- 768 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
-ATATÜRK YAŞIYOR MU?- (2)
Bir şiiri ya da marşı, bir makaleyi veya sosyolojik bir metni okur gibi okuyamayız. Söz gelimi hamaset şiirin doğasında vardır. Kahramanlık şiirlerini hamasi nutuk atmış şair diyerek eleştirmek havada kalmaz mı? Ya da oradaki sembolizmi, teşbihi göz ardı ederek tenkidin dibine vurmak ne menem bir yaklaşım olur acaba?
Örneğin “On Kasım” adlı bir şiirde “Ata yaşar kalplerde, Her saniye, her zaman. Var mıdır tarihlerde, O’ndan üstün kahraman?” demekte şair. Hece vezniyle örülmüş, insanı etkileyen, hislendiren bir şiir hani. Şimdi burada yahu Atatürk kimin gönlünde her an atar veya yaşar, ne alaka şeklinde sorgulamak ya da muhtelif inanç sistemlerinde Allah’a, Tanrıya, yaradan varlığa atfedilmiş bir hususiyeti kim olursa olsun dünyevi bir kişiliğe izafe etmek doğru mu şeklinde sorgulamak yanılgılı ve yanıltıcı bir yaklaşım da olabilir. Yine cihan tarihinde ondan üstün kahraman olup olmadığı bahsi. Bu 10 Kasım üzerinden sergilenen güçlü bir vurgu, mecazi bir söyleyişte olabilir. Şair, sair zamanlarda farklı tarihsel kişiliklerin heybetinden, haşmetinden de etkileniyor olamaz mı?
Yanlış anlaşılmasın, bu eğer bir makale, inceleme metninin cümlesi olsa idi eleştiri yerini bulabilirdi. Oysa şiir söz konusu olan. Kendi hesabıma ben, zihnimde uyansa dahi bu ifadeyle mısra düşmezdim. Seküler bir kavram yahut kişiliği yüceltirken daha farklı bir hassasiyet duyardım. Ne ki, şairi duygulanımı, coşkusu, heyecanı üzerinden sorgulamayı çokta anlamlı bulmuyorum açıkçası.
Kuşkusuz kimi Atatürk şiirlerinde bir abartı hatta ölçünün kaçması hali karşımızdadır. Mesela meşhur Mevlid-i Şerif’in bir dönem Atatürk’e uyarlanması, şairin özgün bir tasavvuruna dayanmayan, Hz. Peygamber hakkında Süleyman Çelebi tarafından asırlar önce dinsel inanç ve değerlerin bir nişanesi olarak kaleme alınan bir esere nazire yapmak, farklı bir kavramsal yapıya uyarlamaktaki öykünmecilik, ayarsızlık, tutarsızlık düşündürücü olmaktadır. Atatürk gibi söylem ve eylemlerinin dinsel kavramlara karşılık gelmediğini özellikle vurgulayan bir kişiliği uhrevi kavramlara irca ederek anlatmaktaki garabet aklıma geliyor.
Yahut bir başka şiirdeki “Kâbe Arabın olsun, Çankaya bize yeter” dizeleri şiirselliğin, lirizmin canına okumuyor mu acaba? Bir kere Çankaya bir ulusa, devlete ait siyasi bir makam, Kâbe ise dünyanın dört bir yanında farklı milletlere, dinlere, kültürlere, renklere mensup insanların ziyaret ve ibadet ettiği, mistik inanç ve değerlere karşılık düşen bir mekân tasarımı olmakta. O denli apayrı iki yapı ve dünya arasında mukayese yapmak, uhrevi ile dünyeviyi birbirine katmaktaki bilgisizlik, şuursuzluk belki de dalkavukluk önümde açıkça.
Bunları niçin mi anlattım? “Sapla samanı” yahut “Elifle merteği” birbirine karıştırmak misali hal ve durumlar o kadar başımızı ağrıtıyor ki. Sıkıntılarımızda, rahatsızlıklarımızda hayli pay sahibi ögelerdir kanımca.
Tam da bu noktada girişte yer verdiğim dizeleri dahi yukarıda söylediklerimin aksine duygusallığa gömüldüğümüzün, çok fazla gömüldüğümüzün, gerçekçi ve analitik analizlerden uzaklaşmamızın bir nişanesi olarakta okumak istiyorum.
Tarihsel kişiliklere hayranlıkla düşmanlık, sevgiyle nefret arasında dokunan ve farklı derecelerde ifadesini bulan yaklaşımlarımızın doğasını da bu aşırı duygusal yaklaşımlar tayin ediyor olamaz mı? Kuşkusuz değer bilmek, önem vermek farklı ve mantıksal yaklaşıma dayalıdır.
