- 523 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
ER MEKTUBU GÖRÜLMÜŞTÜR
Zamanımızdan hatırlıyorum, üzerinde kırmızı damgalı "Er Mektubu Görülmüştür" zarfını eline alan anne, az da olsa okuma yazma bilen birine okuturken erkek - kadın, çoluk - çocuk herkes toplanır asker ocağından gönderilen Memed’in mektubu dibek taşının bulunduğu köyümüzün orta bir yerinde okunurdu. Pür dikkat dinlediğimiz, çocukluk döneminden aklımda kalan mektubun giriş cümlesi;
"Babacığım ve anacığım, üzerime farz olan selamlarımı yollar ellerinizden öperim." ibaresini hiç unutmadım.
..................................
İlk kar yağdığından itibaren Handris’in kaderi tazelenir, her yanı hapishaneye döner. O yıl yine çok kar yağdı, sadece dünyayla değil, kendisiyle de irtibatı aylarca kesilmişti şehir merkezinin. Uzayıp giden Muş ovası kar altında inlerken, Handris’in dağları fırtınalarla boğuşuyordu. Toprak yollar erken kapandı. Asker mektuplarını bekleyen anaların gözleri yollarda kalmıştı. Yaşlar göz çukurlarında kurumuş, akmaz olmuştu. Umutla yol gözlediler, karların erimesini, baharın erken gelmesini beklediler. Bahar inat etmiş, gelmez olmuştu. İlk kıştan beri ne gelen var, ne giden, bu aylarda asker mektupları köylere geç ulaşır. Öyle ki, kimi zaman tezkeresi yaklaşmış askerler, askerliklerini bitirip gönderdikleri mektuplarından önce köye varırlardı.
Aslında Muş merkezin akıbeti Handris’ten pek de farklı sayılmazdı. 1960’lı yıllarda henüz şehir gelişmemiş, yerleşim planlaması tam olarak yapılmamıştı. Dönemin yerel yöneticileri ya işin erbabı değillerdi, ya da maddi imkânları kısıtlıydı. Çünkü ortada görünen hiçbir çalışma göze çarpmamıştı bunca yıl. Kış günlerinde şehirde yaşam köylere göre daha zor şartlarda geçiyordu. Adı şehirde yaşamaktı, ama kenar mahallelerin evleri toprak damlıdır. Sokak ortasında ince bir borunun başına takılan bir musluktan akan su soğuk geçen kış günlerinde donardı. İnsanlar su bulamayınca günlerce kar eriterek geçinirlerdi. Köylerde buz tutmayan sürekli akan çeşmeler vardır, dereler vardır. Kenar mahalle evlerine elektrik çekilmemişti, gaz lambaları aydınlatırdı odaları. Burada da tandırlar yakılıyor, ama yakacak odun ve tezek bulamıyorlardı. Köylerde tezekler yazdan itibaren kuruturdu, herkes yakacağını hazır ederdi. Kenar mahallenin evleri yan yana sırt sırta bitişik yapılmıştır. Damlardan kar küremek zorlaşırdı, çocuklar yığılı karların üzerinden damdan dama rahatlıkla dolaşırlardı. Taşo köprüsü civarında yaşayan insanların çoğu köylerden göç etmişlerdi.
“Memurdur, maaşı vardır.” Diyorlardı. Oysa kadrolu memur değil, ücret karşılığında köylere posta görevini yapıyordu. Çalıştığı gün kadar ücret almakla sözleşmişlerdi. Böyle olunca, aldığı ücret bunca nüfusa yetmiyordu. Kış boyunca kahvehanelerde pinekleyen insanların arasında vakit geçirmek Kasım’a ters gelse de yapacak başka bir işi yoktu. Kahvehaneler işsizlerle doluydu, çay içecek paraları yoktu, akşam evlerine elleri boş dönüyorlardı. Kasım şeref sahibiydi, ölür de onuruna dokundurmazdı. Kimseye sataşmaz, kimsenin gururunu kırmazdı.
“Kasım’ın çocukları muhtaçtır.” Dedirtmezdi, kıt kanaat geçinirlerdi.
