- 468 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Prof. Dr. Fuat Sezgin ve Bilim Aşkı
Prof. Dr. Fuat Sezgin ve Bilim Aşkı
Öyle bir aşk ki bu, sabırla ve demlenerek olgunlaşmış, devamında coşkuya sonra seri üretime dönüşmüş bir duygu. İki kişi arasında kalan bir bireysel aşk olarak kalmamış yani.
Dolu dolu bir yaşam.
Prof. Dr. Fuat Sezgin Hocamızdan bahsediyorum.
Kendilerini geç keşfettiğimden dolayı mahcup oldum, utandım doğrusu.
İsmen duyuyorduk fakat, detaylı tanıma imkânım olmamıştı.
Vefatından sonra gündemimize girmesi büyük bir kayıp. Tabi bu geç tanımada; medya, bilim ve iletişim dünyasının da kusuru var biraz.
1 Temmuz 2018 tarihinde İstanbul’da tarihi mekanları geziyordum. Ayasofya, Sultan Ahmet, Yerebatan Sarayı derken, Gülhane Parkı’nı ailece ziyaret etmiştik.
Dikkat çekici bir kalabalık, olağanüstü bir hareketlilik karşısında şaşırmıştık.
Prof. Dr. Fuat Sezgin’in bilim tarihi müzesi bu parkta bulunuyordu. Ve vefatı nedeniyle tüm devlet erkânı, sevenleri de buraya gelmişti. Gülhane Parkı deyince; kurduğu Müzesi ve kabri ile Merhum Fuat Sezgin’i hatırlatacak bize. Bu arada Gülhane Park’ının ağaç ve kuş çeşitliliğini görünce hayran kalmıştım.
Sefer Turan’ın, Prof. Dr. Fuat Sezgin ile yapmış olduğu söyleşi, "Bilim Tarihi Sohbetleri" adıyla kitaplaştırılmış.
Bilim, kültür, sanat, edebiyat geçmişimiz ve geleceğimiz için her yurttaş tarafından okunmalı. Bilim tarihi ve bilim felsefesi yolundan geçmeyenin güncel ve verimli bir üretim yapması mümkün değil, taklidi bile beceremezler.
"27 dil bildiğiniz söyleniyor ne dersiniz" sorusuna, "biraz abartmışlar" şeklinde cevap veriyor. Sayı belirtmese de, yazılı metinleri çözümleyecek kadar en az 15 dili bildiğini tahmin ediyorum. 32 dil bilen bir filolog ve 54 dil bilen bir İspanyol’dan bahsediyor. Biz ise Türkçe yazılmış, hazır lokma kitapları bile okumaktan aciziz.
Hitler zulmünden kaçtığını tahmin ettiğim, İstanbul Üniversitesi’nde görev yapan bir Profesörün öğrencisi oluyor.
Edebiyat tarihi olarak başlayan akademik yolculuğunu, bilim tarihi olarak sürdürüyor.
Bu sefer de 1960 yılında ülkemizde bir darbe gerçekleşiyor. Kime ne zararı varsa, 147 akademisyeni üniversitelerden atıyorlar. Atılanlar arasında, tek ideali bilim insanı olmak olan Fuat Sezgin de vardır.
Bir insan hukuk ölçeği ile, ya suçludur, ya masumdur. "İlerde suç işleyebilir" zannıyla hiç kimse, hak ve özgürlüklerinden mahrum bırakılamaz. Suç varsa, savunma hakkı da kutsaldır. Ama bu kural işlemiyor.
Karar verir, bir zamanlar akademisyenlerini kovan Almanya’ya yerleşir. Ne kadar garip değil mi?
"Darbecilerin tek hayırlı icraatı, beni ülkemden kovmak oldu" der.
Yıllar sonra bu yorumunu, bir askerin yüzüne karşı söyler. Adamda da vicdan varmış ki yüzü kızarır.
O dönemlerde Fransa’dan Doçent Dr. olarak ülkeye dönen Nurettin Topçu’ya da üniversitede görev verilmez. Bir liseye doçent olarak atanır(!)
