- 701 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
ihsan asutay
Düşünce düş kelimesi hayal etmek üretmek alemi menam rüya alemi mütesadif ve mütelaki olan anlamında aslında kelime anlamı üzerinde fazla durmadan mana aleminde yorumlamaya çalışalım Cenabı Allah Kuranı kerimin enbiya suresinin 10. Ayetinde Lekad enzelnâ ileykum kitâben fîhi zikrukum, e fe lâ ta’kılûn(ta’kılûne). Lekad (and olsun ki) enzel-na (biz indirdik) ileykum (size) Kitaben (bir Kitap) fi-hi (Onun İçinde (vardır)) zikru-kum (sizin zikriniz sizi zikireden) e fe la ta kılüne (hala akıl etmezmisiniz.) Cenabı Allah hala akıl etmez misiniz düşünmez misiniz diyor ya işte insanı diğer canlılardan ayır eden tek şek düşünce kavramıdır.
İnsan ve insanlık diye iki kavram vardır insan hayvansal güdü biyolojik fonksiyonu olan canlı yani doğuştan gelen özellikler insanlık ise düşünce ve beşeriyet yaşamını ifade eder. İnsan doğal yapısı doğuştan emmeyi bilir içgüdü sel olarak dünya ya gelir yemek yediğinde aklı beyin mideye komut gönderir mide yiyeceği hazıma hazırlar hazım barsaklara oradan kana derken bir döngü içerisinde otomotik olarak o döngüyü yönetir bu insanın doğal biyolojik hormonal hayvansal tarafını temsil eder ve döngü devam eder. İnsanlık ise yapaydır. Yapay olan şey zihinsel düşünce beşeriyet içerisinde fiziksel lojik insancıl hüminal düşünce olgusudur.
Akıl idraki idrak iradeyi zekâ hafızayı ve bilgi deposunu düşünce ile birlikte eleştiri ve sorgulamayı getirir. Düşünme aygıtı da doğal ve yapay olarak ikiye ayrılır. Düşünce işlemini yapıldığı yer zihindir. Zihinde yapılan düşünce ile anlama yani anlamlandırmayı idrak eder. İdrak edilen o düşünceyi irade harekete eyleme dönüştürür.
Düşünce beşeri ve biyolojik düşüncede algı salgıyı yani var idrak iradeyi harekete geçirince olgu obje ve olay meydana gelir. Allaha inanmak algı ile inanmak imanı getirir. Başkasının algısı ile inanmak aslında inançsızlığı getirir.
İrade dilek arzu demek aslında irade iki türlüdür. Birincisi doğal olan doğal olan biyolojik ihtiyaç yem bulma gibi ikincisi ise beşeri olan oda insanlıktır yani düşüncedir. Düşünmemin aygıtları da bellek, hafıza, şuur fedakârlık ile biyolojik bilinç psikolojik bilinç ve felsefi bilinç yani bilmek düşünmektir. Düşünme içinde bilgi lazımdır çünkü kıyas karşılaştırma yapıp algı oluşturacak algıda idraki idrak da iradeyi harekete geçirsin harekete geçen irade cesaret getirir. Bu cesaret insanı iki yere götürür. Birinci Cesaret basiret feraset adalet süzgecinden sonra cennet yani ödüle görürken yine aynı zamanda ikinci cesaret ise ihtiras hırs gaflet delalet haz bencillik adavet (Düşmanlık) depresyon ümitsizlik ihanet nedamet tövbe sonuç cehennem yani cezaya götürür. O nedenle düşünerek kendimiz algılayacağız algıladığımızı idrak edeceğiz idrakimizi irademizle olgu obje ve olay çerçevesinde harmanlayarak cesaretimizi alıp basiretimizle ferasetimizle adalet süzgecinden geçirip mutlu olmanın yollarını arayacağız. Allah muhafaza cesaretimizi gafletimizle haza çevirip bencillik içerisinde Adavete (düşmanlığa) oradan depresyona ümitsizliğe evirip fetret ile ihanete ihanetten nedamete tövbeye evirsek bile sonuç cehennem ve mutsuzluktur.
Acı bir gerçek varki insan dünyaya gelirken çırıl çıplak dünyaya geliyorsun. Geldikten sonra kendisine nimetler veriliyor geçlik gibi güzellik gibi güç kuvet akıl ihtiras hırs tüm dünya nimetleri kendisine emanet ediliyor. Zamanla bunları yavaş yayaş gerçek sahibine iade etme zamanı gelince ölümle her şeyi iade edip musalla taşına geliyor. Ey insan o musalla taşına gelmeden fırsat elde iken emanete hıyanet etme.
İnsan şu kısa dünya hayıtında kendisinde olan güzel hasletlerden başkalarına da vermek suretiyle yaşadığı ortamı dünyada cennet haline getirebilmek mümkündür. Bu malı olan malından makamı mevkii olan hizmetinden ilmi olan bilgisinden sanatı olan sanatından insanlığa vermekle kendisini borçlu addetmelidir. Aksi takdirde dünyayı kendisi için düşünür kıskançlık hırs ihtiras işin içine girerse ortalık geçimsiz insan ve huzursuz toplum haline geliriz ki bu sonuç dünya nimetleri içerisinde cehennemi ahirete bırakmadan yaşamış oluruz. Yarın geç olabilir aldığın nefesi vermeye senetin yok yani olüm gelmeden rabinin sana verdiği emanetlerin kıymetini bil ihanet etmeden sahibine iade etmeyi bil.
Misale konuyu biraz pekiştirelim. Bir zengin bey hanımına soruyor ben yakışıklı mıyım hanımı evet beyim der bey ben kuvvetli kudret sahibi miyim hanımı evet bey der bey ben zengin miyim hanımı evet bey işte bu kadar mal mülk servetin var der böyle bir çok soru sıralar bey bu her şey bende mevcut olduğu halde ben hep tedirgin ve mutsuzum fakat şu hizmetçim var ya o hep mutlu mesut bu nedendir diye sorar hanımı bey siz doksan dokuz kuralını uygulayın der o nedir hanım. Hanımı siz bir keseye doksandokuz tane altın koyun üzerine de yüz altın var içinde yazın gece hizmetçinin kapısına asın kapıyı çalarak hizmetçiye seslenin ben size bir emanet bıraktım o sizin malınızdır deyin ve gelin sonra hizmetçiyi takip edin bakın bakalım ne yapıyor der. Bey hanımının dediğini yapar hizmetçini kapısına astığı keseyi hizmetçi kapıyı açıp alır içeri gider bakar bir kese altın üzerinde içinde yüz altın var notunu görür keseyi açar ve hemen içindeki altınları sayar doksandokuz altın var hay Allah der bir altın herhalde keseyi alırken karanlıkta düşürmüşüm der. Kapıyı tekrar açar kendisi hanımı çocukları sabaha kadar karanlıkta altını arar bir türlü bulamaz tabi uykusuz bitap bir şekilde sabah olur. Kızar asık surat hanımına çocuklarına eksik altını bulmadıkları için sitem eder velhasıl keyifsizdir. Bu durumu gören bey hanımının 99 kuralı ne anlama geldiğini anlamıştır. Şöyle ki Allah’ü Teâlâ’nın bize hibe ettiği 99 nimetini unutur hırs ve ihtirasla o eksik olan bir nimeti aramaya kalkarsak hem kendi dünyamızı hem de çevremizdeki insanların hayatını cehenneme çevirmiş oluruz. Bu savaşlar bu ölümler neden diye kendi kendimize insanlık adına sormuyor muyuz? Abaca neden
Bu sebepten dolayı bu kâinata yaşayan bütün mahlûkatın hakkı var insanların hakkı kadar böceğin börtünün ve hatta mikrobun bile yaşam hakkı var her kes mikrobu kötü bir şey zan eder mikrobu yaratan rabbime şükürler olsun ki mikrobu yaratmış demekten de kendimi alamıyorum.
Başta belirtmeliyim ki Devletlerin, Sistemlerin, Ahlakın, Erdemlerin, Adaletin, Kanunun, Hukukun, Popüler Düşüncelerin, Dünyalık adına her ne varsa bu düşüncelerin yerine vicdanımın sesiz sesini dinleyenlerden olmaya gayret ettim. Sevgide güneş gibi ol. Dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol. Hataları örtmede gece gibi ol. Tevazuda toprak gibi ol. Öfkede ölü gibi ol. Cahilin karşısında kitap gibi sesiz ol. Her ne olursan ol. Ya olduğun gibi görün ya göründüğün gibi ol. Diyen Hz Mevlana ile fikrim çatışa bilir olduğunu fark ettim. Mesle Hz Mevlana cahil karşısında kitap gibi sesiz ol derken itiraz edesim gelir. Çünkü İbn Kayyim de el-Cevabu’l-vafî adlı eserinde (s.136) şu ifadelere yer vermiştir: “Batıl / yanlış şeyleri söyleyerek insanlara nasihat eden, konuşan şeytandır. Hakkı söylemekten sakınan ise dilsiz şeytandır.” Yani halk arasında “haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Sözünü nereye koyacağız. Şimdiye kadar hiç kimseyi cahil olarak görmedim. Bilmediğini fark ettiysem de, benim bilmediklerimi de o biliyordur diye, ondan faydalanmaya çalıştım. Delinin bile bir fikrinin olduğunu fark ettim bazen deliden bile öğrendiklerim oldu. Hiçbir zaman da bu konuda yanılmadım… Konuşmanın, anlaşmanın kıymetini başkalarını daha çok dinlerken anladım. Umutluyum umudum var
Bazen olayların farklılığı karşısında gizlenmek isteseniz bile görünüşünüzle ulu orta hayretler içinde garip dersiniz. Bazen de beklenmedik bir anda baş başa kaldıklarınızı garipsersiniz. Bazen anlam veremediğiniz olayları ve kişileri garip karşılarsınız. Bazen doğru bir formülle sonuç alamamanızı garipsersiniz. Bazen umulmadık sonuçlarda dehşete düşerek inanmakta zorlandıklarınızı garipsersiniz. Bazen imkân dâhilinde olmayan sonuçları, tuhaflıkları garipsersiniz. Bazen anlam veremediğiniz olayları garip karşılarsınız. Bazen hayal kırıklıklarına sebep olan olayları ve kişileri garipsersiniz. Bazen de sizi garip görebilirler veya siz garip olabilirsiniz.
Evet gariiip Çok…
Yaşananlar çok garip geliyor insana. Öyle ki insanın kendine yakın gördüğü kişileri ve kişilerin davranışlarını garipsemesi, kendisinin anlaşılmaz olması bir o kadar çok garip ki İnsanlığın erdem haritasının renga renk uyumlu ahenklerinde, desenlerin değişik şekillerdeki güzelliklerinde, engin okyanusların derin zenginliklerinde, şelalelerin huzur veren şırıltılarında, çağlayanların sürükleyici azgınlıklarında, fırtınaların hırçın kollarında bir o kadar mücadeleci vakur duruş ile gönül ikliminin her mevsiminde coşku ile yaşayan, sahranın sonsuz uzunluğunda rotası belli bir o kadar belki de türünün son örneği de olsa adam gibi adam olunmasına rağmen ben merkezli tablolar ne garip değil mi?