İki katlı postane binasının yarısı kar altında kalmıştı. Hükümet binasına ve Bitlis çarşısına giden yollar iki kişinin yan yana yürüyebileceği genişlikte açılmıştı. Kış boyunca Handris köylüklerine gönderilecek asker mektupları cırtlak renkli postane binasının iç penceresinde yığılı duruyordu. Dünyasına küsmüş serkeş bir posta memuru mektupları toplayıp gelişi güzel çelik dolabın içine atmıştı. Dolabın içinde çok mektup vardı, hepsi de rastgele üst üste yığılmıştı. Bütün mektupların üzerinde
“Er Mektubu Görülmüştür” kırmızı damgası bastırılmıştı.
Postacı Kasım boyası silinmiş eski çelik dolabın kapısını gıcırtıyla açtı. Üst üste yığılmış mektupların arasından Handris köylerine götürülecek asker mektuplarını ayıklamaya başladı. Çok dikkat ediyordu, üst üste yığılı mektupları birkaç kez elden geçirdi. Gözünden kaçan mektup varsa geri alıyordu. Uzun süre dikkat ederek ayırdığı mektupları köy sırasına göre dizdi, her köyün mektuplarını ayrı bir paket yapıp bağladı, kilim desenli heybesine yerleştirdi. Bir deri çantası olmamıştı, heybe kullanıyordu, hem atın terkisinde taşımak kolaydı. Köy postacılarının atları vardı. Kasım doru atını kendisi almıştı, çocuklarından çok, ona bakmak zorundaydı.
Postacı Kasım otuzbeş kırk yaşlarında bedence zayıf, orta boylu, teni esmer biriydi. Gür bıyıkları dudaklarını kapatmıştı. Siyah gür bıyıklarıyla gururlanırdı. Kaşları birbirine yakın, gür ve siyahtı. Postacı şapkasının altından yeni aklar düşmüş kıvırcık saçları dikine fırlamıştı. Sol yanağında eski çiçek hastalığı izi duruyordu. Çok konuşmuyor, konuşunca da dinlenir olmasını bilirdi.
Akşamdan atın yemini samanını verdi, tımarını yaptı. Doru at ilkin huysuzlandıysa da keyfi yerine gelmişti. Sabah ezanıyla eyeri vurdu, beklemeden yola çıkacaktı. Handris’in köylerini dolaşacak asker mektuplarını dağıtacaktı. Annesi söylenmişti akşamdan, karısı yalvarmıştı, kararından vazgeçmedi.
“Yollar daha açılmadı, bu mevsimde gidilir mi, oğul?” demişti annesi.
“Yola çıkılmaz bilirim, ama gel gör ki elde avuçta bir şey kalmadı ana. Gitmek zorundayım.” Diye cevap vermişti anasına.
“Daha Mart ayının başındayız, Handris’in karı boranı eksik olmaz, bilirsin. Gel etme eyleme, gözlerimizi yolda koyma bey.” Yalvarmıştı karısı. Kasım kimseyi dinlemeden, yola erkenden çıktı.
Postacı Kasım Dere mahallesinden sabah namazından sonra yola koyulmuştu. Yolu hem uzun, hem de yorucuydu. Handris köyleri uzaktır, gidip gelmesi günler alırdı. Karasu köprüsünün üzerinde yiyecek arayan kızıl tüylü bir tilki kovaladı. Muş - Bingöl şosesi yarı yamalak da olsa açılmıştı. Yük taşıyan kamyonlar, şehirlere giden yolcu otobüsleri günde bir kere de olsa Karasu köprüsünden geçerlerdi. Yolun her iki tarafında bir adam boyu kalın kar tabakası birikmişti. Kızıl tüylü tilki şoseden çıkmak istedi, kar yığınını aşamadı. Tilki kaçıyor, Kasım yol boyunca tilkiyi kovalıyordu. Bu kıtlık günlerinde postu para ederdi. Karasu köprüsünü epeyce geçmişlerdi, Çiftliğin girişinde kolcuların açtığı çığıra saptı, Kasım tilkiye son kez baktı.
