- 624 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
936 - DEVERAN
Onur BİLGE
Bizim iki kafadar yine öğle namazından beraber döndüler. Dede topallıyor, Sadullah Bey bitkin görünüyordu. İkisi de yıkılacak yer arar gibiydiler. Dedenin özel minderli iskemlesi daima onu bekler vaziyetteydi. Ona kimse oturmazdı. Genelde sol tarafına da arkadaşı otururdu. Dede yerine geçerken, solundaki sandalye boşaltıldı. Oturmadılar adeta çöktüler. Yığılıp kaldılar. Bir süre soluklandılar, sonra söyleşmeye başladılar.
“Köşeyi dönüverecekmişim gibi geldi inan ki! Namazı zor tamamladım! Dolaşım bozukluğu nedeniyle ayaklarım şişiyor. Ayakkabılarımı çıkararak sandalyede koltukta falan otursam, giderken giyemiyorum. Camiden çıkarken de zor giydim. Gördün ya! İyice yaşlandık azizim. Her ihtimale karşı sağlık karnemi, kafa koçanım gibi yanımdan ayıramıyorum. Ne zaman, nerede, ne olacağı belli değil!” dedi Sadullah Bey. Dede de yakınmaya başladı:
“Sorma arkadaşım! Ben de biraz yürüsem, heyecanlansam, sinirlensem kalbim sıkışıyor. Nefesim daralıyor. Başım dönmeye başlıyor. Dengem bozuluyor. Doğru söylüyorsun. Kafa kâğıdımız eskidi bizim.”
“Ölümü sevinçle karşılamamız lazım aslında ama bu arada hayattan da kopmamalıyız. Takatimiz kesilinceye kadar yapmak istediklerimizi yapmalı, ecel geldiğinde, bir rehberi, bir yoldaşı beklercesine Azrail’i bekler vaziyette olmalıyız.”
“Her şeye rağmen öylesine hayat dolu olmalıyız ki canımızı kaybetmiş olsak bile ruhen, yeni kazılmış kabrin mis gibi serin toprak ve ezilmiş taze çim kokusunu duyabilmeliyiz. Kanımızda dolaşan, terimize bulaşan, yatağımıza yorganımıza sinen ilaç kokusuyla yaşamaya alıştığımız gibi nefessiz kaldığımızda da tabiatı doya doya soluyabilmeliyiz. Kabristanın çam kokusundan ve çeşitli çiçeklerinin rayihasından mahrum kalmamalıyız.”
“Ölsen de dünyayla bağlantıyı kesmeden yana değilsin anlaşılan. Hani ölmeden önce ölmekten bahsediyorduk? Hani yeryüzünde ölü gibi dolaşacaktık? Şimdi fark ettim, ben de senin gibi düşünüyorum. Bu yaşa gelmişiz, hayattan kopamamışız. Yaşamak çok güzel aslında! Ne olursa olsun, dünya çok güzel!”
”Her zaman gülümsemeliyiz önderimiz gibi… Hastalıklarımızı ve nihayetinde adım adım yaklaşmakta olan ölümü kabullendiğimize göre can vermenin bile tadına varabilmeliyiz.”
“Nasıl öğrettiler bize tasavvufu? “Büyük bir ayna kırılmış. Kırılıp yere saçılmış. Kâinat içine düşmüş. Düşmüş ama paramparça...” Vahdet-i Vücut felsefesi... Ayna kırıklarından bakanlardan biri olarak var oluşu, sevinciyle kederiyle, mutluluğuyla, azabıyla, huzuruyla huzursuzluğuyla, hastalığıyla sağlığıyla, derdiyle neşesiyle, doğumuyla ölümüyle olduğu gibi kabul ederek acı tatlı her olayı tebessümle karşılayan bir Şeb-i Arus anlayışında olmalıyız.”
