedi. Telefona sarılıp tekrar aradı. Bu sefer meşgule atılan telefon yüzüne kapandı. O zaman içiyle birlikte ayaz gecede üşümüş dışı da titredi. Titrek elleriyle tekrar denedi. Üç kere bile çalmayan telefon tekrar meşgule atılıp yüzüne tekrar kapandı. Tekrar denediğinde çalmıyordu bile. "Bu numaraya ulaşılamıyor..." Şaka mı bu? Bir kere daha denedi, gene aynısı. Öfkeden geberirken elindeki telefonu tozlu topraklı yere çaldı. Kırılıp parçalanması yetmez; çiğneyip ezerek un ufak yaptı...
"Alo Oğuz! Ulan Oğuz? Telefona bak! Ulan amına koydurma şimdi diyeceğim sana ama abi ben evliyim, karıma mı diyeceksin. Ulan sen benim kardeşimsin. Ulan senin karın benim bacım. Ulan telefona bak! Ulan deli! Meraktan öldük lan! Öldük öldük dirildik..."
Gece yarıyı çoktan geçmiş, Ay da yürüyüp batı ufkunun oralara gitmiş. Yüksek dağların, yayvan yamaçlardaki küt kayalıkların, dallı budaklı yapraksız ağaçların, top top çalılıkların, velhasıl kütlesi olan her şeyin ay şavklı gecede gölgesi vardı. Gölgelikli yerin yüzünde durağan ne çok silüet, kıpır kıpır, hepsi yürüyen hayaletler gibiydi. Ay şavklı gecede gözbağcı koyu gölgelerin ağır aksak dansı vardı sanki. Hayaletler dansı gibi. Hayaletler sessiz ve ıssız gecede dans ededururken aşağı yoldan gelip eve sapan bir arabanın far ışıkları cama vurdu. Perdeler açıktı. Işıklar, duvarlarda şavkıyıp hayaletler inadına ışık oyunları oynarken kapı açıldı. Gelen Kağan’dı. Oturduğu yerden kalkmadan ona; "Sen miydin gelen?" dedi.
Kağan:
"Yok, anan..." dedi.
"O da mı geldi?"
"Arayıp duruyoruz gündüzden beri, telefonlara neden bakmıyorsun sen?"
"Telefon yok ki!"
"Neden yok?"
"Kırdım."
"Ulan manyak, telefonun ne suçu var?"
"Melek gitti abi..."
"Ağlıyor musun sen?"
"O gitti..."
"Gittiyse ne oldu, kıyamet mi koptu. Gene gelir. Kaç kere gitti, kaç kere de gelmedi mi? Gene gelir. Hem gelmezse ne olur, dünyanın sonu mu bu?"
"Bu seferki başka..."
"Başka olan neymiş bakalım?"
"Temelli abi, temelli gitti. Beni terk etti. Ebediyen..."
"Yok öyle bir şey."
"Var."
"Yok! Göreceksin gene gelecek. Ben Melek’i bilmez miyim, o seni ölene dek terk etmez. Sen şimdi sakin ol önce. Aklını başına topla. Sarhoş da olmuşsun kör kütük. Bir kere onu bırak. Şişeyi, bardağı olduğu gibi bırak. Sonra yat uyu. Soyunmadan, üzerindekilerle. Sabah ola hayrola. Sonra kalkıp gel işinin başına. Yok, en iyisi gelme; birkaç gün burada kalıp dinlen. Dükkana ben göz kulak olurum. Melek’le de görüşürüm bir ara..."
Bir işimiz olacaktı, elin değil kendimizin. Olmadı mı? Çalışıp kazanacaktık. Kazanmadık mı? Bir evimiz olacaktı ikimize ait. Olmadı mı? İki çocuğumuz olacaktı; biri kız, biri oğlan. Hani, kızın adı Pınar, oğlanın Bulut olacaktı. Ne olacak şimdi Melek? Bundan böyle bulutlar sussun, pınarlar kurusun mu? Yaşanacak onca güzel şeyler varken zamansız vakitlerde bacamızda baykuşlar mı ötsün...
Şimdi kalkıp düşsem diyorum yola; bana, "içkili araba kullanırsan ceza yersin." diyorsun. Cezanın canı cehenneme desem, "polis ehliyetini alır." diyorsun. Ehliyetin canı cehenneme! "Kaza yaparsın Allah korusun." Sen yokken ben bu canı neyleyim Melek, canımın canı da cehenneme...