“Kısmetimizde yokmuş, yolun açık olsun tilki kardeş.” Dedi, gülümseyerek atını mahmuzladı.
Tarihi Murat köprüsüne kadar bir zorluk çekmeden şosede tırıs adımlarla yürüdü doru at. İlk kar yağdığından beri dışarı çıkarılmamıştı, üzerinde çakır keyiflilik vardı. Başı dikleşiyor, tırısa kalkıyor, kuyruğunu dik tutuyordu, arada bir beyaz ovaya kişniyordu. Yine de hamlanacak diye korkuyordu, Kasım. Endişelerine rağmen keyifliydi. Kasketini hafif sol yana kaydırmıştı, resmi giysilerini giymemişti. Sonbaharda kaçakçılardan aldığı kareli bir ceket giyinmiş, üzerine eski gocuğunu geçirmişti. Doğunun çetin tabiatına dayanıklı doru atın dizginlerini serbest bıraktı. Alnı akıtmaydı doru atın. Köprünün girişine yakın sağa saptı. Bundan ötesi toprak yol açılmamıştı, köylülerin yürüyerek açtıkları çığırda yürümek zorlaşmıştı. Kar hem çok, hem de yumuşaktı, karnının altına kadar batıyordu. Ama güçlü bir attı, doru at. Bana mısın demiyordu, dozer gibi karları yararak gidiyordu. Yürüdükçe burun delikleri açıldı, soluk alıp vermesi hızlandı. Daha şimdiden boynu, sırtı terlemişti.
Kanireş köyü yol üzerindeydi, oraya kadar doru at karlara bata çıka gitse de fazla yorulmamıştı. Postacı Kasım, muhtarın evinde soluklandı, öğle namazını kıldı. Sofraya yağda yumurta yemeği, yanında taze mayalanmış yoğurt vardı. Yemekleri yedi, tabakları sildi süpürdü.
“ Allah ziyade etsin.” Dedi, yola tekrar koyuldu.
Kanireş ile Taşoluk köyleri arasındaki mesafe kısadır, ikindi namazını yol üzerindeki bir evde kıldı. Atı dinlenmişti. Akşama doğru kendini Serinova köyüne zor attı. Doru at güçlü olmasına güçlüydü, ilk kıştan beri ahırda kalması yorulmasına sebep olmuştu. Boynundan sağrısına kadar terlemişti. Ömer Ağanın kapısında attan indi. Onbeş yaşlarında bir çocuk atını ahıra çekti, bir sepet dolu saman önüne döktü.
Ömer Ağa köyün ileri gelenlerindendir. Güngörmüş, halden anlayan, zor davaların adamıdır. Postacı Kasım’ı tanıyordu, misafirini içeri buyur etti. Misafir odası kısa sürede komşularıyla doldu. Konu konuyu açtı, gece ilerledi. Geç vakte kadar şehirden sordular, Kasım bildiklerini anlattı. Kasım bir ara ahıra gitti, atın yemini ve suyunu ihmal etmemişti.
Sabah kahvaltıdan sora tekrar erkenden yola koyuldu. Yolun üzerinde Handris’in ilk köyü vardı. Arıncık köyü sırtını dağa vermiş, Murat kenarına doğru yayılmıştı. Ömer Ağa, Postacı Kasım’ı uyarmayı unutmadı.
“Arıncık yarına varınca dikkatli ol”. Demişti. “Bilirsin oranın toprağı gevşektir, bugünlerde kar iyice yumuşamış olmalı, çığ düşme ihtimali var. Çığla birlikte toprak kayması da olur, sakın unutma.”
“Dikkat ederim inşallah, meraklanma Ömer amca.”
“Ha, Kasım oğlum, sağ salim Aligedik köyüne varırsan, Hacı Kadir dostumuza benden çok selam söyle. Unutma. De hadi yolun açık olsun.” Kasım’a ve atına biraz endişeli gözlerle baktı.
“Baş üstüne, selamlarını iletirim, inşallah.” Atını mahmuzladı.