Muhterem ve muhteşem hocamız Fuat Sezgin, aradığı, düşlediği akademik ortamı Almanya’da bulmuştur artık.
Bilim tarihi eserlerini yazmak, müzesini kurmak için tam 60 ülkeyi gezer.
Kütüphanelerin, yazma eserlerin altını üstüne getirir. Yılmak, usanmak bilmeyen bir şevk ile araştırır, okur, çalışır ve yazar.
Almanya’daki hocası, günde kaç saat çalıştığını sorar. "On iki saat" cevabını alınca, "on iki saat çalışarak bilgin olamazsınız sayın Sezgin" cevabını alır.
Günlük çalışma saatini günde on yedi saate çıkarır. Bu çalışma temposu, yetmiş yaşına kadar böyle devam eder.
Bilimsel üretkenliği doksan dört yıllık ömrü boyunca devam eder.
Her işin, her değerin, her niyet ve eylemin bir ölçüsü, tartısı, bir mihenk taşı vardır. Ne yaptığımızı ölçmek, neyi ihmal ettiğimizi belirlemek, neler yapmamız gerektiğini planlamak, moral ve motivasyon kazanmak için;
Prof. Dr. Fuat Sezgin’in "bilim tarihi sohbetleri" adlı kitabını, okuma listenize eklemenizi öneriyorum.
Bu tür kitapları “hobi olsun, nostalji ve muhabbet olsun” diye okumayacağımız muhakkak.
Söyleşideki satır aralarında o kadar vurucu tespitleri var ki; yalnızca bilge bir şahsiyetin öğüdü olarak geçiştirilmemeli, eylem ve algılarımıza yön vermeli.
Benim de rahatsız olduğum, sıkça dikkat çektiğim bir konuyu dile getirmeden geçememiş hocamız.
“Bilgilendirme, ara haber, teyit etme, geri bildirim, zamanlama, planlama” gibi bir duyarlılığımız yok diyor özetle. Yani bir kişi veya kuruma; elektronik ortamda, telefonla ya da kargoyla bir mesaj gönderiyorsunuz.
“Mesajımız muhatabına ulaştı mı, kayboldu mu, gündeme/iş planına alındı mı, talep olumlu mu, işlem ne zaman sonuçlanır, maliyeti nedir” bu soruların cevabı belli değil. İşletme de zaten yeterince para kazandığı için umurunda değil. Bu tür iletişim şeklinin toplumu gerilettiğini vurguluyor.
Bu hassasiyeti yıllardır gösterdiğim için; “Ne kadar da acelecisin be adam, bu kuralcılığın bu topluma uymuyor” anlamında hem olumlu hem de olumsuz tepkiler almışımdır.
Bilimsel bilinç, yöntem, terminoloji ve metodolojinin ne olduğunu/olmadığını, nasıl olması gerektiğini öğrendiğimiz zaman; her kavram, algı ve yargıyı, ideolojik ve dini argümanlarla açıklamak/savunmak zorunda olmadığımızı anlayacağız.
Bilimin, sürekli gelişen, insanlığın ortak mirası olduğunu kabul edeceğiz.
Oryantalist (Şarkiyatçı) lerin de araştırmacı bilim insanı olduğunu, öcü olmadıklarını gözlemledim bu kitapta. Biz ortaya konulan ürüne bakarız/bakmalıyız. Şarkiyatçı veya Garbiyatçıları; aklamak veya suçlamak önyargısıyla yola çıktığımızda bilimden beklenen insani gaye şekillenemiyor.
Batı kibrini, doğu da tembelliğini terk ederek; bilim/ahlak/adalet tabanında senkronize olup, daha yaşanabilir bir dünyanın umudunu aşılamalıdırlar. Alman Düşünürü Goethe, Doğu Batı Divanı’nda bu konulara değinir. Yine Alman düşünür Immanuel Kant’ın ödev ahlakı öğretisi, bizdeki Hilmi Ziya Ülken’in Aşk ahlakı öğretisi gibi, insanlığın ortak mirası kabul edilmelidir.