Bunun gibi, Atatürk yaşıyor. Ama nasıl, ne şekilde? Yeni, yepyeni gelişmelerin harcında, zıt durumların dahi özünde diyebilirim açıkça.
Örneğin son yirmi yılın gelişme çizgisi, trendleri ile erken cumhuriyet arasında diyalektik bir bağ kurmak şaşılası olmamalı. Hiç şüphesiz arada geçen çok partili dönem evreleri ve ara dönemlerle de örülü olarak ele almalıyız.
Dönemlerin gerek özellikleri, gerekse izlenen siyaset, yapılanlar arasında önemli farklılıklar olduğu muhakkak. Yüzyıllık bir zaman farklılığı yanı sıra dünya da aynı dünya olmamakta. Açıktır ki, 20’inci asrın ilk yarısı insanlık tarihinin en negatif gelişmelere sahne olan, uygarlığın dibe vurduğu evrelerinden birine tanıklık etmektedir. Devrin dünya çapında edebi, felsefi, sanatsal akımlarına bakıyorsunuz; Dadaizm, Sürrealizm, Varoluşçuluk, Dışavurumculuk misali dış dünya objelerinin değil de bireyin iç dünyasının öne çıktığı saçma, absürt, şuuraltı, akıl dışılık gibi kavramların etrafında düşünce ve hislerin yoğunlaştığı evreler dünya savaşları, ekonomik buhran ve çöküntü ögelerinden beslenmektedir.
Oysa öncesi itibariyle 19’uncu asra yine batı dünyası düzleminde baktığımızda tam tersi olarak Pozitivizm, Materyalizm, Realizm, Natüralizm gibi fikir ve edebiyat akımlarının hakimiyet kazandığı bir süreç izlenir. 19’uncu yüzyıl Fransız Burjuva Devrimi ve İngiliz Sanayi İnkılabının doğurduğu etkileşimlere sahne olur. Kapitalizmin Feodaliteyi yıkarak yükseldiği evreler felsefeyi maddesel temelde bir bakış açısıyla inşa etmektedir. Feuerbach’ın mekanik maddeciliği yerine Marx’da diyalektik materyalizm, Büchner’de Vülger özdekçilik (maddecilik) anlayışı etkinlik kazanır.
Bu tasavvurların ve hayata, evrene yaklaşım biçimlerinin Osmanlı aydınlarını etkilemesi kaçınılmaz bir hal almaktadır. İçe kapalı gelenekçi yaklaşımlar bu tarz düşünsel etkilenmeleri bir biçimde ihanet olarak okusa da batı birkaç asırdır iktisadi ve teknolojik düzlemde güçlü ve yeryüzünde hakimiyetini duyuran olmaktadır. Osmanlı ise Muhteşem Süleyman devrinin oldukça uzağındadır. İslam dünyası da tümden binyıl öncesinin Bağdat, Kurtuba, Semerkant, Buhara merkezli medeniyet havzasının yıkıntıları altındadır artık. Anılar devresi çoktan son bulmuş taassup evresi sultasını kurmuş bulunmaktadır.
Şu kadar ki, bu söylediklerim batılılaşma tarihimizi kalıp halinde ya da olduğu gibi özümsemek, benimsemek hiç değil. Tümden redde edebiliriz hatta. Ne ki, gerçekçi sonuçlara erdirmez bizi. Neyin nereden gelip nereye gittiğini objektif ve analitik çizgide ölçmek yerine kör bir nefret psikozunun girdaplarında yuvarlanır dururuz. En az iki yüzyıllık dünya, İslam ve Türk aleminin safhalarını sağlıklı biçimde ölçüp biçmeden safra atmanın ötesine geçemeyiz. Neredeyse bir gecede, günde ya da birkaç yılda çöktüğümüzü zannetmenin afyonkeş halini yaşar dururuz.
Cumhuriyet Osmanlı’nın yükselme devrini, İslam alemi açısından da Endülüs evresini müteakip mi kurulur? Elbette hayır.
Şöyle ki, önemli ölçüde Fransız ihtilali devrinin filozof ve politika adamlarından mülhem bir Jakoben laisizm evresinden geçtiğimiz doğru. Ve bunun bizi bir alt üst oluşa sürüklediği de inkârı mümkün mü acaba? Kimi zaman karşı devrim dediğimiz süreçler gerçekte etki tepki, ifrat tefrit mekanizmalarının işlemesiyle örülü siyasal, toplumsal evreleri de karşımıza çıkarmıyor mu acaba? Batı dünyası da aynı evrelerde yerinde saymadı şüphesiz. 19’uncu asrın farklı maddecilik anlayışları arasında savrulan dünyası, 20’inci yüzyılın ilk yarısının ekonomik, politik çöküntülerle örülü bunalım felsefeleri derken ikinci dünya savaşı sonrasının daha ziyade iyimserliğe, umut yüklü bir dünyaya kanat açtığını, dini inançların, mistik eğilimlerin, ruhsal terapi kaynaklı anlayışların aydınlar arasında bile etkisini arttırdığını söylemek bilmem ki mübalağa mıdır?