Arıncık yarının girişinde dizginlere asıldı, at yavaşladı, Kasım usulce eyerin üzerinden indi. Yarın yüksekliğine ve uzunluğuna baktı endişelendi. Ecel saati yaklaşmakta olan karlı büyük bir tümsek üst tepede asılı duruyordu. Geçebilecek hiçbir iz görünmüyordu, akşamdan toprağın bir kısmı karla çamur halinde tepeden kayarak Murat kenarına kadar dolmuştu. Yukarısı dağ, aşağısı Murat suyuna kadar varan uçurumdu. Yarın tepesinde emanet duran kar yığını düştü düşecek gibiydi. Toprağın kaydığı yamaç çıplak görünüyordu. Geçebilecek iz bulamadı. Çamur ve kar yığını yolu bataklık haline getirmişti. Atı yedeğine aldı.
“Ya, Bismillah!..” diyerek kenardan yürümeye çalıştı. Adımlarını yeni yürümeye başlayan çocuk misali yalpalayarak atıyordu. Basacağı yere önce bir iki denemeden sonra adım atıyordu. İlk adımda ayağı az batmıştı, atı yedeğinde yürümeye çalıştı, kar çamur karışık batağa saplandı, çıktı. Murat tarafı uçurumdu, o kenara fazla yaklaşamıyordu, kayarsa suya kadar yuvarlanacaklardı. Yukarı kısım bataklık haline gelmişti. Bata çıka az ilerlediler, doru at karnına yakın batmıştı, silkindi, Kasım’ın yardımıyla kurtarıldı. At korkmuştu, yürümek istemeyen bir hali vardı. Postacı atın gemlerine asıldı, atını yüreklendirmek istedi. Avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Doru at bir iki kez hafif sesle kısa kısa kişnedi. Başını sallayarak gemden kurtarmaya çalıştı. Çabası boşa gitti. Bata çıka orta yere gelmişlerdi, adım atamıyordu, her adımdan sonra karnına kadar batıyordu. Kasım bir atına baktı, bir bataklığa baktı, çaresizdi.
“Haydi, oğlum!.. Az kaldı..” Ne kadar bağırdıysa da at tınmadı. Kasım da durdu, dizine kadar batmıştı. Beklediler. Kasım cebinden sarılı bir sigara çıkardı, yaktı. Sigarasından derin bir nefes aldı, şimdiye kadar içtiği bunca sigaradan bu kadar tat alamamıştı. Sigarası bitinceye kadar beklediler. At olduğu yerde durmuş, sağa sola kıpırdanamıyordu. Kasım tekrar gemine asıldı;
“Haydi, yürü be oğlum, haydi yürü!...” Doru, silkindi, durdu, bir daha silkindi. Çamurdan zor da olsa çıkabildi, iki adım üst üste attı, tekrar karnına kadar çamur batağına saplandı. Kasım endişeyle baktı, doru yarı sesle kişnedi.
“Benden bu kadar.” Dercesine kişnemişti. Bu kişneme, sabahleyin Muş – Bingöl şosesinde tırısa kalkarken neşeli kişnemesine benzemiyordu, bu kişneme çaresizliği bildiren acıklı bir kişnemeydi. Bir insan gibi doru atın gözleri doldu, yaşlar iki yandan aşağıya aktı. Kasım da ağlamaklı olmuştu, çaresizlik zordur… bir şey yapamamanın ezikliği içindeydi. Doru at kıpırdandıkça çamura batıyordu. At çamura battıkça, Kasım bağırıp çağırıyordu.
Ne kadar zaman geçti farkında değildi, kan ter içinde kalmıştı Postacı Kasım. Doru at artık hiç kıpırdanmıyordu. Bataklığı yarılamışlardı, görünürlerde kimse yoktu. Tüm çabaları boşa gitmişti, at kıpırdanmıyordu. Kasım baktı çaresizdir, beklemenin bir anlamı kalmamıştı artık. Eğildi, dorunun başını kucakladı, eyerin üzerinden heybeyi aldı, omzuna attı. Temkinli adımlarla yürüdü, battı, çıktı, kenara ulaştı. Tehlikeli bölgeden uzaklaşarak hafif yüksek bir tümseğe çıktı. Elleri böğründe, çamur batağında sessiz duran atına baktı. Ağlamaklı olmuştu, bir şey düşünemiyordu. Birden;
“İmdaat!.. İmdaaat!.. Kimse yok mu?..” Durmadan avazı çıktığı kadar bağırmaya, dövünmeye başladı. Annesini hatırladı, karısının sözleri akılına geldi.