Ertesi Gün. Kaynana Evi. Kofçaz/Kırklareli. Sabah Saatleri...
Dereyi köprüden geçince kasabaya girmeyip soldaki toprak yola saptı. Meleklerin evi orada, o minik ovacıktaki üç yüz dönümlük arazinin içindeydi. Ahırda sığırları, kümeste tavukları vardı. Köpekleri, kedileri, sabahlardan akşamlara kadar temiz derenin soğuk sularında yüzüp gezen kazları, ördekleri vardı. Traktörleri, sürer, eker, biçerleri vardı. Babaları ölmüştü ama işlerin başında Mehdi ile Melik vardı.
Arabayı avlu kapısının dışında bırakıp ev önüne geldiğinde bir adam boyu yükselmiş güneşin parlak ışıkları çukurdaki eve de ulaşmıştı. Serin gecede yere düşen çiğ damlacıkları topraktan uç vermiş yeşil çimenler üstlerinde ipileşiyordu. O zaman kapıda beliren Melek’i gördü. Başı bağlı değil, saçları açıktı. Üzerinde tesettür değil, modern giysileri vardı. Elinde olmadan sevindi buna, içinde ılık bir şeyler gezindi.
"Gel gidelim Melek, seni almaya geldim."
Melek, kaşlarını attı. Bitti Oğuz, gelmem.
"Gözünü seveyim Melek!"
Melek, başını attı. Bitti Oğuz bitti. Lütfen...
"Yapma Melek!"
Kaynana Mücevher kadın da çıkmış, Melek’in az ötesinde dikiliyordu. Elini kaldırmış parmak sallıyordu "seni seni" dermişçesine. Seni seni! Sonra ağzını açıp her zaman yaptığını yaptı. Başladı kusmaya.
"Ulan Oğuz piçi! Ulan kızılbaşın enceği! Sabahın köründe gelmişssin kapıma, zorun ne? Seni değil, ailesini seçmiş; daha ne üsteliyorsun, bitirmiş işte!"
"Sen karışma Müzeyyen Hanım!"
"Hani başını sıktığın kızıl eşarp? Yok! Hani bileğine bağladığın kırmızı kurdela? Yok! Hani Arap Atın nerde? Yok! Ya çatal uçlu Zülfikar... Atı araba mı ettin artık? Kılıç yerine tabanca mı var belinde? Bakıyorum da saçı sakalı da kısaltmışsın. Makas haram değil miydi sizin mezhebinizde? Ne zaman döndün kutsal yolundan..."
"Seni almaya geldim Melek! Senin yerin burası değil. Gel gidelim evimize. Hani Melek, hani yüreğinin götürdüğü yere..."
Melek susukun, Müzeyyen konuşuyordu durmadan. "Sen git! Sik eşeğini git! Melek seçimini yapmış çoktan, neden anlamak istemiyorsun bunu."
Ağzı bozuk pis kadın! İçi boklu kokuşmuş kadın! Donu ıslak sidikli kadın! Ruhu bozuk iblis! Kızının adına Melek demişsin. Ne güzel. Bir oğlun Mehdi, bir oğlun Melik. Ne güzel. Mücevher olan kendi adını İblis olarak neden değiştirmedin ki! Lütfen Melek, kendine gel artık. Uyan bu kabus dolu uykudan. Kaç kere avuç dolusu hap içti o, bu ilk değil ki! Kaç kere kaç kere midesi yıkanıp temizlendi, bir kere olsa bile ölmedi. Ölmek için içmiyor ki! Cadı kadın! Kara çalı! Sopalı süpürge! Çirkef. Nedir senin zorun kadın? Ne istiyorsun? Hani, kaynana karının birisi, televizyon televizyon gezip fink atıyor, içi boş aykırı programlarda sarkışmış gıdısına, şiş karnına, burşmuş etine buduna aldırmadan açılıp saçılarak, hindi gibi kabarp insanlara yüksekten bakarak, bunca çirkinliğe rağmen utanıp sıkılmadan elit biriymiş havalarına girip arz-ı endam ediyordu. Hani oğluna kız beğenip evlendirecek. O, oğluna karı değil kendisine kankisi bir gelin istiyordu aslında. Ne oldu sonra? Zavallı çocuk genç yaşında uyuşturucudan öldü. Senin kızında mı o gibi zehir içip ölsün! Ya da keçileri kaçırıp ne yapacağını bilemeden küçük küçük yellerde dahi savrulup gitsin. Bunu mu istiyorsun?