Hocamızın anlatımlarından şu dersi çıkardım. Geri kalmamıza ve kargaşa ortamına neden olan etkenler: Bilimsel öngörüsüzlük, üretim yönünden kısırlık, israf, ben merkezli gösteriş, birlikte yaşama ve üretmeden yoksunluk, planlama, görev bölümü, ortak toplumsal ihtiyaçların belirsizliği”
Geçmişten ve günümüzden örnekler vererek, düştüğümüz çukuru, kırılma noktasını mantıklı tespit edebilirsek, aynı hataları tekrar yapmayacağımız gibi, pozitif yönde yol alma ivmemiz artacaktır.
Haçlı ve Moğol istilaları, iç bünyedeki iktidar kavgaları, dinin noksan ve yanlış yorumlanması, içtihat kapısını kapatarak toplumsal çözüm alternatiflerinin, felsefenin, bilimsel yöntemlerin itibarsızlaştırılması; üretkenliği geriletmiş ve bizi gelişen dünyanın gerisinde bırakmıştır.
İslam medeniyeti yaralanınca, tekrar kendine gelme fırsatını yakalayamamıştır.
El Kindi, İbni Sina, İbni Rüşd, İbni Haldun gibi, batı dünyasına eserleri el üstünde tutulan Müslüman düşünürleri, kendi içimizde dışlamak, dinin dışında görmek; gurur vesilesi ve kahramanlık olarak takdim edilmiş ve dünyanın dönüşüne ayak uydurmamızı istememişlerdir. Halen daha din, tarikat, cemaat ve yan kollarının aralarındaki ölümüne kavgalar; bu zihniyetin ürünüdür.
Sonsuz ve genişleyen evrende, nokta kadar kalan dünyamızda; böylesine bir didişmenin, güvensizliğin ve pay kapma savaşının; yaşamdaki anlam ve hakikat arayışımızdaki farklılıklar olduğu ortadadır. Çözüm ne o zaman? Dünyayı karpuz dilimi gibi bölümlere ayırıp; dinli-dinsiz , doğu-batı diye bölgelerle mi oluşturacağız?
Macar halk Ozanı Attila Jozsef “Hiç kimse beni susturamaz. Çünkü bana güç veren bilimdir.”
diyerek coşku, cesaret, özgüven ve yöntemini ortaya koymuştur. Buna bir de ahlak ve adaleti eklediğimiz zaman, en azından üç ayaklı yıkılmaz bir dayanak noktamız oluşur.
Mısır’da yüzden fazla inşa edilen o heybetli piramitlerin sırrı halen çözülememiş. Yaptıran firavunlara mezar olmuş, yapan işçilere de bir faydası olmamıştır. Yani baştan sırrı çözülmesin diye yapılmıştır. Firavunlar demek ki o kadar hırslı, kinci, canavar, şüpheci ve doyumsuzlarmış ki;
öldükten sonra da sözde yüceliklerini mimari ihtişamla, çağlar boyu tüm asırlarda nam salmasını arzulamışlardır. Çalışan işçilerin çoğu inşa aşamasında can vermiş, sağ kalanlar da, mimarideki niyet ve sırrı bildiklerinden öldürülmüşlerdir. Yani dönemin Kralları, bir taşla, beş kuş vurmuşlardır.
Halkı boş kalıp da dedikodu yapıp, kralı devirme planı yapmasınlar diye insan gücünü çok aşan bir mimaride çalıştırmışlar, hem kendilerine kabir yaptırmışlar, hem yüceliğini dünyalık gözle ispatlamışlar, hem de iktidarını güçlü şekilde sürdürmüşlerdir.
Sapkın ve sadistçe bir güç gösterisinin ürünü olan piramitler, mirasçılarının da bir işine yaramamıştır.