“Gitme.” Demişlerdi, Kasım kimseyi dinlememişti, para kazanmak gerekiyordu, onca boğaza aş gerekiyordu. Kasım gitmek zorunda kalmıştı.
Elleri böğründe bir aşağı, bir yukarı gidip geldi, sesini kimseye duyuramamıştı. Zor durumdaydı, göz göre göre at elden gidiyordu. Doru at evinin ekmek teknesiydi, evinin umuduydu, zor günlerinin dostuydu. İşte gidiyor, hem de Kasım’ın gözlerinin önünde. Ne zordur, Ya Rab!.. Cebinden sarılı bir sigara daha çıkardı, yaktı, nasıl bir nefes içine çekmişse, az daha boğuluyordu. Öksürdü… Doru at tekrar yüksek sesle acıklı kişnedi. Bu kişneme sanki:
“Elveda, Kasım, hakkını helal et!..” anlamındaydı. Kasım atına baktı, ağlamaklı bir sesle;
“Doru, oğlum, kurtaracağım seni!..” Doru atın kişnemesi, Kasım’ın ağlamaklı sesi yarın üzerinde yankılanmıştı, Kasım bunu hiç düşünememişti bile.
Mart ayının ilk günlerinde kar yumuşak olur. Yarın yükseğinde bir hışırtı duyuldu, ilkin birkaç kar parçası yuvarlandı, arkasından kıyamet koptu sanki. Kar yumuşaktı, gevşek zemin üzerinde fazla durmadı, altta toprak, üste kar tam tepeden aşağıya doğru kaymaya başladı. Kasım korktu, ne olacağını tahmin etti. Dağ yuvarlanmıştı aşağıya doğru. Önce iniltiye benzer bir ses duyuldu, ardından doru at acı acı kişnedi. Kar, çamur, taş üst üste yığıldı kaldı.
“İmdaaat!...” ne kadar bağırdıysa da fayda vermedi. Kar ve çamurlu toprak hızla kayıyordu. Kasım etrafında çırpındı, bağırdı, durdu. Çamur yığını atın olduğu alanı doldururken atın başı hala dışarıda kalmıştı. Doru iki kez acı acı kişnedi ve sesi kesildi. Çamur yığını içinde kaybolurken, Kasım kendinden geçmişti.
Annesi:
“Oğul, gitme!..” demişti.
Karısı:
“Bizi bırakıp gitme!..” demişti. Postacı Kasım’ın kanı donmuştu, nutku tutulmuştu. Ekmek teknesi elden gitmişti, umudu tükenmişti. Doru atın olduğu yere görmeyen gözlerle bön bön baktı. Atın olduğu yerde çamurdan bir tümsek meydana gelmişti.
Arıncık köyü dönemecin hemen arkasında yakın bir yer. İmdat seslerini, hawar hawar sesleri dangiyi bekleyen bir köylü duymuştu. Olay yerine geldiklerinde eli böğründe Kasım’ı olduğu yerde donmuş gördüler.
“Hey, arkadaş, heey!...” seslendiler, Kasım’dan ne ses vardı ne hareket. Omuzlarından sarstılar, kollarından tutup kaldırmaya çalıştılar, zor bela ayağa kaldırdılar, Kasım çamur tümseğinden gözlerini alamıyordu. Köylülerden biri Kasım’ı tanımıştı.
“Bu, Postacı Kasım’dır, yahu…”
“Vallahi, odur…”
“Hey, Kasım… Kasııım..” Sarstılar, Kasım az ilerdeki yeni tümseğe bakıyordu.
“Bu adam bir yere bakıyor, ne ola…?”
“İyi de şu bataklığı nasıl geçmiş ki?”