"Haydi haydi, at mısın eşek mi; yüklen semerini git! Sana mı düştü tasası?"
Ben Kızılbaşım. Babam da Kızılbaş. Dedem de Kızılbaşmış, dedemin dedesi de, dedesinin dedesi de; ta ki on birici imama kadar. Ya sen yezit, yezit kızı yezit sen kimsin? Hüseyin’i Kerbela çölünde günlerce aç susuz bırakarak kim öldürdü? Karaman Beyliğini Osmanlı’ya kılıç zoruyla kim dahil etti? Başsız ve korumasız kalan biçare Türkmenleri, konar göçer Yörükleri üç yöne ilk kim sürgün etti? Göç etmeyip oralarda kalanları her Doğu Seferine çıkışında geçerken uğrayıp kılıçtan geçiren kimdi? İstanbul’un fatihi, hilafetin yavuzu padişhımızdır elbet ama onlar bizim atamız değildir. Hele ki benim hiç değildir. Ben sünni değil, Bedreddiniyim. Öz be öz Türküm her şeyden önce. Biz yabacıya kız vermedik, yabancıdan kız almadık ama yedi kuşak deyip ondan daha yakınıyla akraba evliliği yapmadık. Bu sebepten kefere kanı karışmamış kanımız onlar gibi kirli değil, arıdır bizim...
Hiç bir şey bilmediği halde bilmişlik taslayana ukala denir. Kaynana kadın da tıpkı öyle biriydi. Sağ elini kadınlığının oralarda bir yerde "geç onu sen, geç." der gibi sağa sola salladı. Neyi geç, neyi? Gerçek olan tektir kadın! İki olsa geçip giderdik yanından, ya da etrafından dolanırdık belki ama öyle değil. Senin ataların kimdir, biliyor muydun? Nerede nasıl yaşıyorlardı daha önce ve kültürleri hangi inancın şekillendirdiği gibiydi? Dört kapı nedir biliyor musun sen, duydun mu hiç? Hani o Oğuz ülkesini, Şaman’ın babasını, dedesini? Bin yıl sonra olsa bile o dört kapı Osmanlı’da yok muydu? Cahil kadın, arsızca el sallayıp "geç onu sen, geç" ne demek? Senin nenen, nenenin nenesi, nenesinin nenesi sen gibi miydi eskiden? Anaerkil bir toplumken biz, ne zaman Ataerkil olduk bir haberin var mı? Türklüğümüzü unutturup bizleri kim ne zaman ne için Araplaştırdı? Gönüllü müydük öyle olmaya? Değildik ama mecbur edildik. Mecbur da değildik ona bakarsan. Bak bize! Selim’in, Mehmed’in acımasız keyfi fermanlarıyla sürgün yemiş atalarım altı yüz yılı Balkanlarda geçirdi benim. Hiç değiştiler mi? Hani nerede şimdi o Mehmetler, Selimler, Muratlar, Süleymanlar... Ocaklarına incir ağacı dikilmedi mi hepsinin. Kızılbaşa kız vermezmiş, cahil yobaz kadın; hadi oradan...
"Gel gidelim Melek! Senin yerin benim yanım. Hani hayallerimiz vardı. Hani küçük bir evimiz olacaktı. Olmadı mı? Hani boy boy çocuklarımız olacaktı. O da olacak. Şimdi gidelim, sonra gene gelirsin. Her zaman hep gelirsin. Olmaz diyen mi oldu. Olmadı ki hiç. Bizim ocağımıza da incir ağacı dikilmesin, gel gidelim."
Melek, sabahın bu erken saatinde kapı önünde donup kalmıştı. Gitse mi, kalsa mı? Hangisi kolay, hangisi zor. Birisi ana, diğeri yar iken hangisini bir yana itip kaksa da hangisinin yakında olsa. Ne çıkıp gelebiliyor, ne de çekip gidebiliyordu. Hani bir ağlayıp boşalabilse. Onu da yapamıyordu. Şimdiye kadar ikisine de çok dil döküp çok yalvarmıştı ama bir de kızsa da ağzından tükürükler saçarak ikisine de sövüp sayarak, beddualar, lanetler okuyarak alıp başını bulunmazlardaki bilinmez yerlere kaçsa... Onu da yapamıyordu.