Korkular, hırslar, endişeler, beklentilerin kol gezdiği hayatta cömertçe insan onurunu rencide etmek ve insanları sıkıntılara koymak ne garip değil mi? Bazen tek başına aklın anlamakta zorlandığı gariplikler ne garip! Garip hem de çok garip. Öyle gariplik ki kimlerin adı gerçekten Garip! Gariplikler, garabetler ve garibanlar… Vatanından, memleketinden uzak kalandır gariban. Bulunduğu ortama yabancıdır gariban. Tanımadıkları ile beraber olmanın şaşkınlığını yaşayandır gariban. Mekânların, iklimlerin, düşüncelerin fersah fersah uzağında kalarak öz yurdunda yalnız kalandır gariban. Sevgiden, merhametten, sıcak bir yuvadan uzak kalandır, yetim ve öksüz kalandır gariban. Gurbette olandır gariban. Bütün sıkıntılar, zorluklar, dışlanmışlıklar karşısında onurlu ve ilkeli bir şekilde yaşadıkları ile garip görünendir gariban. Gariban gariptir. Gariplikse gariptir. İnsanların varlıkları ile geldiği yerde gücüne güç katarak gücü elinde bulundurmak ne gariptir. Herhangi bir şeyi hak edenlere hakkını vermemek, üstelik makamların gücü ile keyfiliği yaşamak anlaşılması güç bir garipliktir. Bir lütuf tarzında davranarak dünü unutarak, yarını da dikkate almamak da asıl garipliktir.
Aslanı kediye boğdurmak. Canavarın ısırdığı yerin kirasını bile istemesi, bana karışmayan yılan bin yaşasın nı kabullenir davranışlar sergilemek, ben tok olayım başkası bana ne tarzında tutum ve davranış sergilemek, her şeye bir bedel biçilmesi, duygulardan çok şekil itibarı ile insan olmak, dahası insan demek için bin şahit lazım sözünün gerçekliğini görmek ne garip! İşte bu yüzdendir ki ben derim malı olan malından makamı mevkii olan hizmetinden ilmi olan bilgisinden insanlığa vermekle kendisini borçlu addetmelidir.
Sözlük anlamı dışında birçok mecazi anlamlar yüklenmiş garibe. Garip, gariban ya! Garip ve garibanlar için ne şiirler söylenmiş, ne ağıtlar yakılmamış, ne türküler söylenmemiş ki garibe(ana). İyi ki aklın ve maddenin yanlışlarını düzelten gönül, kalp, mana, vicdan, teslimiyet, şefkat, sevgi ve sabır isminde dostlar var. Ya bunlardan yoksun, aklın ve maddenin önyargılı bir şekilde etkisinde beyinlerde kopan fırtınalar sonrası hissiyata yenik düşülseydi. Kişi kendine ve çevresine zarar verseydi. O güzelim hayat karartılsa, hayatın sonsuz uçurumunda insanlar yuvarlansaydı, hayat sonsuz bir cehennem olsaydı. Garip, hem de çok garip!
Akıl, ama aklıselimi kullanabilmek garip olmayan. İyiler, düşünürler, mucitler anlaşılamamış garip kalmamışlar mı? Ölümle önceleri garip karşılananları haklı görmek mi gariplik, yoksa gerçeği geç anlayanların halleri mi gariplik? Gariplik ne garip! Akıl anlamakta zorlanıyor garipleri ve gariplikleri. Gariplikleri olgunlukla, teslimiyetle karşılayarak güzeli örnek alabilmek ve her şeye rağmen ilkelerden taviz vermeden, bıkkınlık göstermeden “bu da geçer ya hu” diyerek hayattan ders alarak hayatı anlamlandırabilmek. Asıl mesele bu. Hüzün tarlalarında bile mutluluk tohumu serpebilmek. Hem de toprağın bütün engellemelerine rağmen yeryüzüne umutla merhaba diyebilmek.
Ne olursa olsun insan güzeldir. Boşuna dememiş Mevlana” Yaradılanı hoş gör, Yaradandan dolayı” diye. Çirkinlikler içerisinde güzellikleri görebilmek, güzellikleri olgun hale getirebilmek, ayrık otları ile dolu bir sahra üzerinde şifa otunu göz ardı etmek de bir garipliktir. İyi, doğru, güzel ve değerlerle ufuklar açılarak insanlık kapsısının açılması ile anlam kazanır hayat. Sahi gariplik nerede, asıl garip kim acaba? Diyerek yine hazreti Mevlana’nın Edep sahibi, yediği tokattın sahibini aramaz sebebini arar. Sözü ne güzel değilmi?
Peki ya siz hiç müslümanların gözünde kâinatın efendisi Muhammed Mustafa’nın (sav) cenazesinden bahsedildiğini duydunuz mu? Peygamberimiz (sav) Hazin cenaze törenini günümüz cemaat liderlerinin, Tarikat şeyhlerinin şaşaalı cenaze namazları ile karşılaştıralım. Ülkemizdeki tarikat şeyhlerinin, cemaat liderlerinin törenleri de ne şekilde görkemli olduğuna şahitlik etmişiz. Televizyonlarda gözyaşlarıyla peygamber efendimiz (sav) hakkında menkıbeler anlatan, naatlar düzenleyenler peygamberin (sav) cenazesinden hiç söz etmezler. Neden acaba?
Yoksa o cenazeyi kâinatın efendisine yakıştırmıyorlar mı? O döneme göre milyonlar diyemesek de yaklaşık 140 bin olduğu belirtilen müslüman toplumda on binlerin katıldığı bir tören olmalıydı değil mi? Bir yıl evel veda hutbesinde 100 bin olduğu rivayet edilir. Sadece 16 kişi ile cenaze namazı kılınmıştır. İmam olarak Hz Ali kıldırmıştır Hz Ali ile birlikte sayı 17 kişidir. Doğumuna mucizeler üretilen peygamberin ölümü ve cenazesi işte bu yüzden konu edilmemeye çalışılır. Cenazesine meleklerin katıldığı uydurmasıyla durum kurtarılmaya çalışılır. Peki, nankörlük mü edilmiştir? Öldü-bitti hesabı mı yapılmıştır? Devletin başına, İslam’ın başına kimin geçeceği pazarlıkları, mücadelesi peşinde mi olunmuştur?
Peygamberin (sav) cenazesine Hz.Ömer ve Hz. Ebubekir katılmamıştır. Acaba neden? Muhammed (sav) hazretlerinin hicretin 11. yılında Rebiülevvel’in 12’sinde pazartesi günü, miladi takvime göre 8 Haziran 632 tarihinde akşamüzeri vefat ettiği rivayet edilir. Günlerce süren hastalığının ne olduğu kesin olarak bilinmez. Kimilerine göre hummadır, kimilerine göre sırtındaki urdur, kimilerine göre yüksek tansiyondur, kimileri ise yıllar öncesi ağzına atıp çıkardığı kuvvetli bir zehire sahip koyun etinin etkisidir. En çok humma üzerinde durulur. Uzun süredir hasta olmasına rağmen bu beklenen bir ölüm değildi müslümanlar arasında. Nitekim ölüm haberini duyan Hz. Ömer’in buna inanmayıp kılıcını çekerek “Kim Muhammed (sav) öldü derse başını vururum” diye haykırdığı söylenir. Ama haberin doğruluğu ortaya çıkınca sinirler gevşer, sakinleşilir. Bu sakinleşmede Hz. Ebubekir’in “Her kim Muhammed’e (sav) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (sav) ölmüştür. Her kim Allah’a tapınıyorsa bilsin ki Allah ölümsüzdür ve ebedidir. (Ayet) Her nefis ölümü tadacaktır. Muhammed (sav) de bir insan olarak ölmüştür. Bunu kabul edelim ve sakin olalım” anlamında yaptığı konuşmanın etkili olduğu rivayet edilir.
Muhammed, (sav) Hz.Ayşe’nin odasında vefat etmiştir. Defin hazırlıkları da orada yapılmaya başlar. “İslamiyetle daha çok bütünleşmiş olanlardan bir bölümü (daha saf görünenler. Ali, Abbas, Evs, Usame gibileri) Peygamberin cenazesi ile meşgulken diğer bir bölümü (Hz. Ebubekir, Hz.Ömer, Sad b. Ubade, Ebu Ubeyde, Abdurrahman b. Avf, ibni Hişam gibileri) ise cesedi bırakıp Saide oğullarının çardağında (Sakiyfe) yeni halifenin kim olacağına ilişkin tartışma ve pazarlık içindeydiler. Ünlü İslam tarihçisi Taberi böyle aktarıyor.
Evde cenaze hazırlıkları yapılırken, dışarıda bekleşen müslümanlara bir haber gelir. Ensar’ın ileri gelenleri Beni Saide gölgeliği denilen çardakta toplanmışlardır ve diğer müslümanları da oraya çağırmaktadır. Başta Hz. Ebubekir, Hz.Ömer ve Hz. Osman olmak üzere herkes toplantıya koşar. Sadece Hz Ali, Abbas, evs ve Usame cenazeyi terketmez. Toplantının konusu, Muhammed (sav) öldüğüne göre yerine kimin geçeceğidir.
Üstüne toz kondurulmayan, övgülerle göklere çıkarılan Hz.Ömer ve Hz.Ebubekir’in cenaze töreninin bitmesine dahi sabredemeden taht hesabına girmeleri ne kadar düşündürücü ve garip değilmi? Bunlar şimdi dünya hesabı mıydı yoksa ahiret hesabı mı? Peygamber mi önemli halife olmak mı? Bundan daha büyük bir vefasızlık gariplik olur mu? Sorularını nefsimize sormayacakmıyız?
Ebubekir’in cennetteki köşkünün hudutları yıllarca yüz melek kanadıyla uçulsa bile bitirilemezmiş Nerden nasıl haber alıyorlar? Köşklerinin ölçüsünü bile biliyorlar. Konu ile ilgili hadisler ise şöyle: Resulü Ekrem (sav) Hz.Ali ibni Ebu Talib, Hz Abbas ve oğulları Fazl ve Kusem ve Peygamberimizin kölesi şükran tarafından defnedildiler. Kenz’ul Ummal c4 s34,60 (Kenz’ul Ummal Hindistanlı Ali el-Muttaki (v. 975) tarafından derlenmiş bir hadis mecmuasıdır. Yaklaşık 46 bin hadis ihtiva eder.) Usame’ninde bulunduğu rivayet edilmiştir. Hz. Ebubekir b. Ebu Kuhafe ve Hz. Ömer ibni Hattab Peygamber efendimizin defninde bulunmamışlardı. Kenz’ul Ummal c3 s140 Hz.Aişe derki: ”Biz Hz Resulullah’ın (sav) defninden Çarşamba gecesi, kürek seslerini duyarak haberdar olduk.” İbni Hişam c4 s342, Tabari c2 s452,485, ibni Kesir c5 s270 Üsd’ül Gabe c1 s34’de diğer bir rivayet olarak kazma ve kürek seslerinin Salı gecesi duyulduğunu zikreder. Tabaakat’ta, Tarih’ul Hamis ve Zehebi’dede rivayet böyledir.