Biz ise mimarisine hayran kalıp, insanlara yapılan zulmü görmezlikten gelirsek, tarihten ders çıkarmamız hayal olur. Ben arkeolojik değerinden önce, sosyolojik yönüne bakarım tarihi mirasların.
İslam dünyası da belli bir dönemde bilim, kültür, sanat ve teknolojinin zirvesini yakalamıştır.
Daha önceki cümlelerde de belirttiğimiz gibi din ve taht kavgaları; bilim ve felsefe gözlüğü takanların dışlanması, adeta dönen dünyaya fren takozu monte etmek gibi bir sonuca götürmüştür bizi.
Odun kaşık üretenler işsiz kalmasın diye metal kaşığa, hattatlar boş kalmasın diye matbaanın icadına karşı çıkmak, hangi akla hizmet etmek olur?
Bugün uçak, füze, cep telefonu, bilgisayar, nükleer santral gibi ileri teknoloji gerektiren ihtiyaçlara karşı çıkmıyoruz fakat ithal ettiğimizden, dış ticaret açığımız çoğalıyor, dışa bağımlı olmaktan kurtulamıyor, paramızın değeri on kat eriyor.
Ömer Hayyam; “Bir elimizde şarap, bir elimizde Kuran. Ne tam kafir olduk, ne de Müslüman”
derken sanırım bu çelişkiyi hicivsel mesajla anlatıyordu.
Osmanlı’nın son döneminde İstanbul ve çevresinde görkemiyle dikkat çeken saray, malikhane, konak ve mabed sayısı sanırım en az yüz adettir. Av sezonunda kullanılmak için özel saray bile yapmayı ihmal etmemişlerdir.
Bugün turistik müze gelirinin haricinde, kurulduğu dönemde ne üretmiş bu saraylar?
Halkın genelinin hangi ihtiyacını karşılamış?
Gerilememizi durdurabilmiş mi?
Görkeminden ve imajından etkilenen düşmanın, İstanbul’u işgalini önleyebilmiş mi?
Bugünkü mimari mirasıyla; aç, işsiz, bilgisiz, niteliksiz, güvensiz, huzursuz, mutsuz insanlara nasıl bir moral, motivasyon ve pozitif enerji katıyor? Bu sorular bizi düşündürmeli. Tarihin günah defterini tutmuyoruz.
1915’te Çanakkale’den kovduğumuz İngilizler, 1919’daki İstanbul işgali başarıya ulaşsaydı, biz bugün İstanbul’umuza pasaportla girmek zorunda kalacaktık değil mi?
Bu duruma düşmemek için ve bundan sonrası için ne yapılmalıydı peki?
1900’lü yıllarda Marmara bölgesinde sayıları yüzü aşan görkemli mimarinin yarısı kadar;
Üniversite, sosyal ve fen bilimlerini, teknolojiyi kapsayan kütüphaneler, matbaalar, bilim ve teknoloji merkezleri, laboratuvarlar, sanayi tesisleri, modern gemi üreten tersaneler kurmuş olsaydık;
“geldikleri gibi giderler” deyip, milli mücadeleyle kovduğumuz emperyal güçler, böyle bir girişime cesaret bile edemezlerdi. Ne güzel bir atasözümüz var: “Kurt kocayınca, tilkinin maskarası olur”
İsraf, gösteriş, ayrımcılık, hukuk tanımazlıktan vazgeçip, vicdan ve hak eksenli, bilimsel yöntemlere sarıldığımızda, bu boşluğu doldurma şansını yakalamış olacağız.
Kurtulduk ama mutlu değiliz. Güven içinde değiliz. Sevgi jeneratörü olamadık.
Bu girdaptan çıkabilir miyiz? Çileli fakat imkansız değil.
Samsun, 10.12.2020
Ali Rıza Malkoç
YORUMLAR
Ali Rıza Malkoç
Bilimi teşvik eden ve önemseyen yazıları okuyanlar azaldı.
Belli ki farklı düşünenler arasındasını.
Kitaplarımı ve sitedeki diğer makalelerimi incelemenizi öneririm.