"Çek arabanı git! Siktir git! Melek seçimini yaptı, zorla mı? Bundan böyle eskiden olduğu gibi başını bağlayacak, etini butunu kapatacak. Namaz kılacak, oruç tutacak. Kendi mezhebinden kısmeti çıkınca onunla yuva kuracak. Sen de başına eşarp, bileğine de kurdela bağla..."
"Sen de koca kıçına kına yak!"
"Mum yak, mum söndür. Sarhoş olunca dem dem deyip dön dön dur. Döne döne başın dönsün de düşüp kıçın üstüne otur. Şu koca dünyada Melek’ten başka kız mı yok ulan, düş artık yakasından. Kısmet değilmiş işte, neden zorlayıp duruyorsun? Tarikatınızın kızlarına kıran mı geldi? Köklerine kibrit suyu mu ekelendi? Kendin gibi sarhoş birini sen de bulursun elbet. Ömür boyu bekar kalacak değilsin ya! Evlenir gidersiniz siz size. Hem fena mı, kanınız da arı kalır bu sayede..."
Kanı bozuk kansız kadın! Vicdansız. Ağzı bozuk çirkef kadın! Utanmasız. Dönüp bir koşu arabaya gitti, tüfeği alıp geri geldi. Tüfek doluydu. Namluyu Mücevher kadına çevirip hiç terddüt etmeden tetiği çekti. Namlunun ucundan alev çıktı ama ses işitilmedi nedense. O anda daha Melek, ellerini karnına götürüp vurulduğu yere bastırırken başını eğip belinden öne büküldü. Sonra usulca dizleri üzerine çöktü, sonra da yıkılıp yere yan düştü. Tetik çekilmezden önce birden atılıp kendisini annesine siper etmiş...
Oğuz, bir süre şaşkınlık geçirip ne yapacağını bilemezken gayri ihtiyari bir şekilde tüfeği kırıp boş fişeği çıkardı. Fişek çıkarken oradan yanık barut kokulu dumanlar tütüyordu. Namluya yenisini koyup hazır etti. Kaynana kadın da öylece kalakalmıştı. Ne kaçıp gidebiliyor, ne de vurulmuş kızına eğilip feryadı figan edebiliyordu. Dilini yutmuş. O yılan dilini...
Oğuz, tüfeği yeniden doğrulttu, tetiği yeniden çekti. Sonrasında kadını göremedi, o da Melek gibi ellerini karnına götürüp kanı akmasın diye delik yerine bastırdı mı, iki büklüm olup yere alnı üstü çakıldı mı? Çünkü gözleri kör olmuştu. Patlama sesini de duymadı. Çünkü kulakları sağır olmuştu. Başı uğulduyordu sadece...
// Oğuz Bey, Oğuz Bey! Melek Hanım geldi Oğuz Bey... //
Aynı Gün. Koruköy...
Oradan nasıl ayrıldı, arabaya nasıl binip nasıl çalıştırdı, Kofçaz kasabasından nasıl çıktı, Elmacık, Tastepe, üzerine üzerine gelen daracık yol, ara sıra karşılaştığı arabalar, Kırklar yakınındaki Karakoç Köyüne nasıl geldi, patlama sesi işitilmemişti ama "gören birileri polisi aramıştır" diyerek yakalanmamak için şehre girmeyip köy yoluna sapmayı nasıl aklı ettiğini bilemedi. Sonra Ahmetçe, sonra Kadıköy, döne döne, ine çıka tozlu topraklı kıvırtkan kaygan yollarda nasıl direksiyon sallayıp iblisin ölüm çukurlarına düşmeden Koyva’ya nasıl geldiğini, sonrasında kör olmuş gözleri, sağır olmuş kulakları ve uğuldayıp duran çekirgeli başıyla Koruköy’e nasıl eriştiğini bilemedi. Bir de baktı ki, gelmiş. Kahve önünde oturuşan üç beş kişi vardı. Onları görebildi ama kim kimdir, kimin adı nedir; tanıyıp bilemedi. Ne korna sesi, ne de el işareti ile selam bile veremeden dosdoğru köyün gündoğu yakasındaki evine gitti...
Bir Saat Kadar Sonra...
Minare hoparlöründen yüksek sesle anons yapılıyordu; "Öğleden sonra saat bir buçukta köye Jandarma gelecektir. Kaçaklarda olan Oğuz Çırpan’ın bulunup yakalanabilmesi için köy halkının da arama tarama işine katılıp Jandarmaya yardımcı olmaları rica olunur."