Fakat kanımızca doğrusu Ahmed b. Hanbel’in Müsned’dindeki gibi Çarşamba gecesi sabaha karşıdır. (c4 s62) Hz.Aişe’den gelen diğer bir rivayette “Biz Resulullah’ın (sav) nereye defnedildiğinden haberdar değildik. Ancak kürek seslerini duyunca defnedilmekte olduğunu anladık” demektedir. Ahmed b.Hanbel Müsned’de c6 s242 ve 274
Ebubekir halife seçildikten sonra biat ve miras çekişmeleri başlar. Çok büyük geliri olan Fedek hurmalığı arazisinden pay isteyen Fatma’nın talebi reddedilir. Daha sonra biat vermemiş olan Hz.Ali üzerinde baskı kurulur. Hz.Ebubekir halktan biat aldıktan sonra Hz.Ali ibni Ebu Talib ve yandaşlarındandan biat almak istemiş fakat Hz.Ali ibni Ebu Talib biat etmemiştir. Bu yüzdende Hz.Ebubekir Hz.Ömer’le birlikte bir gurup sahabeyi Hz.Ali ibni Ebu Talib’den biat almaları için evine göndermiştir. Bu grubun içinde Hz.Ömer, Kunfuz, Halid b.Velid, Ebu Ubeyde b.Cerrah vardır. Oraya vardıklarında Hz.Ömer şöyle seslendi: ”Dışarı çıkın! Çıkmadığınız takdirde evinizi yakacağım.” Sonra da Hz.Fatıma-tüz Zehra’nın evinin kapısının önüne odun yığmaya başlamıştır. (Evi ateşe vermeden önce) Hz.Fatıma-tüz Zehra Hz. Ömer’i ve yanındakileri evden uzaklaştırmak için kapının arkasına geldiğinde, Hz.Ömer bir omuz darbesiyle kapıyı açmış ve Hz. Fatıma-tüz Zehra’yı kapıyla duvar arasına sıkıştırmış, tam bu esnada altı aylık yavrusu ve Peygamber’imizin (sav) ismini koyduğu Muhsin adlı bebeğini düşürmüş ve kapının arkasındaki çivi gövdesine saplanmıştır. Hz.Fatıma-tüz Zehra ise acı dolu bir sesle haykırmıştır. ”Ey Allah’ın Peygamber’i! Ey babam! Gör ki senden sonra ibni Hattap ile ibni Kuhafe başımıza neler getirdiler” demiştir.
Bu olayı birçok Ehl-i Sünnet âlimi uzun kısa farklılıklarla anlatmışlardır. Şerh-i Nehcül Belağa İbni Ebil Hadid c2,Tarihi Yakubi c2 c1 el ikd’ul Ferid c2 Tarihi Taberi c3,Tarihi Ebu’l Fida c1,E’lem’un Nisa c3,Kenz’ul Ummal c3 s129,Tarih-i ibni Esir c23 s124.
KARAMATİLER
Karmatiler kimilerine göre sosyalizimin kurcuları kimilerine göre islamı yok etmek için kurulmuş sinsi gizli bir örgüt kimilerine göre toprak mülkiyet hakkını savunan adalet savşçıları kimilerine göre sadece kendi yandaşlarını besleyen aç gözlü bir topluluk olarak tanımlanırlar.
Kabeyi tavaf eden binlerce hacıları öldürüp zemzem kuyusuna cesetleri dulduran onlar. Hacerül esveti kırıp yerinden söküp kaçıranda onlar. Namazı, orucu, güslu red edenlerde onlar içki yasağını kaldıranda onlar. Hüriyet eşitlik her kes için adalet diye yola çıkanlarda onlar. Mekke Aksa arasındaki bütün cami mesitleri yıkanlarda onlar çok tartıştılar çok konuşuldular.
Asırlarca nice alimler onlar hakkında yazılar yazdı onları daha iyi anlamak tanımak için içlerine sızıp onlardan görünmeye çalışanlar oldu ezeli düşmanları Abbasiler ve Selçuklularla yıllarca savaştıkları gibi fikirdaşları Fatımilerlede amansız mücadellelri oldu oldu. Peki bu karmatiler veya karamitalar kimlerdi? Onlar kime tabiilerdi? Bu sorulara cevap arayalım.
Biliyorsunuz islamda Şiilik ve sünilik diye iki kol var bunlarda Şiilik kolu ana başlık Şiilik konununda alt türevleri var karmatiler ismaili kolunun nizari kolundadırlar. İsmaili koluda Şiiliğin oniki imam sinsilesinin
Ali bin Ebu Talib, İslam Devleti’nin 656-661 yılları arasındaki halifesi. İslam peygamberi Muhammed’in damadı ve amcası Ebu Talib’in oğlu olan Ali, Muhammed’in İslam’a davetini kabul eden ilk erkektir. Sünni İslam’a göre Ali, dört halifenin sonuncusu.
Hasan bin Ali (4 Mart 624 - 7 Nisan 669), Ali bin Ebu Talib ve Fatıma’nın büyük oğulları ve Muhammed’in ilk torunudur. Şiâ Çoğunlukla onu imâmlarının ikincisi kabul eder, çok küçük bir fırkaya göre ise ikinci imam Hüseyin bin Ali’dir. Bununla birlikte hem Sünni, hem de Şiî ve Alevî İslam anlayışında çok önemli bir yeri vardır; onun, peygamberin Ehli beyt’inden olduğu konusunda herkes hemfikirdir. Babası ile 37 yıl, dedesi ile ise 8 yıl birlikte bulunmuştur. Soyundan gelenlere Şerif denilir.
Hüseyin bin Ali bin Ebu Talib: (d 10 Ocak 626–ö:10Ekim680) İslâm peygamberi Muhammed’in torunudur. Dördüncü Hâlife olan Ali bin Ebu Talib’in oğludur. Annesi, Muhammed’in kızı Fatıma Zehra’dır. On İki İmâmlar’ın üçüncüsü olan Hüseyin bin Ali, İslam Devleti’nin bir Emevî saltanatına dönüşmemesi için mücadele vermiş ve Emevîler tarafından öldürülmüştür. Soyundan gelenler Hüseynî ya da Seyyid olarak tanımlanır.
Ali bin Hüseyin veya Ali el-Asgar veya Zeynelâbidîn (Arapça: زين العابدين), (659-713) İslam peygamberi Muhammed’in torunu olan Hüseyin’in oğullarından biridir. Annesi ise İran’ın fethinden sonra Müslüman olup, Hüseyin ile evlenen son Sasani İmparatoru III. Yezdigirt’in kızı olan Sasani-Pers prensesi Şehri Bânû Gazele’dir. İsnâaşeriyye’nin dördüncü ve İsmâiliyye’nin üçüncü imamı kabul edilir, tâbiîndendir. Kaynaklarda on beş çocuğu olduğu geçmektedir. Bu çocuklarından Muhammed el-Bakır Şiilerin beşinci imamıdır. Diğer çocuklarının isimleri: Abdullah, Hasan, Hüseyin, Ömer, Hüseyin Esğer, Abdurrahman, Süleyman, Ali, Muhammed Esger, Hadice, Fatıma, Aliyye, Ümm-ü Gülsüm.
Muhammed el-Bakır, (d. 676, Medine - ö. 731, Medine) On İki İmâmlar’ın beşincisidir. Dördüncü imam ve Hüseyin’in oğlu olan Ali bin Hüseyin’in (Ali Zeyn el-Âb’ı-Dîn) oğludur. Ayrıca annesi de ikinci imam Hasan bin Ali’in kızı olan Fatıma bint Hasan el-Mûctebâ’dır. İmâmet i’tikadına göre hem anne hem de baba tarafından İslâm dininin son peygamberi Muhammed’le akrabalık ilişkisi bulunan ilk imâmdır. Bir İslâm âlîmi olan "Muhammed el-Bakır" diğer bütün Ehl-i Beyt mensûbu imâmları gibi Sünnîlerce de sevilen ve sayılan büyük bir İslam önderidir.
Ca’fer es-Sâdık (d. 699 veya 702, Medine - ö. 765, Medine) İsnâaşeriyye’nin altıncı, İsmâiliyye’nin beşinci imamı, Caferilik fıkhının kurucusu.699 veya 702 senesinde Medine’de doğdu. Babası Ali’nin torunu Zeynelâbidîn oğlu Muhammed el-Bakır annesi ise Ebu Bekir’in torunu Kâsım bin Muhammed’in kızı Ümmü Ferve’dir. Künyesi büyük oğlunun İsmail olmasından dolayı Ebu İsmail’dir ancak oğlunun kendisinden önce ölmesinden dolayı daha çok Ebu Abdullah olarak anılmıştır. En meşhur lakabı Sadık olmakla birlikte Tahir, Sabir, Âtır ve Fazıl lakaplarıyla da zikredilmiştir. İlk eğitimini dedesi Zeynelâbidîn ve babasından aldı. Şiilere göre babasının ölümünden sonra imamet görevini 34 yıl devam ettirdi.
Musa el-Kâzım bin Câʿfer es-Sâdık, (8 Kasım 745 - 1 Eylül 799) Oniki İmam’dan yedincisidir. Babası altıncı Câʿfer es-Sâdık, annesi ise Afrika kökenli eski bir köle ve öğrenci olan Hamide bint Said el-Berberiyye’dir. Eşi Ümmü Benin, annesi tarafından bir köleyken satın alınarak serbest bırakıldı ve bir İslam aliminin yanında eğitim gördü. 8 Kasım 745’te Ebva’da doğdu. Hayatının ilk yıllarını babasının yanında geçirdi. Babası Câʿfer es-Sâdık’ın 765’te ölümü üzerine imamlığını ilan etmiştir. Abbâsîler’e karşı mücadeleye girişmeyip barışçı bir siyaset izleyerek ibadetle uğraşmıştır. Zamanla bağlılarının çoğalması üzerine Halife Mehdi tarafından Medine’den Bağdat’a getirilerek hapse atıldı. Ancak bir süre sonra Halife hapisten çıkarıp gönlünü alarak kendisine ve çocuklarına karşı isyan etmeyeceğine dair yemin ettirip 3000 dinar verdikten sonra Medine’ye gönderdi.
Halife Hadi zamanında isyan eden Ali evladını kışkırtmakla suçlanarak öldürülmek istendiği ancak Kadı Ebu Yusuf tarafından halifenin ikna edilmesiyle öldürülmediği rivayet edilir. Harun Reşid zamanında Medine’den Bağdat’a getirildi. Ömrünün son 4 yılını hapiste geçirdi.
İsmailî Şiilere göre 6. Câʿfer es-Sâdık’ın en büyük oğlu İsmail bin Cafer’dir. İsmailîlik’te Mūsá el-Kāżım’ın yerine onun imam olduğuna inanılır. Bu kesim İsmail’in saklanmak için babasının komutasına girdiğine inanırlar. Büyük çoğunluğa göre ise o babasından önce vefat etmiştir ve bu nedenle hiçbir şekilde imam olmamıştır. Onun neslinden olanlar Musa’ya karşı İsmail’in imamlığını desteklediler ve bugünkü İsmailîlik mezhebini oluşturdular.