“Şimdi anlarız…” Biri cebinden tütün tabakasını çıkardı, aceleyle bir sigara sardı, yaktı, Kasım’ın dudaklarının arasına sıkıştırdı. Kasım bir iki denemeden sonra sigaradan bir nefes aldı. Neden sonra kendine gelebildi.
“Atım…” dediği duyuldu.
“Atın mı?”
“Ne atı kardaş, hangi at?”
“Kasım, ne atından konuşuyorsun, hele açık söyle?
“Bir şey anlamadık, kardaş.” Danginin ( kışın dışarıda koyunların yemlendikleri yer ) önünde koyunlarını bekleyen köylü birden bir at kişnemesini duyduğunu heyecanla anlattı.
“Doğru söylüyor, dangiyi beklerken imdat seslerinin arasında sanki acıklı bir at kişnemesini de duymuştum. Şimdi hatırladım.”
“Doru atım…” dedi Kasım. “İşte orada… Çığın altında…” Gözlerini tümsekten ayırmadan kesik kesik konuştu. Sigaradan derin bir nefes daha aldı, dumanını havaya savurdu, Zengok tütünü güzel koktu.
“Hani nerede?” diye sordular
“Şu tümseğin altında…” Diyebildi ancak. Köylüler hayıflandılar.
“Ne yani, atın çığın altında mı kaldı?”
“Hee, kardaş, çığın altında kaldı, işte orada. Şu tümseğin altında…”
“Peki, nasıl kurtardın kendini?”
“Çığ gelmeden önce at batmıştı, çıkamıyordu. Çabalarım yetmedi. Köylüyü yardıma çağırmak için atı bıraktım, zor bela buraya kadar geldim. Bağırdım çağırdım, ama duyan olmadı. Tam geliyordum ki, olan oldu… Dağ yıkıldı aşağıya doğru… Doru at çığın altında kaldı. İşte şu tümseğin altında…” Kasım daha fazla konuşamadı.
“Geçmiş olsun Kasım kardaş.”
“Senin adına üzüldük.”
“Şükür etmen gerekir, sen kurtulmuşsun, ya…”
“Allah seni çoluk çocuğuna bağışlamış.”
“ Ya, oradan ayrılmamış olsaydın!..”
“Dilim varmıyor demeye, kardaş.”
“Daha ekmeğin varmış dünyada.” Konuşmalar uzadı, gitti. Kasım’dan çıt çıkmıyordu.
“Burada beklemenin artık bir anlamı yok.”
“Olan olmuş, kardaş, haydi gidelim.”
“Hele bir köye varalım, Allah kerimdir.”
“Yapılacak bir şey yok, olan olmuş.”
“Olmuş… Gidelim.” Kasım’ın koluna girip köye götürdüler.
Postacı Kasım o gece Arıncık köyünde, muhtarın evinde ağırlandı, o köyün mektuplarını muhtara teslim etti. Ertesi gün heybesini omzuna vurdu bir şey olmamış gibi yola düştü, ama yüreği yanıyordu.
İki köye daha uğramış, mektuplarını köy muhtarlarına teslim etmişti. Gittiği her köyde birer gece kalmıştı. Üçüncü günün sabahında Aligedik köyüne varmak için erkenden yine yola düştü. Yanında doru at yoktu, omzunda heybesi, elinde meşeden bir değnek vardı. Tepeler sıralanmıştı, bu tepelerin araları karlarla dolmuş, yoldan hiçbir iz yoktu. Arazi yükseliyor, sonra alçalıyor, yol uzun ve çetin görünüyordu. Günlerdir bu yoldan gelen giden olmamış, geçit vermez olmuştu. Derelerin kuytuları, tümsekler arasındaki çukurlar, küçük düzlükler neredeyse bir adam boyu karlarla kaplıydı. Her yerde zorlu geçen fırtınanın izleri vardı. Kar ağırlaşmış, küçük tümsekler sertleşmişti.