Anonsu duyunca korktu. Jandarma, ünüforma, silah, pranga, kelepçe ve mahpushane... Telaşlanıp kalktı. Kuzeydeki taş odanın camından atlayıp dışarıya çıktı. Televizyon bile açık kalmıştı. Tüfek elindeyken arka bahçedeki kurumuş uzun otlara bata çıka hızlı adımlarla yürüyüp yukarıya doğru gitti. Sınırdaki çalı çırpıdan çiti atlayıp öte tarafa geçti. Orası komşu bahçeydi. Orası da sahipsiz, orayı da ot sarmış, kuruyup sararmış pıtraklı, dikenli uzun otlarıyla kırda bayırda bir yer gibiydi. Ahlat ağacının yanına gelince elindeki silahı çalıdan çırpıdan çite dayayıp kendisi de az sinerek aşağı taraflara baktı. Burası iyi dedi içinden. Çeşme yamacından çıkıp eve gelen birileri olursa buradan rahatlıkla görebilir, ona göre pozisyon alıp ona göre hareket edebilirdi.
Badem yeşili kına yosunlu alçak kayanın üzerine çöküp oturunca sigara yaktı. Sigara deyince aklına geldi; ekmeksiz susuz olur ama onsuz asla. Yedek sigarası her zaman vardı ama arabada kalmışlar. Bir ara koşarak gidip alır. Ya da gece olup el ayak çekilince alır. O kolay ama bir de Melek’sizliğin aslası vardı. Sigarasız olunsa bile onsuz olunmaz. Ama o öldü. Öldü müydü acaba? Belki de ölmemiştir. Biri görüp hastaneye yetiştirmiştir. Yetiştirmiş midir acaba? Ya kaynana karı, o ölmüş müdür? Belki o da ölmemiştir. Canı cehenneme ama belki o da hastaneye yetiştirilmiştir...
Ah be melek, bunca olandan sonra bir gün dahi sana "Ya anan, ya ben." dedim mi hiç? Demedim. Ama o dedi. "Ya o kızıl adam, ya ben." bunu hep dedi. Her şeye rağmen ben ona saygısızlıkta bulunup hakaret ettim mi hiç? Etmedim. Ta ki bugüne kadar. İnsan kendi kızına "Ya kocan, ya anan." der mi Melek! Yar başka ana başka iken insan birini seçip birini eleyebilir mi? Ama o, her gün her gün hakaret etti bana. Bir karış dili hep yılan dili gibi, hep zehirliydi. Ben nereye giderim şimdi Melek? Sensiz bu koca dünyada ne ederim? Nasıl yer içer, acıyı nasıl bal eylerim? Keşke oracıkta daha kendimi de vursaydım. Kendi canımı da keşke oracıkta daha alsaydım. Ama yapmadım. Allah belamı versin ki, yapmadım, yapamadım...
Orada epey otururdu, otururken ne çok sigara içti. Ağzı zehir gibi olmuştu ama çay kahve bir yana bir yudum suyu bile yoktu. Arada sırada dikilp baktı; ne gelen, ne giden kimsecikler yoktu. Gene dikilip baktı, saat üç gibi olmuştu ama ne jandarma, ne köyden birileri; gelen giden hala yoktu. Bir koşu gidip bir şişe su alsa, birkaç paket de sigara... Hele biraz daha... Jandarma çıkıp gelse, evde kimseyi bulamayınca çekip gitse. Araba orada ama olsun, çoktan kaçıp gitmiştir dağlara bayırlara, jandarma öyle dese. Belkide Paspala’ya gitmiştir çoktan. Mokroş Dereyi geçip Bulgaristan’a bile gitmiş olabilir. Çavuş, öteki çavuşlara öyle dese. Hele biraz daha...
Sahipsiz kalmış iki katlı taş evin eskimiş, rengi kaçık kiremitleri yer yer kırılmış; karda, yağmurda ıslanıp naçar kalan çatısı yer yer çökmüş. Kapıların boyası akmış, duvar sıvaları çatlayıp patlamış, örümcek ağı sarmış camlarını toz toprak kaplamış. Harabe gibi ama kaçak birisi zorda kalırsa buraya girip barınabilir. Sahipsiz koca bahçeyi insan boyu yabanıl ot, böğürtlen, geven, karaçalı gibi dikenli, pıtraklı bitkiler sarmış. Elma, armut, ahlat, erik, dut, döngele, vişne, ceviz, incir, üzüm asması gibi meyve ağaçları yıllarca bakımsız kalınca şekilsizce dallanıp budaklanarak ormansıllaşmış. Dışarıdaki helanın sadece dör taş duvarı kalmış...