İşte Karmatiler ilk önce Fatımilerle beraber Ca’fer es-Sâdık oğlu İsmail imam kabul ediyorlar fatimilerle bir birinden ayıran menfaatler çatışınca Ca fer es Sadıkın oğlu ölmüş ismaili peygamber şeriat kurucusu mehdi ilan edip kendi emmelleri doğrultusunda şekillendiriyorlar. Nakıtlık inanacını ortaya atıyorlar nakıtlık bir peygamber o peygamberin ardında altı imam yediciler diye anılıyorlar. Hatta işi daha ileriye götürüyorlar Hz. Adem’i birinci peygamber ondan sonra gelen peygamberleri imam kabul ediyorlar. İkinci peygamber Hz Nuh aleyhi selam üçüncü peygamber Hz İbrahim aleyhi selam Hz Musa, Hz İsa ve Hz Muhammet (S.A.V) aradakileri imam Hz. Muhammeten (s.a.v) sonra Birinci imam Hz.Ali yi ikinci İmam Hz. Hasan üçüncü imama Hz Hüseyin Dördüncü imam Hz Ali bin Hüseyin veya Ali el-Asgar veya Zeynelâbidîn beşinci imam Muhammed el-Bakır altıncı imam Ca’fer es-Sâdık yedinci gelenindiğinde cafer es sadıkın oğlu ölmüş ismaili şeriat kurucusu peygamber ve mehdi ilan edip ismailin oğlu muhamedi imam hamdan bin karmat muhamedin oğlu olarak kendisini ileri sürüp hareketi başlatıyor.
Abasi devleti içerisinde gizli bir örgüt paralel bir devlet yapısı kuruyor abasiler bu hareketi fark ettiklerinde gizli örğüt çoktan islam coğrafyası dışına çıkmış devlet içinde devleti oluşturmuş 869 yılında zenc isyanı ile abasi devletine darbe yapmaya kalkıyorlar ve epeycede kan akıtıyorlar. Şema şeklinde vermeye çalışacağım çok karmaşık ve girft bir yapıdır.
Gariplikler dünyası ne gariptir. Saltanat mevki makam oğruna hırslarımızı ihtiraslarımızı bir kenara bırakabiliyormuyuz? Bu soruları vicdanımıza sorup düşünce dünyamızda yani yapay olan insalığımızda karşılığını buluyormuyuz? Gelin tarihin perspektifinden farklı bir açıdan dünyanın insanlık tarihinin güne dair hafızamızı yoklayalım.
Günün yirmidört saat olduğunu bilmeyenimiz yoktur. Haftanın da yedi gün olduğunu bilmeyenimiz olmadığı gibi şimdi bu günlerin anlamı ve haftanın anlamının nerden geldiğini hiç düşündünüz mü? Sorusuyla başlayalım.
Günü tarif etmek gerekirse güneşin sabah ufuktan doğup akşam battıktan sonra ertesi sabah yeniden doğuşuna dek geçen yani, bir gün ve bir gecelik zamana "gün" diyoruz. Günün süresi güneş gününe göre tarif ediyoruz ekvatordan kuzeye ve güneye gidildikçe ve mevsime göre gündüzün uzayıp geçelerin kısalması ya da tam tersi gecelerin uzayıp gündüzün kısalması söz konusudur fakat bu günü fazla etkileyen bir durum değildir.
Bir başka deyimle gün, bizim kafamızın uydurduğu bir zaman ölçümü değil, bizim dışımızda yani, biz olsak da olmasak da oluşan ve akıp giden bir zaman birimidir. Ay için aynı şeyi söylemek doğru değil gökteki ay’ın, yeryuvarlağının çevresinde on beş gün, küçücük biçimden, hilalden her gün büyüyerek tam bir bütün dolunay olduktan sonra on beş gün de küçülerek en küçük duruma gelişine dek geçen süreye "bir ay" diyoruz. Daha doğru bir deyişle ay bu şekilde büyüyerek ve küçülerek yaptığı iki, dolanımı 59 günde tamamlar. Bir gök ayı 29 gün 12 saat 44 dakika ve 3 saniyedir. Yıla gelince; İnsanlar Önce, on iki gök ayının geçmesi ile oluşan 354 günlük yılın bilincine vardılar. Yani her 12 ay geçtikçe yılın aynı mevsiminin aynı günlerine gelindiğini anladılar. Ancak bu gök ayına dayanan yıl 354 gün 8 saat 48 dakika 36 saniye sürer.
Dünyanın güneş çevresindeki bir dönüşünden oluşan güneş yılı ise 365 gün 5 saat 47 dakika 48 saniyedir. Güneş yılı ay yılından 10 gün 20 saat 59 dakika 12 saniye daha uzundur Bu fark her 33 yılda bir yıl eder; yani 32 güneş yılı yaklaşık olarak 33 ay yılına tekabül eder. Nitekim İslam’ın oruç gibi ibadeti ay takvimine göre yapılmaktadır. Diğer taraftan namaz gibi ibadetin zamanını da güneşe göre tayin edilmiştir.
Güne tekrar dönecek olursak Günün yirmidöre bölünüp her birine saat denmesi ve bir saatin 60 dakikaya bir dakikanın 60 saniyeye, bir saniyenin 60 saliseye bölünmesi öznel bir ölçü birimidir. Günü 24’e bölünen bir gün aslında 23 saat 56 dakika ve 4.09 saniyedir. Günü tam olarak 24 saate bölebilirdik ya da 30 veya 20 gibi sayılara bölebilirdik bu öznel olan zamanı nasıl böldüğümüze ve taksim ettiğimiz insanlığın bir eseridir. Tabiata devam eden bir döngüden elde edilen bir olgu değildir. Bu ölçü birimini insanlık bazı dayanaklara dayanarak icat edilen bir zaman ölçü birimidir. Bunu da not düştükten sonra haftaya bakalım.
Hafta da öyle... Yılın 365 gününün, yedişer günlük 52 parçaya bölünmesi (7x52=364) de itibaridir. Hâlbuki güneş yılı 365 gün 5 saat 47 dakika 48 saniyedir. Her dört yılda bir 28 gün olan Şubat ayına bir gün ekliyoruz. Dilimize, Kürtçedeki yedi sayısını bildiren (Haft) sözcükten gelme "hafta" yedi günü değil de daha çok ya da daha az günü içine alabilirdi.
Asurlularda hafta beş gündü. Onlar haftaya "Hamuştym" derlerdi ki bu sözcük, asurca gibi Sami bir dil olan Arapçada beş sayısısın adı olan "hamse" sözcüğünün aynıdır. Kuşkusuz Asurlular bu "hamuştum" terimini, dilleri de kendileri de Sami olmayan Sümerlerden alıp kendi dillerine çevirmişlerdir. Anadolu da hüküm sürmüş olan Etiler’in, takvimden pek haberleri yoktu. Günlerin yedilik guruplarda toplanmasını eski Mısırlılar, Kaldeliler ve Yahudiler biliyorlardı. Eski Yunanlılar her ayı onar günlük dönemlere ayırmışlardı. Romalılar, ayın bazı günlerine ayrıcalık tanırlardı, gitgide günleri haftalar halinde dizmeye başladılar ve bu uygulama İmparator Augustus zamanında tamamıyla törenler arasına girdi ve haftanın her günü özel bir Tanrıya adandı.
Birinci gün (pazar)-güneş Tanrısına, 2. gün (pazartesi) -ay Tanrısına, 3. gün (salı) -Mars Tanrısına, 4. gün (çarşamba) -Merkür’e, 5. gün (Perşembe) -Jüpiter’e, 6. gün (Cuma) -Venüs’e, 7. gün (Cumartesi) -Satürn’e adanmıştı.
Kürtçede şemi yani Sami dili olan Arapçada şem mum ışık anlamında şems güneş şemsi güneşe ait güneşle alakalı anlamına gelen “ŞEMİ” kelimesi gün anlamında kullanılmıştır. Yine Kürtçede ve Farsçada yek (bir) dö (iki) se (üç) çar (dört) penç (beş) şeş (altı) ve heft (yedi) olduğunu bilmeyeniz yoktur.
Tevrat’ta "Tanrı dünyayı altı günde yarattı yedinci gün dinlendi" denir. Bu bilgi bize tanrı dünya yaratılırken birinci günde başladı altıncı günde bitirdi ve yedinci gün dinlendi düşüncesinden hareketle Cuma günü ini ina kelimesinden yani zahmete uğrama anlamına gelen kelimeden geldiğine kanaat getirdim çünkü yedinci gün dinlenmiş yorgunluktan dolayısıyla bu manada telaki edebiliriz. İleriki zamanlar dada islamiyetin kabulü ile cem olma halinden Cuma halini almış ve Cuma arkası olan cumartesi ifadeside yerini bulmuştur. Diye düşünüyorum.
Tevrat’ta "Tanrı dünyayı altı günde yarattı yedinci gün dinlendi" denir. Bu cümlede bir kaç yanlış birden mevcuttur. Bugün kullanılan gün, ay, yıl gibi zaman ölçüleri bizim yeryüzünde bazı nesnel ve öznel nedenlere dayandırarak icat ettiğimiz birer olgudur. Daha dünya yaratılmakta iken böyle bir ölçü tabi ki yoktu. Dünyayı yaratan Allah, saniyedeki hızı 295.000 km. olan ışık yılı ile uzaklıkları hesaplanan ve daha hala hesaplanmayan binlerce gökteki yıldızları vardır. Evreni bu gün bile gök boşluğundaki, en güçlü teleskoplarla göremediğimiz, duran ve gezen milyonlarca yıldız kümelerinin, yıldızların ve onlardaki varlıkların da Allah’ı olduğuna göre bu evrenin tümü için benimsenebilecek bir zaman ölçüsü olması tabi ki düşünülemez. Diğer taraftan, böylesine büyük, böylesine ulu ve güçlü bir Allah’n evrene göre hiç demek olan dünyayı altı günde yaratması ve altıncı günün sonunda yorulup dinlenmesi aklın almayacağı bir varsayımdır.
Yahudiler cumartesiyi tanrıya adadıkları için başka bir deyimle inançları gereği tanrının dinlendiği yedinci günde onlarda tatil yaparak dinleniyorlar. Başka bir deyimle hafta olgusu yedi günlük dilim olarak belirlenmiş beş veya on olabilirdi. Dolayısıyla tanrı dünyayı altı günde yaratı yedinci günde dinlendi olgusunu buraya koymak gerekir. Yedi günlük zaman dilimine de yedi rakamından gelen heft denmesinde bundandır.
