- 536 Okunma
- 1 Yorum
- 3 Beğeni
803 - İÇ SIKINTISI
Onur BİLGE
Sadullah Bey’in konuşmalarından anladığıma göre Eskişehir’de pek çok sohbete katılmış, epey rehber şahsiyetle tanışma fırsatı bulmuş, onlardan feyz almış. Laf arasında, kürsü önünde ağlayan, davul önünde oynayan insanlardan bahsettiğine göre de tasavvufta bayağı yol almış olsa gerek! Benim de son zamanlarda merak sardığım konu... Onun için o ikisinin konuştuklarını dikkatle dinliyor, önemli bulduğum sözleri tek sözcük kaçırmamaya çalışarak not alıyorum.
“Canları sıkılanlar neden can sıkıcı olurlar acaba?” diye fısıldıyor Neşe kulağıma.
“Sıkıntılarıyla can sıktıkları için. Sorunlarını anlatsalar, belki çözüm bulunur. Onları kıskançlıkla saklıyor, yaramaz çocuklar gibi ortama salıyorlar.”
“Ne yapmaları lazım?”
“Evde bırakmaları lazım! Senin mi canın sıkılıyor? Sorun ne?”
“Annemi mutfakta, yerde ölü buldum ya... Kalp krizinden vefat etmişti. Bizler nasıl, nerelerde öleceğiz acaba? Yanarak mı donarak mı? Derdim bu!”
"Allah: “Nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz.” demiyor mu! Yani ne ekersek onu biçeceğiz.”
“Annem ne ekmişti?”
“Kim bilebilir Allah’tan başka! Tam anlamıyla kendisi bile bilemez. Ne ektiyse onu biçmeye gitti. Bence diktiği en güzel ve en faydalı ağaç sen olmalısın. Boyuna çiçek açıyor, meyve veriyorsun! Yediverensin Maşallah! O da orada toplayıp duruyor! Hayırlı evlat bırakmış geride. Amel defteri kapanmamıştır. Arkasından gönderdiğin hayır ve dualar İlliyyın’a çıkıyor, iyilik hanesine kaydoluyordur! Allah korusun, Siccîn’e de çıkabilirdi!”
“Kötü işler öğretilen evlatlar da vardır. Evet ya! O neyi ne kadar yaptı ya da yapamadı bilmem ama bize iyiyi, güzel, doğruyu öğretmek için çok çırpındı! Allah ondan ve onun gibi annelerden yerden göğe kadar razı olsun! Mekânları cennet, seyrettikleri Cemal olsun!”
“Bir de yanarak ölenler var. “Yanarak mı donarak mı?” dedin ya...”
Biz bunları konuşurken farkında olmadan sesimizi yükseltmiş olmalıyız ki Define de sohbetimize dahil oldu. Halbuki o, Sadullah Bey’le konuşuyordu.
“Ateş, bizim gözlerimizin gördüğü gibi mi? Su gerçekten boğar mı? Hepimizin ateşi var. Vücutlarımızın çoğu su... Aşk yangınından kaç kişi mustarip oldu? Istırap çekenlerden kimlerin haberi oldu? Kimsenin haberi olmadan kaç kez ölüp dirildik! Kaç kez suda değil de soluduğumuz havada boğulduk! Yoksa bunlar felaket değil miydi! Görünen ateşte yanan bir defa yanar. Suda boğulan bir kere boğulur. Baş gözüyle gördüğümüz felaketler, olayın sadece bir boyutu... Geri kalan boyutlarını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Tıpkı ta ana rahmine düşmeden önceki zamanlarda hangi aşamalardan geçtiğimizi bilmediğimiz gibi... Sahi ne kadar bilgimiz var? Sizi bilmem ama benim bildiğimin tümü de dedikodudan ibaret... Ondan öte değil! “Çıkmakta olan canı geri çevirsenize! Ona siz mi daha yakınsınız, biz mi!” Bu bir ayet... Buradan başlamalısınız düşünmeye.”
“O anda Allah onu rahmetiyle kuşatıyor.” dedi Sadullah Bey. Sonra sohbet o ikisi arasında devam etti.
“O halde?”
"İyi insanlar, Cemal seyretmenin hazzı içinde acı falan duymuyorlar. Zaten çok şiddetli acıların hissedildiği bölgeler uyuşur. Yani sinirler, ağrıyı sancıyı iletmez olur. Doğumda da oluyormuş. Taşikardi olmaması, annenin kalbinin durmaması için sinirler belli bir yere kadar duyarlılığını muhafaza ediyor, sonra devreden çıkıyormuş. O an, ölüm anıdır aslında!”