Öğle geçmiş, sonrasında ikindi geçmiş; saat dört oluyordu neredeyse. Ne sabah, ne de öğle; ağzın tek lokma götürmemişken birden açlık hissetti. Bağırsakları gorulduyor, midesi kazınıyordu sanki. Ne olursa olsun deyip tam eve gitmeye karar vermişti ki, bir de baksa aşağıdan beriye doğru üç kişi geliyor. O üç kişi, eve bile girmeyip kendisinin olduğu yere yönelince ürktü. Kısa namlulu tüfeği kaptığı gibi kaçıp geceleri içinde hayaletlerin gezindiği o harabe eve girdi. Oradan, o tozlu camdan onlara bakıyordu. Dikkat kesildi ama tanıyamadı kimdirler. Tanımadığı üç kişi, çalı çırpıdan eski püskü çitin kuru dallarını ezip hışırdatarak yıkıntı taş evin avlusuna geçti. Birinin elinde tüfek vardı. Altında ütüsü bozulmuş kumaş pantolon, üstünde yakası yırtık gömlek, kazak ve ceket vardı. Eskimiş ayakkabıları boyasızdı. Diğer ikisi çocuktular daha. Biri kız, biri de oğlan olan el ele tutuşmuş bu çocuklar sekiz on yaşlarında gibiydi. Gene, hala sağlam olan ahşap iç merdivenleri tırmanıp üst kata çıkacaktı ki, caydı. Her kim ise, adamın tüfeği var ama diğerleri iki küçük çocuk. Kendisinin de silahı var, niye korksun; tek kişiye teslim olup yakalanacak hali yok ya... Kapısı kırık eşiğe gelip dikildi, adama;
"Sen kimsin hemşerim?" dedi. "Tanıyamadım da..."
Tüfeği kucağında çapraz tutan adam, hiç konuşmuyor, sadece hiçbir anlam ifade etmeyen gözleriyle bön bön bakıyordu.
"Bu köyden değilsin, olsan bilirdim. Neden geldin ta buraya?" Adam hep susuyor, boş bakışlarını da alıp öteye bir yere kaçırmıyordu. İçinden, "bırak" dedi ama ne olur ne olmaz deyip tedbiri elden bırakmıyor, gözünü ondan ayırmıyordu. Dış eşikten dönüp yıkıntı binanın içine gitti. O zaman o tuhaf adam da peşinden geldi. Allah Allah! Az ötedeki kararmış ocaklık başında durunca adam da durdu. Allah Allah! Sonra her adımda gıcırdayan eski merdivenleri tırmanıp üst kata çıktı. Adam da peşinden. Hemen geriye dönüp aşağıya indi, adam da peşinden indi. Dışarıya çıktı, adam da peşinden. İki çocuk armut ağacının altında kalmış, öyle çakılı gibi kıpırdamadan bekliyorlardı. Ses soluk da çıkmıyordu ağızlarından...
"Bunlar çocukların mı senin? Neden peşindeler? Anaları yok mu bunların? Öldü mü? Sizi bırakıp başka birine mi gitti?" Adam put. Dilsiz mi acaba? Hem sağır, hem dilsiz. O yüzden mi konuşmuyor? "Yok, bunlar senin torunların. Kızının çocukları. Kızın kocasından boşandı, sonra başkasıyla evlendi. O adam çocukları istemedi. İstediyse de sen vermedin, masumlar üvey baba sancısını çekmesin, onlara ben bakarım dedin. Sofraya fazladan iki tabak daha koyulur, ne olacak ki!"
Yürüyüp uzun kuru otlara bata çıka sadece dört duvarı kalmış helaya gitti. Herif, nereye gitse gölge gibi hep peşinde. Pantolon düğmelerini çözüp yosunlaşmış taş duvara doğru çövdürürken bile yakınındaydı. O sırada acı acı öten bir siren sesi işitildi. Cankurtaran, polis ya da jandarma. Gözüne, bükmeyi dönmüş köye gelen bir araç ilişti. Siren çalarken yeşil kırmızı gibi renkli lambalarını da bir yakıp bir söndürüyordu. Çişini yarım yamalak bitirip eteklerini toplayınca sinire kesmiş patlak kanlı gözleriyle gölgesi olmuş o yalan adama bakıp kükredi.