Yine kuranı kerimin secde suresinin dördüncü ayeti Allâhullezî halakas semâvâti vel arda ve mâ beynehumâ fî sitteti eyyâmin summestevâ alâl arş(arşi), mâ lekum min dûnihî min veliyyin ve lâ şefîi(şefîin), e fe lâ tetezekkerûn (tetezekkerûne). Secde suresi dördüncü ayeti mealen “Allah O’dur ki, gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yaratmış, sonra Arş üzerine istivâ buyurmuştur (hakim olmuştur). Sizin için O’ndan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefaatçi! Artık düşünmeyecek misiniz?” bigisini de sundum sizlere bu konuda yorum yapmak hadime değil çünkü bilgi kapasitem buna yetmemektedir.
Hıristiyanların dinlenme günü olarak pazar gününü benimsemelerinin dinle hiç bir ilgisi yoktur. Yukarıda değindiğimiz gibi pazar günü, eski çok Tanrıcı çağlarda güneş Tanrısına ayrılmış olduğundan dinlenme (tatil) günü olmuştu. Hıristiyanlık yayıldıktan sonra da eski çok Tanrıcı çağın geleneğini sürdürdüler, onu değiştirme gereğini duymadılar. Hıristiyanlar haftayı Tevrattaki anlatılışa göre benimsemekle birlikte, İsa Peygamberin dirilişi anısına "Tanrı günü" olarak "sebt"i yani yedinci günü (cumartesi) değil de birinci günü yani pazar gününü seçtiler. Bununla birlikte batı toplumları haftanın günlerini mitolojik adları ile sürdürdüler: İtalyanlar, İspanyollar, Portekizliler ve Fransızlar, haftanın birinci gününe "Tanrı ana" anlamına gelen adlar verirler, Almanlar ve İngilizler birinci güne "güneş günü" yani İngilizce (sunday), Almanlar (sontag) derler.
Benzer bir şekilde Araplar haftanın günlerini, pazardan başlıyarak sayılarla adlandırırlar. Şöyle ki: Pazar (yevm ül-Ahad), Pazartesi (yevm ül-İsneyn), Salı (Y.üs-Selase), Çarşamba (y.ül-Erbaa), Perşembe (y.ül-Hamis), Cuma (y.ül-Cum’a), Cumartesi (y.üs-Sebt). Haftanın yedi gün olması, göklerin yedi kat bilinmesi, yediler, kırklar gibi inançlar, yedi sayısının kutluluğu inancına dayanır. Bu inanç, eski Hind, eski Anadolu, İbrani, Roma, Yunan, Mısır, İran, Fenike dinlerinde ve eski Türklerde vardı. Müslümanlığın yayılışı, bu dini benimseyen bütün ülkelerde olduğu gibi Osmanlılar da, yedi günlük hafta içinde cuma gününü tatil günü olarak benimsediler.
Sonuç olarak Hangi Günün birinci gün olduğunu dayanakları ve nereden geldiği konusu dil ve örfün kelimelerin anlamına başvurarak izah etmeye çalıştım. Şimdi Kürtçede ve Farsçada birin yek ikinin dö üçün se dördün çar beşin penc altının şeş yedi heft olduğudur. Buradan hareketle toplam yedi günlük dileme yani yedi güne hafta olduğudur bu hafta kelimesinin yediden (heft) geldiğini açıkça ortaya koymaktadır. Yani heft hafta olmuş halidir Bunu Kürtçe bilenler daha iyi anlayacaklardır. Hefta Türkçe ye hafta olarak geçmesidir.
İkinci gerçekte şu Dö-şam-ı Pazartesi dö iki anlamında şam gün anlamında ı bağlama eki dö şamı ikinci gün anlamında kullanıldığıdır. Se-şam-ı Salı se üç anlamında şam gün anlamında ı bağlama eki se-şam-ı üçüncü gün anlamında kullanıldığıdır. Çar-şam-ı Çarşamba çar dört anlamında şam gün anlamında ı bağlama eki çarşamı dördüncü gün anlamında kullanıldığıdır. Pen-şam-ı Perşeşembe penc beş anlamında şam gün anlamında ı bağlama eki perşembe beşinci gün anlamında kullanıldığıdır. (c harfi arada yutulmuş) ini Cuma anlamında kullanılıyor fakat Cema Cuma kelime anlamı bakımından cem olma anlamında kullanıldığı açıktır. İnsanlığın İslamiyet le tanışmasından sonra Yahudilerin cumartesi günü hırıstiyanların Pazar günü toplanıp ibadet etmeleri Müslümanlarından Cuma günü toplanmaları bu da cem olma ile kültürümüze girmiştir. Paş-ini Cumartesi paşşini paş kelimesi son anlamında ini cuma idi paşini cumanın arkası anlamındadır. Yine paşini son gün ve gece anlamında olduğu ayrıca hüzün elem yitik bitmiş anlamı da vardır. Cumartesi kısaca günlerin sonuncusu anlamında Türkçede de cumanın arkası anlamında olduğunu bilmeyen yoktur herhalde.
Yani haftanın ilk birinci günü Pazar olduğu ortaya çıkıyor diğer kaynaklara bakıldığın dada pazar günü şamı olduğudur şamı gün anlamına geldiğinden yek şamı değil tekil olduğundan ilk olduğundan şami olarak kullanılıyor insanlık tarihi ile pazar olarak anılması dinlerin etkisiyle oluyor. İnsanlık tarihi böylece haftanın yani yedi günlük dilimin haft (yedi) den geldiği ilk birinci günü Pazar olduğudur.
Tabloda kısaca tarif etmeye çalışalım.
Kürtçe Söylenişi Bu günkü Türkçe de karşılığı Anlamı
1 Şemi Pazar Gün tekil olduğu için birinci gün ya da yek günü denilmemiş fakat birinci gün
2 Döşemi Pazartesi ikinci gün
3 Seşemi Salı üçüncü gün
4 Çarşemi Çarşamba dördüncü gün
5 Pencşemi Perşembe beşinci gün
6 İni Cuma ini ne anlama geldiğin zahmete uğrama anlamına gelen İna dan geldiğine kanaat getirdim yukarıda değindiğim gibi Tevrat inancından geldiğine dair işaretler barındırmakta
7 Paşini Cumartesi ini nin arkası anlamında kullanılmıştır.
Gün nedir hafta ay ve yılı daha önce anlatmıştım gün neden 24 saat dilimine bölünmüş daha aşağı veya yukarı bir aralığa değil de neden 24 saat dilimine ve 60 dakikaya bölünmüş sebepleri üzerinden biraz araştırma biraz tahmin yürütelim istedik Saat, bugün insanların günlük zaman ölçümünde kullandıkları bir birimdir. Bu birimin ne zaman kullanılmaya başlanıldığını kesin olarak insanlık tarihi bilmiyor. Ancak saat ile alakalı bir çok saat isimleri mevcut Kum saati, Güneş saati, Su saati, Ezan saati, Yıldız saati, G.M.T (Greenwich Mean Time) saati gibi bir çok saat isimleri hemen hemen hepimiz duymuşunuzdur.
G.M.T (Greenwich Mean Time) merkez kabul edilmiş bunun yanında mesafe taşları veya merkezler birçok medeniyet tarafından kabul edilen merkezlerde vardı bunlardan birkaçını örnekleyelim. Dünyanın her neresinde olursa olsun, kentlerin, yerleşimlerin bir merkez noktaları vardır. İşte o nokta kentin orta yeri olarak kabûl edilen mekândır. Antik dönemlerde kilometreler hep o noktadan itibaren hesaplanmış, haritalar ona göre çizilmiş, kervanlar ona göre yol almıştır. Bu noktanın bulunduğu yere, muhakkak her hangi bir tanrıya, bir kahramana veya geçmişteki bir zaferin anısına atfedilen anıtsal bir taş, bir sütun, bir duvar veya bir abide dikilmiştir. Bunlardan biride Bugün, İstanbul da Yerebatan Sarayı girişinin hemen arka tarafına düşen ve hızlı tramvay yolunun kenarındaki çukurluk bir yerde yükselen Bizans dönemine ait mermerden yapılmış sütunumsu bir taş, bir zamanlar burada bulunan ve kentin “0” noktasını gösteren görkemli Milion Anıtı’ndan günümüze kalabilmiş yegâne parça olarak görülmektedir. Yine Zile Kale Kapısı’ndan içeriye girdiğinizde kaleyi ortalayan yolun sonunda, birkaç yazıtsız sütunla birlikte bir Mesafe Taşı’nın yerde yattığını görürdünüz. Zaman içerisinde bu taşların yerleri değiştirilmiştir. Birçok diğer mermer sütunlar da bu yer değişikliğinden nasibini almıştır. Taşların orijinal yerleri bilinememektedir. Mesafe Taşları üzerindeki yazılar zaman içerisinde silinmekte, kazınmakta, sürtünmekten, hava şartlarından ve insan müdahalesinden kopmakta ve bir kısmı kaybolmaktadır.
Yine bir başka örnek Eriha, Kudüs yakınlarında 5. Emevi Halifesi Abdülmelik ibn Mervan (66-86 / 685-705) zamanına ait mesafe taşıdır. Genellikle Hac ve ticaret yolları üzerine iki merkez arasındaki uzaklığı belirlemek için dikilen mesafe taşlarındandır. Kitabe, kareye yakın miltaşı üzerine oyma tekniğinde işlenmiştir. Taş üzerindeki sekiz satırlık kitabe kufi hatla yazılmıştır. Üst bölümü kırık ve eksik olan mesafe taşının kitabe metni tam olarak okunamamaktadır. Okunabilen satırlarda, “Allah’ın kulu, müminlerin emiri Abdülmelik, Allah’ın rahmeti üzerine olsun, bu taşı diktirdi. Şam ile burası arası 109 mildir,” yazılıdır. Emeviler döneminden günümüze çok az sayıda kitabe ulaşmıştır. Bununla birlikte günümüze gelebilmiş bu kitabeler, Erken İslam Döneminde kullanılan kufi yazının taş üzerindeki gelişimini göstermesi bakımından büyük önem taşır. G.M.T (Greenwich Mean Time) neden merkez seçildiğini birkaç örnekle verdikten sonra konumuza tekrar dönelim.
Saatin 24 ve her bir saatin 60 dakika olması Sümerlerin kullandığı altmışlık sayı sisteminin bir parçası olma ihtimali olduğunu düşünüyorum. Herhalde önceleri geometrideki açı ölçme aracı olarak kullanılıyordu. Bunun güneş saati olarak kullanılan saat de dik bir çubuğun dikilmesi ve gölgesinin takibi ile dairenin 360 derecelik ölçüm olarak zamanın bu şekilde Sümerlerdeki 60 lık sayı sistemi ile anlatılmasıdır. 360 derece olan yeryuvarlağı ve çevresindeki ufuk yirmi dörde bölünürse 15 derece bulunur. Yerin, 15 boylam derecesi arasındaki uzaklığı bir saatte geçtiği çıkar. Yani açı ölçme birimi olarak saat, yer çemberinin 24 de birine 15 dereceye eşit olur. Bunun altmışta biri olan 15 dakikalık yay zaman dakikasına, bunun altmışta biri olan 15 saniyelik yay da zaman saniyesine eşittir. Yeryüzünde kabul edilen 360 boylam bulunmakta ve başlangıç olarak da Greenwich boylamı kabul edilmiştir. Doğusunda kalan yerlere doğu yarımküre, batısında kalan yerlere batı yarımküre denir. Başlangıç meridyeninin 179 doğusunda, 179 batısında ve tam karşısında (180. meridyen) olmak üzere toplam 360 meridyen yayı vardır. 0 (Greenwich) ve 180 derece meridyenleri karşı karşıyadır ve birbirini daireye tamamlar. Yeryüzünün iki noktası arasındaki boylam farkı saat, dakika ve saniye türünden ifade edilirse yalnız açı ölçme birimi olarak kullanılan saatin önümüze çıktığını görmekteyiz. Veya bu günkü gibi teknolojik gelişmeler çok ileri olmadığından yılın 360 gün kabul edilmesi ve dünyanın dönüşünü hesaplayan bilginlerin her açı derecesini hesaplarken böyle bir sonuca varmış olabilirler.