Yine savaş öncesi totaliter rejimlerin yerine demokrasi inancı tazelenir. Ekonomiden başlayarak toplumsal, siyasal alanlara doğru bir liberal dalgalanma da etkisini gösterir. Nihayet geçtiğimiz asrın sonlarına doğru doğu bloğunun da çöktüğü görülmektedir. Bu gelişmenin kimi aydın çevrelerde bir boşluk, bir buhran doğurduğunu söyleyebiliriz. Demem şu ki, yerine aynı güçte başka bir şey koyamamanın doğurduğu yalpalamalardan, psikolojik kırılmalardan söz edebiliriz.
Ne var ki, insan çevresine en iyi uyum sağlayan varlık değil midir nihai noktada? Ve insan doğanın, toplumun, tarihin devinimlerini, hareketlerini, dalgalanmalarını gözleyen, izleyen ve çözümleyendir de.
-DEVAM EDECEK-
LT
YORUMLAR
İlk yazınızı da okumuş yorum yapma fırsatı bulamamıştım
Bir insan ardında insanlığa faydası olacak bir şeyler bıraktıysa cismen ölüdür ama gönüllerde yaşar yaşamaya da devam eder. Birileri çıkıp bu sevgiye farklı manalar yükleyip şiirler yazar yazılar yazar ve verdiğiniz örnekteki gibi, teşbihte hata yapabilir sevgisini mübalağalı bir şekilde dile getirebilir ki verdiğiniz örnekte de kahraman demiş, gönüllerde yaşar demiş bu ifadeye ulvi bir varlıkmış gibi bir değer isnat edilmiş mi bu tartışılır. Anne babamız da öldüğünde öldüğümüz güne kadar anıyoruz ve bizimle birlikte yaşamaya devam ediyorlar bu onlara peygamber haşa ya da daha büyük bir değer atfetmek değil sanırım, ya da ben öyle düşünüyorum.
“Kâbe Arabın olsun, Çankaya bize yeter” bu çok yersiz ve talihsiz bir dize, dize bile değil paçavra. Allahın evini kim Çankayayla kıyaslayabilir. Ve artı tüm müslümanların mabedini neden kim sadece araplara hibe ediyor. Çankayada yaşayan biri olarak ben hiç öyle düşünmüyorum.
Övülen uğruna şiirler yazılan ulvi yerlere konan insan yaşıyorsa yazılan çizileni biliyorsa ve buna sessiz kalıyorsa her tür kötü sözü hak ediyor benim nazarımda ancak Atatürk şu an cismen yaşamıyor ve kendine söylenen ne iyi ne kötü söze cevap veremez o yüzden verdiğiniz örneklerde yazılan çizilenler yazanları bağlar. Atatürk'ü sevenlere ataputçu diyen bir kesimde var ben Atatürkü seven bir insan olarak ve bir müslüman olarak putperestmiyim? Vesselam topluma malolmuş ve birçok gönülde yer bulmuş bir liderdir Atatürk ve kendini fütursuzca sevenlerin yaptıklarından da sorumlu değildir naçizane bu benim görüşümdür. Devamı gelecekmiş madem yazınızın bekliyoruz efendim.
Sevgisinde ve sözlerinde ölçüyü kaçırmayan bir toplum olmak dileğiyle.
Kaleminize sağlık çok uzatmışım lafı :)
Battal BAŞARAN
aynen katılıyorum...
levent taner
Her harfi altın suyuna banılmış sözlerinize katılmamak mümkün mü?
Naçizane yazımın gerek ilk gerekse ikinci bölümünde Atatürk'ün kişiselliğinden ziyade toplumumuzda ve siyaset dünyamızda karşılaştığımız, hatta farklı yönlerde karşımıza çıkan Atatürk ve Cumhuriyet dönemi algısını hedefledim özünde
Yoksa Atamızın gerek geçtiğimiz asırdan bu yana dünyanın en büyük lideri olması, gerekse en büyük Türk kimliği, yanı sıra insanlık tarihinin devlerinden olması hususiyeti bende saklıdır kuşkusuz
Dolayısıyla mütevazi yazıma attığım başlık ya da kullandığım örnekler sizi tenzih ederek ikircikli olduğum yahut davrandığım manasını vermemeli
Hani bizde meşhur bir deyişte vardır
"İşkilli büzük dingilder" sözünün kapsamına girmek noktasında kendimi tenzih etmek isterim
Nihayet
Yazımı açan şık ve zarif yorumunuz noktasında şükran hislerimi sunmak isterim
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket hanımefendi
Saygı ve selamlarımla.