"Sen mi çağırdın ulan Jandarmayı?"
Dili çözülen adam birden konuştu; "Teyzem..." dedi.
"Teyzen kim ulan senin?"
"Meleğin annesi?"
"Meleğin annesi öldü."
"Ölmedi."
"Ben öldürdüm onu. Saçmalar karnından girip sırtından çıktı. Sırtında açılan deliğe elini soksan girer, o kaday büyük. Sen Meleğin deli kuzeni misin yoksa? Ulan! Beni yakalamaya mı geldin? Ulan! Ulan sen..."
Elinde tuttuğu kısa namlulu tek kırma doluydu. Deli kuzene doğrultup hiç düşünmeden bastı tetiğe. Patlama sesi çukurdaki köyün yamaçlarında yankılanıp yayıldı. Yankılandı mıydı acaba?
O hızla nereye gittiğini bilmeden koşmaya başladı. Silah patlayınca o iki küçük çocuk korktular mı acaba; bilmiyordu. Tavşan saçmaları, vurulan kuzenin karnından girip sırtından çıktı mı, çıktıkları yerde el girecek büyüklükte delik açtı mı acaba; bilmiyordu. Vurulunca iki elini karnına götürüp bastırdığını, sonra acıdan nefesi kesilince kendisini kaybederek yere yıkılıp nasıl yan yattığını bile görememişti...
Uğuldayan başındaki kulakları sağır, gözleri kör olmuştu gene. Duymayan kulakları, görmeyen gözleriyle yamaçtan yukarıya doğru koşmaya başladı. Dikenli çalılar, kurumuş otlar, ısırgan, pıtrak, tozuyup tüten taşlı çakıllı yol, sığ çukurlar, alçak tümsekler...
Tepeyi aşıp gök sulu Pınarcık çukuruna vardığında sık soluk içindeydi. Hem de terlemişti. Orada içinden gçilmez bir pırnallık dikildi karşısına. Oysa önünde aşması gereken kaç dere, kaç tepe, gitmesi gereken çok uzun bir yol vardı. Daha çok koşacak, çok ter akıtacaktı. Ötede Düzorman, daha öte düzde Hediye, yüksek dağın beri yamacında Sazara, öte yüzünde Paspala. Mokroş Derenin ötesi Bulgaristan’dı...
Yakalanıp hapse girmektense ölmek daha iyidir. Ölmektense gavurun buyruğuna girmek yeğdir...
Ne oldu Oğuz efendi! Nerde kaldı o nutuklar? Nereye kaçıp saklandı o sözde kahramanlıklar?
Can tatlı, can tatlı! Can, baldan da yardan da tatlı! Canını köpek yesin böyle ödlek, hem de dönek canın...
Pırnallık boyunca aşağıya doğru koşarca yürüdü. Pırnallığın bittiği yerden karşıya geçip yola öyle devam edecekti ama orada dört kişi vardı. Onları tanıyordu. Hüseyin, Murtaza, Celil ve Hidayet. İki eliyle sıkıca kavradığı kısa namlulu tüfeği üzerlerine çevirdi. Korkudan gözleri yumruk kadar olmuş, hem de burnundan soluyordu. Üzerlerine silah doğrultulmuş o dört kişi vuruluruz diye korkmuyorlardı sanki. Sadece adı Hüseyin olan, elini havaya kaldırıp "dur" der gibi bir işaret yaptı.
"Sen de mi Hüseyin abi!" dedi ona. "Sen de mi Hilmi abi? Siz de mi arkadaşlar? Hiç işiniz yoktu da köycek birlik olup kelle avına mı çıktınız? Beni yakalayıp jandarmaya verince ne geçecek elinize?"
Hüseyi, "Sakin ol Oğuz kardeş, indir o tüfeği." dedi. Yumuşak sesi ikna edici gibiydi. "Seni kimsenin kovaladığı yok, yakalayıp da kimsenin jandarmaya verdiği de yok. Bak biz boşuz, tüfeğimiz neyimiz bile yok. Az sakin ol. Hem jandarma da yok. Hem Jandarma seni alıp da ne etsin!"
"Ben Meleği öldürdüm."
"Melek ölmedi ki..."
"Hem de anasını öldürdüm."
"Mücevher Hanım ölmedi ki..."