İnsanlık tarihi ilk olarak güneş saatini kullanmıştır. Güneşin doğuşu ile güneşin cisimlere vurarak oluşturduğu gölgeye göre dağlar ve vadilere düşen gölgeye gözlem yaparak yapacakları işi ona göre ayarlarlardı. Zamanla bu gölgeyi belli zaman arkalıklarına bölerek yukarıda izah etme çalıştığım bir biçimde geceyi de hesaba katar bir ölçü birimi oluşturdular. İnsanlık Gündüzleri güneşe bakarak geceleri yıldızlara bakarak zaman mefhumunu ölçülendirdiler bu yüzden ilk olarak güneş ve yıldız saatini kullandılar daha sonra geceleri belirli bir aralık zamanını ölçmek için su ve kum saatini geliştirdiler.
Özellikle geceleri zamanı belirlemek için su saati kullanıldı. Bir kap su ile doldurulur ve alt kısmımdaki delikten su akardı kapta ki su seviyesine göre zaman tayin edilirdi. İç bölümünde saati gösterecek bir ölçekle donatılmış şekilde yapılırdı. Bu saatin, :M.Ö.2000- 1900’ yılları arasında hüküm ’sürmüş bulunan 7. Firavun sülalesi hükümdarlarından birinci Ammenemes tarafından bulunduğu sanılmaktadır. Ancak bu kişinin su saatini bulduğunun doğruluğu kesin olmamakla birlikte bir de "Ammenemes yönergesi" diye adlandırılan siyasi bir vasiyetnamesi varmış.
Böyle bir su saatinin kullanılmasında başlıca iki zorlu yanı vardır. Birinci zorluk yanı kabın içerisindeki su düzeyinin alçalmasıyla basıncı düşüyor su düzeyinin alçalmasıyla sabit bir akış debisi olmadığından zamanı eşit bölemiyor yanılgıya neden oluştur. Nitekim daha sonra bu mantıkla kum saatinin icadını getirecektir. Bu ’nedenle kabın üst kısmı geniş, alt kısmı dar olarak yapılıyordu. İkinci güçlük, astronomik günün, güneşin doğuşu ile batışı arasında gündüzün 12 saati ve güneşin batışı ile doğuşu arasında gecenin 12 saati gibi, aralarında eşitlik olmayan 24 saate bölmekti. Çünkü gece ile gündüz her zaman on ikişer saat olmaz ama onlar, yılın her zamanında geceyi de gündüzü de 12 ye bölüyorlardı. Mısırın ekvatora yakın olması sebebiyle gece gündüz ve mevsimsel olarak fazla farka sebebiyet vermiyor
Bu ikinci zorluğu yenmek için o zamanın bilginleri ölçeği, Suyun aktığı kaptan alıp suyun toplandığı kaba işaretlediler. Suyun biriktiği kap silindir biçiminde idi. Böylece şamandıralar su düzeyini ve buna denk gelen saati gösteriyordu. Su saati, Roma İmparatorluğu zamanında Yunanlılarda ve öteki batı uluslarında, ayrıntılarında yapılan değişiklikle çok yaygınlaştı.
Abbasiler halifesi Harun er-Reşid’in (yaşamı: 763-809), Fransa kralı ve batı imparatoru Şarlman’a(Charlmagne: yaşamı: 742-814) yolladığı saat, geliştirilmiş bir su saati idi. Bunun madeni bir çalar saat olduğu da söylenir. Gerbert adındaki bir papaz, onuncu yüzyılda saatlere ilk kez, hareket ettirici ağırlığı taktı. Dişli çarkın ve tokmaklı zilin XII. Yüzyıla doğru ortaya çıktığı sanılıyor.
Almanya’nın Nürnberg şehri, bütün orta çağlarda saatçiliğin en ünlü merkezi idi. Burada XIII. yüzyıl sonunda, apartmanlar için küçük çalar saatler yapıldı. Saat yaylarının 15. yüzyılda icadı, çalar saatlerin daha küçük boyda yapımını sağladı. ve Carovagius adında biri, istenilen saatte çalabilen portatif saatleri yaptı. 1657 yılında Huygens,saatlere sarkaç takmayı başardı ve böylece sarkaç ya da rakkash saatler bulunmuş oldu. Nürnhergli bir kişi olan Peter von Halle "Nfunberg yumurtaları" diye anılan ve uzun süre Avrupa’da kullanılan bir tür cep saati yaptı. Bundan sonra da bir sürü saat türleri ortaya çıktı. Tabii ki zemberekli, sarkaç saatlerin yapımında çeliğin icat edilmesinin büyük rolü oldu.
Güneş saatine geri dönecek olursak insan oğlu ilk olarak güneşe bakarak zaman tayini yapmıştır geceleri ay ve yıldızlara bakarak zaman tayini yapmış daha sonra gerçek güneş saati ve ortalama güneş saatini icat ettiler.
Gerçek güneş saati, gerçek güneş gününün yirmi dörtte biridir. Gerçek güneş günü ise, bir gözlem yerinin meridyeninden güneşin ard arda iki geçişi arasındaki zaman aralığı ile tanımlanır. Fakat eski çağlarda Kepler Kanunu’na göre gök ekvatorundan ayrı bir düzlem üzerinde çizilen eliptik hareket yüzünden güneşin görünür hareketi düzgün olmadığından, gerçek güneş saatinin süresi de düzensizdir. İnancı ile hareket ediyorlardı.
Ortalama güneş saati, ortalama güneş denen ve düzgün bir hareketle ekvatoru dolanan sanal (mevhum) bir gök cisminin hareketine göre tanımlanır. Ortalama güneş günü ile ortalama yıldız günü süreleri arasında ortalama zamana göre üç dakika 55 derce 90 saniye (veya yıldız zamanına göre üç dakika 56.555 saniye) fark vardır. Bu fark ortalama güneşin ekvator üzerinde doğuya doğru bir günde ilerlediği O derece 985647283. (derecelik) bir yaya denk gelir. Yıldız saati, gerçek güneş saati ve ortalama saat tamamen yerel saatlerdir. Moderin yaşantının koşulları ve hızlı taşıma olanaklarını genelleştirilmesi, geniş ülkeler arasında zamanı ölçmek için bir düzlemin uygulanılmasını gerektirdi. Böylece prensip olarak, genelleştirilen saat ile ortalama bölgesel saat arasındaki farkın bir saati aşmaması kabul edildi.
Bu amaçla yeryüzü, saat dilimleri denen ve her bir dilimin arası 15 derece olan 24 dilime bölündü ve her devletin, coğrafi konumuna göre bir ya da birkaç dilime girmesi kararlaştırıldı ama, bunun uygulanması, Sovyetler Birliği, Kanada ve Amerika Birleşik Devletleri Gibi, boylam dereceleri bakımından çok geniş bir alana yayılmış olanlarda çok zordur. Saat dilimlerinden sonra, uluslararası bir başlangıç meridyeni kabul etmek gerekti. Bu meridyen çok kesin bir yaklaşıkla "Greenwich Rasathanesi"ndeki meridyen dürbününün meridyenidir ve dünyanın belli başlı rasathaneleri, saat ayarlarını oradan yaparlar. Saat dilimleri batıdan doğuya doğru sıfırdan 23’e kadar numaralanmıştır. 12 ye eşit ya da fazla olan dilim numaralarına örneğin 16 eklemek ya da 8 çıkarmak aynı sonucu verir.
Başlangıç meridyeni sıfır diliminin ortasında bulunur yani sıfır dilimi, başlangıç meridyeninin her iki yanında 7° 30’ uzanır. Türkiye’de "alafranga" denen "Uluslararası saat"in kabulü 1913-1914 yılları arasındadır. Ancak bu saat Osmanlı yönetiminin her yerinde kullanılmamış, bunun yerine halk, "ezani saat" denen saati kullanmaya devam etmiştir. Çünkü resmi daireler, mahkemeler, posta haneler, bankalar o zaman yok denecek kadar az olup sadece bir kaç büyük şehirde az sayıda vardı. Bu nedenle böyle resmi, işlerle ilgisi bulunmayan halkın bu yeni saat biriminden haberi bile yoktu. Bunun için yani günün 24 saate bölünmesi hakkında 26 Aralık 1925 gün ve 697 sayılı kanun çıkarıldı uluslararası saat ülkemizde tek resmi saat olarak kabul edildi. Yine bu kanunla Greenwich’e göre (-2) dilimi kabul edildi; yani Greenwich’teki saatler bizdekinden iki saat geridir. Bizde normal saatler 12 iken İngiltere de saat 10’u gösterir. İki ülkede birden yaz saati uygulanırsa durum değişmez. Sadece birinde uygulanırsa değişir. Türkiye 26-45 boylam dereceleri arasında yer aldığı için yurdumuzun doğusu ile batısı arasındaki zaman farkı bir saat on altı dakikadır. Gerçekte (-2) dilimi: Gaziantep-Fatsa çizgisinin batısında kalan bölgede normal zaman bölümüne uygun gelmekte, bu çizginin doğusundaki yerlerimiz (-3) dilimi içinde kalmaktadır.
Yıldız saati insanoğlu geçe yıldızlara bakarak zaman tayinini yapmakta idiler eskiler yıldızları takip etmişler işte halk arasında pevr dağıldı pervr toplandı gibi terimler türemiştir. Burada pervr yıldızların mevsimlere göre hareketi ve bulundukları konum takip etmi gözlemlerle bunu hayata uygulamışlardır. Yıldız saati yaklaşık olarak yerin bir dönüş süresi üstüne kurulmuştur. Yıldızların bahar açılarının ölçüm başlangıcı olan bahar noktası, iklim noktalarının (mevsim kuşaklarındaki) düzgün devinmesinden etkilenir. Bu yüzden yıldız gününün süresi, yerin ortalama bir dolanımla süresine göre (0.01) saniye kadar uzar. Son zamanlarda yapılan ölçmeler, yerin Dolanma hızında birçok düzensizlikler olduğunu ortaya çıkarmıştır. Ağır fakat sürekli yüzyıllık yavaşlama, mevsimlik değişmeler, önceden bilinmeyen ve beklenmeyen başka değişmeler gibi Bir yıldız saatinin süresi, yıldız gününün yirmi dörtte biri kabul edilir. Buna göre yıldız yılı: 365.2563 gün yani, 365 gün 6 saat 9 dakika 9 saniyedir.