“Çok fazla yanıklar hiç acımaz mesela. Az yanık acır. İnsanın nasıl öldüğü değil ki önemli olan. Allah’ın takdir ettiği şekilde ölür. Önemli olan, nasıl yaşadığıdır! Sadullah Bey, gayet iyi açıkladın sistemi. Demek ki ölüm anında her şey değişiyormuş. Dahası da var! Her nefes alış verişimiz de ölme ve dirilmelerdir. Dirilikle ölülük kavramı da değişiyor. Bunu hepimiz yaşamış ya da yaşamaktayız bir şekilde. Hiçbir şey göründüğü gibi değil... Biz olaylara sadece bir boyuttan bakabiliyoruz. Fiziki mekanizmayı çalıştıran şeyin ne olduğunu bilen birini tanıyamadım maalesef. Siz tanıdınız mı?”
“Ben, bazen ibadet ederken o boyuta gidip geliyorum. Rabıtada ise ölümden öteye bazen... Huşuyla, ihlası beraber yakalayabilirsem, namazda özellikle... Işık varlıkları görüyorum. Benden yukarda değiller. Galiba insana saygıları var. Secdeyle göz hizası arasında oluyorlar.”
“Bunu daha öce de konuşmuştuk.”
“Belki de ben sadece o kadar yere bakabildiğim için... Bazı namazlarda çok oluyorlar. Bazen sadece iki, bazen beyaz, çok olunca açık yeşil...
“O gördüğün şeyler, senden uzakta değil. İçinin ta kendisi!”
“Beynimin içinde de aynıları var. Gözümü kapatınca oradan seyretmeye devam ediyorum.”
“Dedim ya... Dışarıda, gayrı zannettiğin ne varsa, o senin içindir.”
“Yok canım!”
“İnsanın iç âlemi evren kadar derindir!”
“Madde de mi içim?”
“Aynen öyle...”
“Algılama mekanizmamız onları öyle algılamamızı istiyor da ondan öyleler. Aslında belki güneş parlak ya da sıcak bile değil... Bunu demek istedin galiba.”
“Evet. Onu kastettim. Mekanizmanın kuruluşu böyle...”
“İbrahim’e ateş serin oldu mesela...”
“Ateş yakmaz. Ateşin hakikati yakar.”
“Yani algılama mekanizmamıza göre şekli, rengi, sıcaklığı değişir.”
“Biraz önce doğum sancısı misaliyle ne güzel anlattın!”
“Herkes doğru görüyor ama astigmat eğri görüyor.”
“Bunu başka boyutlara taşı, bak neler çıkacak!”
“Oysa herkes aynı miktarda astigmat olsaydı, doğru bilinenler eğri olacaktı. Doğruya eğri, eğriye doğru diyecektik. Aynen onun gibi... Genelde ne yüklendiyse...”
“Kur’an bu yüzden can gözünü ve can kulağını önemser.”
“Yani Allah bize neyi ne kadar ve nasıl algılamamızı emrettiyse, onu o kadar, o şekilde algılıyoruz. Renkler bize lazım, köpeğe lazım değil demek ki. O siyah beyaz görüyor. Fakat o melek veya Azrail’i görüyor. Kim bilir niye? Biz göremiyoruz.”
“Bizden görenler de var. Ölüm anında bildirenler çok! Müminin basiretinden korkulur. Çünkü o, Allah’ın nuruyla bakar.”
“O başka... Allah’ın nuru, çok tefekkür ve zikirle inen bir büyüteç, bir dürbün, bir röntgen aleti veya sonar gibi... Onu elde edenler, eşyaya farklı gözle bakabilirler. Tefekkür ne kolay ve ne güzel bir ibadet! Allah, insanı düşünmeye sevk ediyor ki iç sıkından kurtulsun ve rahatlasın! Dış dünyadan kopsun, kendi içinde mutlu olsun!”
“Tefekkür kavramını bile yeterince bilemiyoruz.”
“Fakat insan dünyanın jelatiniyle o denli meşguldür ki onun yaşattıklarını mutluluk sanır. Çocukken oyun, büyüyünce aşk adını alır onlar.”
“Evet! Oyun ve aşk, hayatın iki oyalayıcı ve uzaklaştırıcı nesnesidir. Oyun biter, aşk başlar. Aşktan sonra cinsel aldanışlar...”
“Onlar, neslin devamı için verilen şiddetli dürtülerdir. İşte onu aşk sanan çoktur. Oraya takılır, tökezler durur insan!”
“Bir zamanlar beni de fena takmıştı çarkına! Kendime neden kızdığımı, neden o kadar tövbe ettiğimi sormuştun ya... Ondandı. Bu konuda denilmesi gerekenleri en güzel cümlelerle anlattın. Diline sağlık!”
“İnsan aşk sandığı aldanış halinde, kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi gibi döner durur kendi etrafında... İlerleyemez. Öteye bakamaz, kuyruğunun ucuna bakmaktan!
“Gönlün konuşuyor! Ne güzel bir insansın!”
"Güzellik benden değil... O rehber şahsiyetlerden..."
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ – 803