"Az evvel de deli kuzeni öldürdüm. Gidin bakın isterseniz, ölüsü Korucu Şevketlerin yıkıntılığı önündedir."
"Oğlum kimse ölmedi. Kuru sıkıyla insan mı ölür?"
"Kuru sıkı..."
"Biz seni jandarmaya vermek için değil, kendine zarar verme diye arıyoruz."
"Kendime zarar..."
"Zaten jandarmayı Melek Hanım aramış. Kayboldun diye. Telefonlara da bakmıyor muşsun. Jandarma da muhtarı aramış..."
Tam o sırada iki jandarma ilişti gözüne. Az ötedeki yamaç yerde dikiliyorlardı. Onları orada görüp telaşlanınca elindeki tüfeğin namlusunu kendi karnına dayadı. Dayadı ama tetiği çekti mi; bilmiyor. Çektiyse eğer, patlama sesi oldu, yanmış barut koktu mu; bilmiyordu. Ama kulakları sağır, gözleri kör olmuş gibiydi gene. Başı gene uğulduyordu. Uğuldamıyor, zonkluyordu...
// Oğuz Bey, Oğuz bey! Melek Hanım geldi... //
Son günlerde çok çalışıyor, çok yoruluyormuşsun. İlacını da içmez olmuşsun. Melek Hanım, muhtara öyle demiş. Birgün birden ortadan kaybolunca, akşama da dönmeyince merak etmiş. Telefonla da bir türlü ulaşamayınca endişelenmiş. Sonra Polisi aramış. Polis, seni şehirde bulamayınca bir de Jandarma’yı aramış. Jandarma da muhtarı...
Kısık sesli birisi, sözcükleri peşi peşine sıralayıp soluksuz konuşuyor, o ise az duysa bile hiçbirini anlamıyordu. O konuşan kişi kimdi? Konuştuğu kişi kimdi? Günlük güneşlik gündüzde ışıklar içindeyken gözlerini örtmüş gözkapaklarının ötesindeki her yer, her şey bulanık sisler içindeymiş gibiydi...
Sağır olmuş kulaklarına çok derinlerden bir ses geliyordu. "Oğuz Bey, Oğuz Bey..." Bir kere, iki kere, üç kere... Şişip taş gibi sertleşmiş gözlerini zorla açıp uyandı. "Oğuz Bey, oğuz bey!" Çok derinlerden gelen anlaşılır anlaşılmaz bir ses işitiyordu ama çakışıp çarpışan milyonlarca yıldız içinde hiçbir şey göremiyordu. "Melek Hanım Oğuz Bey, Melek Hanım geldi. Eşiniz... Hazırlanmış. Sizi bekliyor kapı önünde. Kofçaz’a gidecekmişsiniz. Kırk gün olmuş öleli. Kayınpederiniz Oğuz Bey! Elli iki mi ne... Öğleden sonra mevlidi varmış. Ya da okuması mı ne... Kuran Oğuz Bey, Kuran!" Sen misin Gamze? "Gündüz gündüz neyin uykusu bu Oğuz Bey?" Dalmışım biraz. "Haydi fırla fırla! Kadın kapıda kaldı..." Neden gelmedi ki buraya? Ne acele ki, hacizden mal mı kaçırıyoruz? "Haydi kıpırda! Onu bilmem ama Melek Hanımı geç bırakırsan o cadaloz kaynanan kulaklarını çeke çeke upuzun yapar, kıpırda biraz..."
...Çünkü rüyalar alemindeki sen, gerçek sen değilsin. Hatta gerçek sandığın kendin bile sen değilsin. Gördüğün ve bildiğin o, sadece seni taşıyan bir beden. Hani görüyor sandığın iki gözün var ya, aslında uyurken gören onlar değil, üçüncü bir göz. O alemlerde gezinen sen sandığın sen’in dili yok, kulakları yok, burnu yok. Hem dilsiz, hem kulakları ve hem de burnu deliksiz, hem de tepe gözlü birinin yaraları sızlar, kesikleri kanar mı hiç? Ölen ruh değil beden iken uykudayken bedeni terk edip ruhlar değil de rüyalar aleminde gezinen bir ruh, öyle kolayca ölür mü sanıyorsun? Kaçamak yaptığı yerde sıkıyı görünce dönüp kendi alemine gelecektir elbet. Verilen süre dolmamış ve görünürde Azrail de yokken başka seçeneği mi var?
Tevfik Tekmen Kasım/2020 Kırklareli
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.