- 424 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
-DEMOKRASİ HANGİ RUHİ İKLİMDE?-
“Zihin fukara olunca, fikir ukala olur” sözünün gerçekliği karşılar bizleri kimi zaman. Söylenenin illa ki aksini söylemek. Sorgulamak ile muhalif psikoloji geliştirmek arasındaki farklar akla gelebilir. Kültürel birikimden yoksun katı ideolojik tasavvurların taassubu burgu gibi oyar beyni. Yüzeysel bir bakış hakim olur. Detaylar devreden çıkar. Oysa yaşam ayrıntılarda gizli değil midir nihai noktada?
Zıddiyetten beslenen insanlar var. Ruhi bir ekşime, çürüme hali mi? Belki de. Sevmemek üzerine bir dünya kurmak. Sevmiyorum demenin dayanılmaz hafifliği. Sevmem ben onu ya da o şeyi demek suretiyle iletişimi tıkamak. Hiç kuşkusuz sevmediklerimizde vardır. Hayır demek, diyebilmek kişiliğin tezahürlerinden biridir. Ancak detayları küçümseyerek baraj koymak, diyalog iklimini zehirlemekse bağnazca bir tutum kanımca. Düşünce kanallarını tıkayan duygu temelli olumsuzluklar. Dişlerinin arasından yükselen sevmem, sevmiyorum nidası. Dinleyip anlamaya kapalılık. Kuşkusuz bireysel dünyamızdaki doyumluluk, doyumsuzluk ögeleri de tayin edici olmakta.
Elbette fikirler farklı olacak. İnsandan insana benlik, kafa yapısı farkları ve bunların ardındaki bedeni, ruhi, genetik ögeler, muhit, aile yapısı, eğitim, kültür, vs. farklılıklar. Ancak birde olumluluk, olumsuzluk eğilimi, müspet, menfi düşünce kalıpları, yapıcı, yıkıcı eleştiri tarzı misali durumlar kendini göstermekte. Her konuda kendine kadar saygı bekleyen, farklı olanla empati kurmaya, objektif bakmaya sıra geldiğinde yan çizen insan evladı. Kendi duygularına, değerlerine ucu dokunduğunda sızlanan, farklı olanı ötekileştirmekte beis görmeyen canım insanoğlu. Ön yargıların binbir mazereti bekler gönülleri.
Hiç şüphesiz tarafsızlıkla, objektifliği ayırmak gerekir. Siz bakmayın objektifliği tarafsızlık olarak tanımlayanlara. İnsanın bir tarafı illa var, olmalı da. Objektiflik farklı olanın kimyasına inmek, inebilmek. Bilgisayar sisteminde kullanıcı yerine geçmek misalidir. Kurumsal bir sitede bir müşterinin, müracaatçının işlemini yaparken geçici olarak onun yerine geçmek. Orada mı kalıyoruz sürekli, artık çıkmıyor muyuz o sayfadan. İşlem bittiğinde çıkıyoruz değil mi? Demem şu ki, tarafı olmakla tarafgir olmamak özünde çelişki teşkil etmemekte.
Tarihsel, toplumsal, siyasal, kültürel alanlarda farklı olanın doğasına inmek ve gerçekliği süzmek meseledir. Bireyleri değerlendirmek noktasındaki adaletle emsaldir bir bakıma. Ülkemizde bu hususlar problemli midir? Teoride çoğumuz hoşgörü, saygı, adalet dedi mi mangalda kül bırakmayız da, tatbikat sorunludur biraz. Bunda meşhur jeopolitik konumumuzun da rolü var şüphesiz. Bizi hem besleyip büyüten hem de kozmopolitliğe sevk eden kıtalar arası geçiş yeri tabir ettiğimiz coğrafi konumumuz ve bunun artıları, eksileri. Ancak bu durumu mutlak bir faktör zannetmekte yanlış. İnsanın bireysel benliği zırh gibi kuşatmakta onu ve zindanı halini almakta. Aynı zamanda insan kültür içerisinde doğup yetişmekte. Salt coğrafi konum farklarıyla sınırlı olmayan evrensel bir gerçeklik bu.
Yine özgürlüğü/hürriyeti savunuyoruz da en veciz ifadesini hukuksal alanda bulan sorumluluk, yetki, hak, ödev diyalektiğini kaçırıyoruz. Oysa o kadar farklı alanlar rehberlik eder bize. Muhasebenin T cetvelini düşünelim. Borç alacak, gelir gider dengesi mesela. Ya da bir ilaç prospektüsünde endikasyonlar, uyarılar, komplikasyonlar, dozaj sistematiği söz gelimi.
İstiyoruz ki, her şeyi her türlü söyleyelim. Oysa ne söylediğimiz kadar nasıl söylediğimiz esas değil midir? Evet “hakikat olsun da odundan olsun” da deriz. Ancak bu daha ziyade edebi türlerden hicvi anımsatır bana. Söz, taşlama, yergi ustaları vardır çağlar boyu. Onlar dahi ne cefalar çekerler. “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” deyişinin muhakkak bir müdafi elbet değilim. Bu yolda yaşamını yitirmiş insan varlığı hürmete ve takdire layıktır kuşkusuz. Ancak fizik düzlemde yaşadıkları da tarihin ibretlik hadiseleri olmalı.
Günlük hayatta da en son söylenecek sözü en başta söyleyen, sözün başını sonunu kestiremeyen yahut hiçe sayan, taşı gediğe koyduğunu zanneden insan evladı. Ben düşündüğümü söylerim, alan alır, almayan almazlar. Oysa sözcüklerin kifayetsiz kaldığı anlarda yok mudur? Ya da işlevsel konuşmak, konuşmak için konuşmamak, neticesiz konuşmalardan sakınmak. “Düşünmeden söz söyleyen sonradan düşünmeye mahkum olur” veya “İki şey insan ruhunu karartır; susulacak yerde konuşmak, konuşulacak yerde susmak” sözlerinin hükmüyle konuya eğilmekte fayda vardır açıkçası.
Şu kadar ki, bu dediklerimizin asırlara mal olan inanç ve değerler altyapısı önem arz eder. Aksi halde soyut prensipler etrafında lafazan bir dünyanın parçası oluruz ancak.
Hani derim ki, saygı, sevgi, hoşgörü, adalet, barış, özgürlük der dururuz da toplumsal yapımız zemininde aradığı karşılığı bulan kavramsal yelpaze nedir?
Söz gelimi sanat/edebiyat üretimini de besleyen din, gelenek, tarih şuuru, Anadolu’nun zengin bir kültürel birikime kaynaklık eden yüzü, binlerce yıllık Türk tarihi, bin yıllık Müslüman Türk tarihi, modern çağın doğu batı sentezine dayalı izdüşümü ve bunun Avrasya kavramına dönüşümü, vs. motifler kültürel, siyasal düzlemde karşılamaz mı bizleri? Kuşkusuz doğurduğu problemlerde tecrübi birikimimizi belirler.
Nihayet bu hususların anlamına varmaksızın insanın değerini Türk Kürt, Alevi Sünni, sağ sol üzerinden okumamakta havada kalır, sağlıklı işleyen bir demokrasiye sahip olmakta.
L.T.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.