Günün ileri saatlerinde Postacı Kasım karlara bata çıka ağır adımlarla yürümeye çalıştı. Çok yorulmuştu, adım başı durup dinleniyordu. Sabahleyin kendisine verdikleri ekmek çoktan bitmişti. Bir adım attı, ayağı kendini taşıyamadı, olduğu yere çömeldi. Susamıştı. Susuzluğunu bir parça karla gidermeye çalıştı. Asıl korkusu aniden karışına çıkacak kurtlardı. Handris’in beyaz örtülü arazilerinde dolaşan aç kurtlar karşısına çıkabilirdi. Korktu, vakit ilerlemişti. Cebinden son sigarasını da çıkardı, yaktı. Derin nefesler alarak dumanı içine çekti, acele etmeden sigarasını içip bitirdi.
“Haydi, yolcu yolunda gerek...” deyip yekindi. Köye az kalmıştı kalmasına da, Kasım’ın takati kalmamıştı. Tuzlu dere yokuşunu adımları sürüklenerek çıktı. Güneye bakan yamacın kar kalınlığı azdı, fazla batmıyordu. Şehitlik tepesine varırsa köy görünürdü. Yolu az kalmıştı.
Tepeye doğru çıktıkça ayazın şiddeti de arttı, soğuktan çenesi birbirine vuruyordu. Ne kadar da soğuk vardı böyle, şimdi soğuğu daha iyi hissediyordu. Sanki Handris’in soğuğu birikmiş de buraya gelmişti. Zayıf bedeni soğuktan titriyordu.
………………
“İşte böyle oldu, Hacı amca. Muş’tan çıkalı tam beş gün oldu, yollardayım. Az daha donuyordum, kendimi zor bela buraya attım.” Postacı Kasım, artık hiç konuşmadı. Başını önüne eğdi, belki de atını düşünüyordu.
Vakitsiz zamanda köye gelen misafiri merak edenler Hacı Kadir’in misafir odasına dolmuşlardı. Odada oturanlar hayretle Kasım’ı dinlediler, anlattıkça gözleri açılmıştı. Uzun bir ara kimse konuşmadı, olayların etkisi altında kaldıkları yüzlerinden okunuyordu. Şirin çok sigara içmişti, kül tablası dolu olarak önünde duruyordu. Adil dayı hala doksan dokuzluk sarı naylon tespihi çekiyordu.
Kirve Halit gözaltından Hacı Kadir’e baktı, göz göze geldiler, belli ki aynı şeyi düşünmüşlerdi.
“Kasım oğlum, öncelikle sana çok geçmiş olsun. Doğrusu büyük badireler atlatmışsın. Allah geçinden versin, ya sana bir şey olsaydı…” Yarım kalan sözlerine devam eden insanların edasıyla devam etti.
“Dünya malı dünyada kalır, üzülme. Yeri dolar inşallah, hele sabah ola hayır ola. Her şerden bir hayır doğar, bekleyelim de görelim.” Hacı Kadir konuşmasını bitirdikten sonra başını kaldırdı, oturanlara baktı.
“Sabah ola, hayır ola.” Dedi, Kirve Halit. Oturanların çoğu ne dediklerini anlamamışlardı.
Bıyıkları geçen yıla göre biraz daha kırlaşmış, eski sarığının altından fırlayan saçlarının tümü beyazlaşmış, gözlerinin feri kaçmış, bakışları iyice donuklaşmış olan Adıl dayı, yavaşça elini cebine attı, parlaklığı solmuş metal tütün tabakasını çıkardı, yine yavaş hareketlerle sigara sardı. Bir şey olmamış gibi konuşmadan soluk metal tütün tabakasını solunda oturan Şirin’e uzattı. Donuk bakışlarına benzer donuk bir cümle çıktı ağzından.
“Daha yiyecek ekmeğin varmış, Kasım oğlum.” Dedi.