G.M.T. Saati (Greenwich Mean Time) G. M. T. Saati, Grcenwich ortalama saati anlamına gelir. Bu saat, "Uluslararası astronomi birliği" tarafından kesinlikle yürürlükten kaldırıldı. Çünkü astronomide "ortalama zaman", "sivil zamandaki gibi gece yarısından öteki gece yarısına dek değil de Öğle zamanından öteki Öğle zamanına dek hesaplanır. Uluslararası astronomi birliğinin boylamlar dairesi" her yıl, hangi ülkenin hangi saat dilimine veya dilimlerine dâhil olduğunu gösteren ayrıntılı bir liste yayımlar. Bugün bütün denizciler saat dilimleri kullanır. Bir denizci Greenwich’e göre 180° meridyenini aşarsa tarih değiştirir. Bu meridyenden 7 derece 30 dakika sonra da saat değişir. Tarih çizgisi batıdan doğuya doğru aşıldığında tarih bir gün geri, doğudan batıya doğru aşıldığında bir gün ileri alınmak gerekir.
Bu bilgiler ışığında yöremizde ve köyümüzde kullanılan takvim ve saatin nasıl kullanıldığı ile alakalı biraz bilgi verelim ve tarihe not düşmüş olsun köyümüzde Çin takviminin eskiden yaşlılar tarafından kullanıldığına şahit oldum. Şöyle ki köyde yaşlı insanlar babama sorarlardı bu sene neyin senesi diye oda bu sene işte fare nin derdi ve çok bereketli bir yıl olacağını havyalara göre yorum yapıldığına şahit oldum buradan şu anlaşılıyor kayıt ve tarihin tutulmadığı köyümüzde çin takviminin yani 12 hayvan takviminin kullanıldığını göstermekte tarihi kayıt veya başka bir kaynakta elimizde yok ayrıca köyümüzde her yıl eski hesap veya ay isimleri ile Çıla nın 20 sinde sersal (yılbaşı) kutlaması yapılırdı ne için yapıldığını bilmiyorum fakat çocukluğumda köydeki gençler işte çılanın 20 sinde bir gurup oluştururlardı bu gurupta biri geleneksel kadın kıyafeti giyer birde koca adam kıyafeti giyerdi ev ev dolaşılır kız kaçırma oyunu sergilenirdi o sergilenen evde hediye olarak ceviz pestil un tereyağı vb yiyecekler verirdi bu yiyecekler toplanırdı bir eve gidilir ve orada kümbe yapılırdı bu kümbe hazırlanana kadar toplanan çerezler yenilir ve çeşitli oyunlar oynanarak gecenin geç saatlerine kadar eğlenilir ve sonunda da kümbe yenilirdi oynanan oyunlar çay tabaklarının altında yüzük saklama oyunu sinek ısırma oyunu ağa oyunu hırsız polis oyunu buna benzer birçok oyun oynanır ve oyun ve şakalar yapılırdı bu oyunları eski dedelerimiz daha zevkli yaptıkları pehlivanlık oyunları da sergilerlerdi buda SIMSIMİ oyunu idi sımsımi oyunu en az 2 kişi veya çoklu oynanan bir oyundur bu oyun aynen güreş gibi meydana çıkılır rakibin sırtına yumruk vurulur. Bu yomruk sıra ile birinin sırtına vurma işlemi yapılır yıkılan ya da çekilen yenilmiş olur. İşte hangi genç daha güçlü bir nebzede güç gösterisi yapılırmış. Çocukluk yılarıma rastlayan bir Mehmet Emin SEKİN cinayetle bu bahsi geçen oyunlara ara verildi ve köylerinde her geçen gün göç vermesi ve gençliğin eğitim veya ekonomik sebeplerden dolayı şehirlere göç etmesi sonucu bu geleneksel oyunlar hep hafızalarımızda anı olarak kaldı. Bu gün oynanmıyor. Benim yaşımdaki köylülerimiz çok iyi bilirler bizden sonraki nesil bu oyunların sadece isimlerini duymuşlardır. Tabi eski yıllarda köylerde yaşayan nüfus yoğunluğu fazla şimdiki yaşam tarzının çok tersi bir orta oyun aktivitelerin bol olduğu bir yaşam tarzı vardı.
Şimdi çıla nedir diye soranız vardır tabi çıla 12 aylık dilimde ay ismi bu yüzden eskiden kullanılan aylardan da bahsetmeden geçmemek lazım ayları anlatmadan 12 hayvanlı takvimi anlatmak gerek Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lugât’i-t-Türk’te Türklerin bu yılların her birinde hikmet var sanarak onunla fal tuttuklarını, uğur saydıklarını belirtir. Verdiği bilgilere göre “ud yılı, savaşların çok olduğu bir yıldır. Takagu yılında yiyecek çok olur, ancak insanlar arasında kargaşa olurmuş. Timsah yılı girdiğinde yağmur çok yağar, bolluk olurmuş. Domuz yılında kar ve soğuk çok olurmuş. Yani böylece Türkler her yıl bir şey olacağına inanırlarmış.” Kaşgarlı, 12 Hayvanlı Türk takviminin ortaya çıkışı hakkındaki Uygur rivayetini de şöyle vermektedir: “Türk hakanlarından birisi kendi idaresinden birkaç yıl önce yapılmış olan bir savaş hakkında bilgi almak ister. Ancak danışmanları o savaşın yapıldığı yıl hususunda yanılırlar. Bunun üzerine Hakan, kendilerinin bu tarihte nasıl yanıldılarsa, daha sonra geleceklerin de yanılabileceklerini, bu sebeple göğün 12 burcu ve 12 ay sayısınca her yıla birer ad konulmasını ister. Hakanın teklifi yapılan bir kurultayla karara bağlanır. Daha sonra bir sürek avına çıkılır. Hakan, hayvanların Ilısu’ya doğru sürülmesini ve sıkıştırılmasını emreder. Av bu şekilde devam eder. Bu sırada bazı hayvanlar suya atlayarak karşı sahile çıkmaya çalışırlar. On iki hayvan bunu başarır Böylece karşıya geçen hayvanların adını sırasıyla her bir yıla ad olarak verirler. Bu hayvanlardan birincisi sıçan (sıçgan) imiş. İlk geçen bu hayvan olduğu için senenin başı bu adla anılmıştır.” Bu konuda efsaneler çoktur. Aslında Zaman kavramı insanoğlunun içinde yaşadığı ana hükmetme ve içinde yaşadığı zamanı kendince belirleme gayesiyle oluşturulan sistematiğe takvimin ve tarihin oluşumunu belirlemiş bir olgudur.
On ik hayvanlı takvimde yer alan hayvanlar sırasıyla Sıçan yılı, Sığır yılı ,Pars yılı (kedi gillerden özellikle Anadolu parsı nesli tükenmek üzere olan hayvanlardan biridir.) Tavşan yılı, Balık yılı (Diger bir deyişle masi yılı),Yılan yılı, At yılı, Koyun yılı, Maymun yılı, Tavuk yılı, Köpek yılı ve son olark Domuz yılı şeklinde sıralanmaktadır. Her yıla yani her hayvan yüklenen anlamlar ve efsaneler de vardır.
İnsanoğlu takvim olgsunu aslında ilk olarak zaman mefhumunu saatlere günlere haftalara aylara yıllara bölmeleri yaşantılarında hatırlama planlama gibi gereksinim ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla başvurdukları bir şeydir. Zaman izafidir. Bir kişinin normal yaşantısındaki zaman süresi ile rüyasında gördüğü bir rüya da geçirdiği zaman ölçümünü aynı ölçü birimiyle yapa bilmek söz konusu değildir. Zaman dilimlerinin adlandırılması aynı zamanda everenin tasarımını onun nasıl adlandırılıp nasıl yorumlandığını bizlere bir mihenk noktasını oluşturmaktadır.
Aralık - Çileya Pêşî, Berfanbar karşülık (ön Çıla)
Ocak - Çileya Paşî, Rêbendan , Çile (son Çıla)
Şubat - Sibat ( Okunuş : sıbat ),Reşemî
Mart – Adar
Nisan - Nîsan, Avrêl
Mayıs - Gulan
Haziran - Hezîran,Pûşper
Temmuz – Tîrmeh (Aslında temmuz ve ağustos aylarına çılı Hafine deniyor )
Ağustos - Tebax ( Okunuş : tebağ ),Gelawej
Eylül - Îlon ( Okunuş : ilon ),Rezber
Ekim - Çirîya Pêşî, Kewçer (ses verdi anlamında kışın gelişini ön gelişnie çırya peşi sonrasına çırya paşi deniliyor)
Kasım - Çirîya Paşî,Sermawez deniliyor.