“Bedenimiz zamanla çözülecek, parçacıklarını emaneten aldığı toprağa iade edecek. O zerreler fidanların, ağaçların köklerinin içlerinden geçerek yapraklarından, çiçeklerinden hayata gülümsemeye devam edecek. Tebessümlerinde gönüllerimizin güzellikleri sergilenecek. Onlarla beslenen hayvanlara geçeceğiz hücre hücre… Kimine et olacağız, kimine süt… Belki de bedenlerimizde ilk insanların parçacıkları bile vardır. Düşünüyorum da… Kim bilir yağan yağmurda kimlerin buharlaşan kanı, esen rüzgârda kimlerin nefesi vardır! Aynı hava, aynı su, aynı toprak devir daim etmiyor mu! Biz de katılacağız deverana…"
“Ölümün de hayatın bir başka bölümü olduğu bilinciyle kabir hayatımızda da huzur dolu olmalıyız. Köşeyi dönüp Sevgili’ye kavuşurken, bir oyun ve bir eğlenceden ibaret olan dünya hayatını geride bıraktığımız için hayıflanmak şurada dursun, sevinçten eteklerimiz zil çalmalı! Allah’ı gerçekten seven, Dost’una arzu ve coşkuyla gider.”
“Ölüm provaları yapmalıyız. Nasıl olsa o an gelecek ve biz de herkes gibi sahneye çıkacağız. Perdenin açılacağı anı heyecanla beklemeliyiz.”
“İnşallah, gözlerimizin perdesinin de açılacağı o en önemli anda Cemal görürüz! O muhteşem ânın sevinç ve mutluluğunun tadından, ölümün acıtan yanını duymayız. Ölüm Meleğinin rehberliğinde, Sevgili Peygamberimizin, Cihar-ı Yar-i Güzinin Ashab-ı Kiramın, cümle Enbiyaullah ve Evliyaullahın yanlarına gider, onlarla tanışır konuşuruz! Onlara komşu oluruz İnşallah!”
“Âmin!.. Neden olmasın! Kişi sevdiğiyle beraber…”
Ramazan orucundan vazgeçemiyorlar, hastalıklarına rağmen bırakamıyorlardı. İkinci yarı haliyle ilk yarıdan daha zor geçiyordu. Kadir gecesi yakındı. Onların da Kadir geceleri yakındı. Dünya hayatının ellerinde kalan her gününü oruçlu gibi yaşıyorlar, hayatın ve ölümün kadrini kıymeti bir kez daha idrak edecekleri için huzurlu ve mutlu bir şekilde, Şeb-i Arus olarak gördükleri bayramı iple çekiyorlardı. Ölüm, düğün bayram olacaktı onlar için. O an gerçek bir vuslat ânı…
Gerçi kimin kimden önce öleceği belli olmazdı ama onlar Azrail’in nefsini enselerinde hissediyorlar, adeta onunla arkadaşlık ediyorlardı. Kendilerince ölüme hazırlanıyorlar, hemen kalkıverecek misafir gibi oturuyorlardı.
Benim için zaman geçecek gibi hayat bitecek gibi değildi. Ölüm o kadar uzaklardaydı ki! Ayağıma dolanan hastalığım da yoktu. Aksine hiç bitmeyen bir enerji… Ailem yanımdaydı, arkadaşlarım etrafımdaydı, platonik aşkım karşımdaydı. Hayat Bursa Ovası gibiydi. Yemyeşil, çiğdem çiçek… O kadar düz ve geniş… Uçsuz bucaksızmış gibi görünüyordu.
Beklentilerim vardı. Hayata atılacak, başarılı olacaktım. Başarılı olacaktım! Hiç değilse bir dalda… Resim olabilirdi, edebiyat olabilirdi ya da hiç de hoşlanmıyor olsam da ticaret olabilirdi.
Sıfırdan başlamak isterdim iş hayatına. Emek yoğun bir iş kolu seçerdim mutlaka. Örneğin bir triko makinesiyle başlayıp, önce bir atölye, sonra da fabrika kurabilirdim. Pek çok kişiye gelir kaynağı sağlamanın hazzını tadabilirdim.
Diyet yapanlar için yemek yapılan bir iş yeri açabilirdim. Kahvaltı, öğle ve akşam yemekleri için kalorileri belirlenmiş yemeklerin, ara öğünler için atıştırmalıkların paket halinde hazırlanması ve servis edilmesiyle bir çığır açabilirdim. Böylece obez bir toplum haline gelmememiz için benim de katkım olurdu.
Belki de gelecekte insanlar yemek pişirmez olacak, tabletler ve şuruplarla beslenecekler. Şimdi bile açlıklarını ayaküstü bir şeyler atıştırarak yatıştırıyorlar. Özellikle sabah ve öğle öğünlerini bu şekilde geçiştiriyorlar.
Bir önceki nesil dengeli beslendiği, kendilerine “Eski Toprak” denildiği halde bizimkilerin halleri hiç de iç açıcı değil. Acı patlıcanları kırağı çalmış!
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 936