Postacı Kasım bir gün bir gece daha kalmıştı, Hacı Kadir’in misafir odasında. Köylüler yine dolmuşlardı. Asker mektupları muhtar Şehmuz’a teslim etti. Ertesi gün, Kasım’ın doru atı kadar güzel olmazsa da eyerli kır bir at duruyordu, Hacı Kadir’in kapısında. Onbeş yaşlarında bir çocuk atın dizginini tutmuştu. Kasım’ın posta heybesi eyerin üzerinde duruyordu. Hacı Kadir devreye girmiş, köylüler kendi aralarında topladıkları parayla Şirin’in kır atını satın alıp Kasım’a hediye etmişlerdi. Alıcı gözlerle eyerli kır atına baktı, gözleri nemlenmişti. Postacı Kasım minnet dolu gözlerle Hacı Kadir’in ellerine sarıldı öptü.
“Hakkınızı helal edin, sana ve köyüne minnettarım.” Boğazı dolmuştu, fazla konuşamadı, gözleri nemlenmişti.
Hacı Kadir:
“Minnet duyulacak bir şey yok, Kasım’ım. Mescitli ve civarındaki köyleri dolandıktan sonra bu taraflara gelme. Arıncık bataklığını geçemezsin. Mescitli’den sonra yolun uzayacak belki, Bulanık – Muş şosesi şimdi açıktır, oradan Muşa gidersin artık. Haydi, yolun açık olsun.” Tembihte bulundu. Köylüler:
“Yolun açık olsun, kardaş.” Dediler.
Postacı Kasım yeni atının eyerine oturdu, dizginleri eline aldı, mahmuzladı. Harmanlar düzlüğünden kayboluncaya kadar, köyün çocukları onu izlediler.
19 ARALIK 2020
Mehmet AKIN
TURNANIN FERYADI - Romanından
YORUMLAR
Kendini okutan yazı güzel yazıdır
Bu yazıda öyle idi
Yazıdan çıkarılması gereken derslerin özü çok güzel ifade edilmiş
Görevin kutsiyeti, emeğin yüceliği, İnsanlığa dair derinlikli kültürel değerleri ustaca aktarmışsınız Hocam
Son nokta köylülerin imece usulüyle ölen atın yerine at alarak Postacı Kasıma Umut olmaları
Hikayenin bize anlatmak istediği
Yardımlaşma dayanışmanın kutsallığını
Adeta ilmek ilmek işlemiş
Tebrikler
Nice saygılarımla
Mehmet Burhan AKIN
Genellikle gördüklerim, yaşadıklarım ve yakın kaynaklardan duyduğum olayları tasvirlerle süsleyerek hikayenin orijinalini bozmadan yazmaya çalışıyorum.
Bu hikaye yaşanmış bir olaydır. Henüz okula başlamadan - köyümüzde okul yoktu - bu olaya şahit oldum, Postacı Kasım bize misafir oldu, babam Hacı Kadir'in önderliğinde ona yeni bir at alındı.
Evet; Yardımlaşma ve dayanışmanın kutsallığı o dönemlerde hep yaşadı.
Saygılarımla...
Hüzünlü bir hikaye. ''Er Mektubu Görülmüştür.'' ben askerlik yaptığım zamanlarda otuz kırk sene öncesinde kaldı. Şimdilerde askerlerin hepsinin cep telefonu var. Köy yolları nasıl da kapanırdı, nasıl da asker mektubu, asker yolu gözlenirdi... Şu tespitte çok güzel ''Bazen asker teskere alır, sonrada mektubu gelir.'' O köylerde ne güzellikler yaşanırdı kim bilir? Şimdi köylerde adam da bırakmadılar, % 4 e kadar düşmüş köylerde yaşayan vatandaşlarımız oysa ki ''Köylü milletin efendisidir.'' şiarı vardı bir zaman. Özetle güzel bir öyküydü uzun olmasına rağmen sıkmayan, kutlarım içtenlikle...
Mehmet Burhan AKIN
Saygılarımla....
Öncelikle söyleyeyim ki; öykünün başlığı çok yakışmış. Oldum olası iç acıtan bir ifadedir benim için.
Anlatımın duruluğu, bunaltmayan betimlemeler, kurgunun akıcılığı... çok beğendim öykünüzü Hocam!
Kutluyorum saygıyla...
Mehmet Burhan AKIN
Değerli kalem ustalarından beğeni almak çok sevindiricidir.
Güzel yorumunuza layık olmaya çalışırım inşallah.
Saygılarımla...