Aralık Türkiye’de, Atatürk devrimine değin Arapçada "Ocak" anlamına gelen "kânûn كانون" sözcüğünden Kânûn-i Evvel, Kanunuevvel, Kanunievvel, Kânunuevvel olan ayın adı Cumhuriyet’ten sonra İlk Kânun, İlkkânun olarak kullanıldı; 10 Ocak 1945’te kabul edilip 15 Ocak 1945’te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı aralık yapıldı. Aralık adının İngilizce karşılığı olan ’December’, Latince 10 anlamına gelen "decem"den gelir. Aylara bölünmemiş kış mevsimi, ocak ve Şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde aralık ayı 10. ay idi. Çileya Pêşî, Berfanbar karşülık (ön Çıla)
Ocak Ocak ayının 1945 yılına kadar kullanılmış Türkçedeki eski ismi Arapça kökenli Kânun sözcüğü olmuştur. Aynı isimle anılan Aralık ayı ile karıştırılmaması için Ocak, Kanunisani veya İkinci Kanun, Aralık ise Kânunuevvel veya Birinci Kanun olarak adlandırılmıştır. Ocak ayı batı dillerinde (Latince: Ianuarius) adını, Roma kapı tanrısı Janus’tan alır. Orijinal Roma takviminde 10 ay (304 gün) vardı. Romalılar kış mevsimini aysız bir süreç olarak tanımlıyorlardı. MÖ yaklaşık 700’lerde Romulus’tan sonra gelen kral Numa Pompilius, takvimin standart kameri yıl (364 gün) ile hizalanması için Ocak ve Şubat aylarını ekledi. Çift sayılara karşı batıl itikatı olan Romalılar yıla bir gün daha ekleyip gün sayısını 365’e çıkardılar. Ocak - Çileya Paşî, Rêbendan , Çile (son Çıla)
Şubat Süryanice Şabat sözcüğünden Türkçeye geçmiştir. Şubat ayının batılı dillerdeki adları, Roma arınma Tanrıçası Februus’un adından gelir. Kış mevsimi aysız olarak kabul edildiği için Ocak ve Şubat, Roma takvimine sonradan eklenmiştir. Bu değişiklik, Numa Pompilius tarafından, takvimi, standart kameri yıl ile bir hizaya getirebilmek için yaklaşık M.Ö. 700 lerde yapılmıştır. Şubat - Sibat ( Okunuş : sıbat ),Reşemî
Mart Antik Roma’da Mart ayının adı, Mart – Adar
Nisan Nisan, Gregoryen Takvimi’ne göre yılın 4. ayı olup 30 gün çeker. Nisan sözcüğünün, Farsça (Nisan), Süryanice (Nisanna), Sümerce (Nisag = ilk meyveler), Akadca (Nisānu) ve İbranice (nîsān) sözcüklerinden alındığı söylenebilir. Nisan adının İngilizcesi olan April sözcüğünün Latince aprilis’den geldiği rivayet olunur. Klasik etimolojiye göre, Latince aperire (açmak); ağaçların çiçek açmaya başladığı mevsimi ima eder. Aynı tez, modern Yunancada ilkbahar anlamına gelen ἁνοιξις (açmak) ile de destek bulmaktadır. Nisan - Nîsan, Avrêl
Nisan Roma Savaş Tanrısı "Martius" idi ve bu ayın savaşa başlamak için şanslı bir zaman olduğu kabul edilirdi. Ocak ve şubat ayları, savaşmak için uygun olmadıklarından Roma takviminin ilk ayı Mart idi. Julius Caesar’ın MÖ 45 yılındaki takvim reformundan sonra yıl, 1 ocak’ta başlatıldı. Buna rağmen pek çok ülkede, yılın mart ayı ile başlaması geleneğine devam edildi. 1 ocak, yeni yılın ilk günü olarak Fransa’da 1564’te resmileşti. Büyük Britanya ve kolonilerinde ise 25 Mart geleneği, 1752’de Gregoryen takvimine geçene kadar sürdü. Mart ayının adı pek çok dilde benzerdir: März (Maerz) (Almanca), Mars (Fransızca), Maris (Arapça), Marzo (İspanyolca), Marzo (İtalyanca), March (İngilzce) ve Maart (Flemenkçe). Nisan
Mayıs Mayıs, Gregoryen Takvimi’ne göre yılın 5. ayı olup 31 gün çeker. Mayıs adı, Roma bereket Tanrıçası Bona Dea ile birlikte tanımlanan, Yunan Tanrıçası "Maia’nın ayı" anlamında Latince maius mensis’ten gelmektedir. Mayıs - Gulan
Haziran Türkçede ve Türkiye’de kullanılan resmi takvim sisteminde "Haziran" olarak zikredilen ayın kökeni, Süryanicede ’sıcak’ anlamına gelen "Hazıran" sözcüğüne dayanır. Fakat özellikle Karadeniz Bölgesi’ndeki Rize, Trabzon, Giresun, Akçaabat, Artova ve Niksar gibi yerleşim bölgelerinde, yerel halkın Haziran ayına "kiraz ayı" dediği bilinmektedir. Benzer şekilde Tofalar, Gagavuzlar ve Ahıska Türkleri de bu aya kiraz ismini vermişlerdir. Azerbaycan ve Özbekistan’da "iyun", Kazakistan’da "kökek", Kırgızistan’da "teke" ve "çilde", Türkmenistan’da ise "oğuz" adıyla bilinir. Öte yandan; Hint-Avrupa dil ailesinin konuşulduğu pek çok ülkede, Roma mitolojisinde Jüpiter’in karısı ve evlilik tanrıçası olan Juno’nun (Latince: Junius) ismi bu ayı betimlemek için kullanır. Haziran - Hezîran,Pûşper
Temmuz Temmuz kelimesi Arapça (tammūz تمّوز ) veya Aramiceden (tammūz תמוז) Türkçeye geçmiştir. Bu dillere ise Akadcadan girmiştir. En eski kök olarak Akadlar tarafından da tapınılmış Sümer çobanlık ve çiftçilik tanrısı Dummuz gösterilebilir. Gregoryen takviminde bu aya, Roma İmparatoru Julius Sezar’a ithafen July adı verilmiştir. Daha önceleri, Mart ayından başlayan Roma takviminde beşinci ay olduğu için Latince Quintilis olarak adlandırılmıştır. İrlanda takviminde ise Temmuz, Iúil olarak adlandırılmıştır ve yaz mevsiminin üçüncü ve son ayıdır. Türkçe kökenli olarak bu aya "orak ayı" ya da "ot ayı" denir Temmuz – Tîrmeh (Aslında temmuz ve ağustoaylarına çılı Hs afine deniyor )
Ağustos Ağustos, Gregoryen Takvimi’ne göre yılın 8. ayı olup 31 gün çeker. Türkçede bu aya "Harman ayı", "Lobut ayı" da denir. Kimi yerlerde bu ay için "Temmuz" ayı gibi "Orak ayı" dendiği de olur. Ağustos adının İngilizce karşılığı olan "August", bir rivayete göre, Roma İmparatoru Caesar Augustus’a ithafendir. Bir rivayete göre, Augustus da, tıpkı Julius Caesar’ın ayı Temmuz gibi (Julius’dan kaynaklanan July: Temmuz) kendi ayının da 31 gün çekmesini istediği için Ağustos ayında 31 gün vardır. Augustus, Cleopatra’nın öldüğü zamana denk geldiği için, bu ayın, takvimde bulunduğu yere yerleştirilmesini istemiştir. Augustus bu aya adını vermeden önce ağustos ayı, Mart ayı ile başlayan Roma takviminde altıncı ay olduğu için, Latince "Sextilis" olarak adlandırılmaktaydı. Ağustos - Tebax ( Okunuş : tebağ ),Gelawej
Eylül Türkçede yer alan Eylül isminin kökeni Arapçadır. Arapça eylûl (أيلول), Süryanice Arami/Süryani takviminin altıncı ayına atıfta bulunan elūl kelimesinden alıntıdır. Bu isim ise köken açısından Akadca hasat festivali ve bu festivalin yapıldığı ayı tanımlayan elūlu/elūnu kelimesinden türemiştir. Hristiyanlar bu aya "istavroz ayı", "haç ayı" ya da Karadeniz’de değiştirilerek "istavrit ayı" derler. Avram Galanti Bodrumlu yaptığı araştırmalar ile Türklük İncelemeleri kitabında Akadlıların altıncı ayı olduğunu ve sevinçten haykırmak anlamına geldiğini savunmuştur. Eylül adının İngilizce karşılığı olan "September", Latince 7 anlamına gelen "septem" den gelir. Eylül, M.Ö. 153’e kadar, eski Roma takviminde 7. ay idi. Roma imparatoru Septimius Severus ile aynı anlama gelir. Eylül - Îlon ( Okunuş : ilon ),Rezber
Ekim Türkiye’de, Atatürk devrimine değin Sümer-Babil-İbrani-Süryani-Arami ad Tişri den gelme Teşrin-i Evvel olan ayın adı Cumhuriyet’ten sonra da İlk Teşrin, İlkteşrin ya da Birinci Teşrin, Birinciteşrin olarak kullanıldı, 10 Ocak 1945’te kabul edilen 15 Ocak 1945’te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı ekim yapıldı. Türkçe "ekme" eyleminden türemiş olup tarlaların sürülüp ekildiği ay anlamındadır. Anadolu’da bu ay için "Gazel ayı" dendiği de olur, "gazel" "kuru yaprak" anlamına gelir. Bu ay için "Avara" diyenler de vardır. Gagauzca gibi Türkçenin kimi lehçelerinde bu aya "kasım" denir. Bu fark; Julien yöntemi Güneş takvimi ile Gregorien yöntemi Güneş takviminin bu yüzyıl (20. yüzyıl) için 13 gün farkı olması yüzündendir. "Kasım" adı "Yahya" peygamberin takma adı olduğundan, Gagauzlar bu iki Güneş takviminin gün farkından dolayı, "kasım" adını bu aya daha yakın görmüşlerdir. Ekim adının İngilizce karşılığı olan "October", Latince 8 anlamına gelen "octo" dan gelir. Aylara bölünmemiş kış süreci, Ocak ve Şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde Ekim ayı 8. ay idi. Ekim - Çirîya Pêşî, Kewçer (ses verdi anlamında kışın gelişini ön gelişnie çırya peşi sonrasına çırya paşi deniliyor)
Kasım Türkiye’de, Atatürk devrimine değin Sümer-Babil-İbrani-Süryani-Arami Tişri den gelme ad ile Teşrin-i Sani olan ayın adı Cumhuriyet’ten sonra İkinci Teşrin, İkinciteşrin olarak kullanıldı, 10 Ocak 1945’te kabul edilen 15 Ocak 1945’te yürürlüğe giren ve dört ayın adlarını değiştiren yasa ile ayın adı kasım yapıldı. 1946 yılında, Refet Ülgen eylül ayı için ilk güz, kasım ayı içinse songüz adını önermiş; ancak bu önerisi benimsenmemiştir. Ayın adı bir iddiaya göre Arapça kâsim قاسم, (bölen)’den gelmektedir, ama neyi bölmektedir? Oysa Anadolu’da, bu yasa çıkmadan yüzyıllar öncesinden beri halk yılı, kasım, kasım günleri ve hızır, hızır günleri diye ikiye ayırır, hızır günleri 6 Mayıs günü ile başlar ve kasım’a dek sürer. Bir başka iddiaya göre ise, adın "koç katımı" ya da "katım ayı" olarak bilinen dönemin bu aya denk gelmesidir. T - S ses değişimi Türkçede başka kelimelerde de gözlenir. Bu ay için kasım adının sebebi budur. Hızır, hıdır, haydar حيدر ,خضر, tarihte türlü adlarla (Saint Valentine / Ermiş-Aziz Valentine, Aya Nikola / Santa Klaus/Noel Baba, Dede Korkut ...) anılan bir biçimde Bilinen vaktin günü’ne dek yaşayacak olan bir insandır, kimi inanışlar onu bir nebi/peygamber olarak sayarlar. Arapça söyleyişle Kasım قاسم, Kazım كاظم, İlyas الياس ya da İbranice Kazaa ile Ellasס, Aliasס ise Yahya Peygamber’in takma adı olarak bilinir. 6 Mayıs günü Hızır ile İlyas (Ellez)’ın buluştuğuna inanılır. Kasım adının İngilizce karşılığı olan "November", Latince 9 anlamına gelen “novem” den gelir. Aylara bölünmemiş kış süreci, ocak ve şubat arasında bölünene kadar eski Roma takviminde kasım ayı 9. ay idi. Kasım - Çirîya Paşî,Sermawez deniliyor
Tabi bu aylar şimdiki gibi 30 ar günlük ay süreleri değil 40 gün 10 gün 40 gün şeklinde mesela karşülık yani Çirya 40 gün çıla 40 gün sebat 10 gün diye hesaplanıyor. İşte baharın gelişi 21 Mart günü fakat eskiler bunu 8 Marta kutlarlardı onun dayanağıda kanımca rumi takvimden olabilir. Kısaca mevsimlerede değinerek bu bahisi kapatalım. Mevsimlere gelince Zıfıstan (Kış), Bahar (İlkBahar), Hafin (Yaz), Payiz (Sonbahar) diye adlandırılmıştır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.