- 946 Okunma
- 4 Yorum
- 3 Beğeni
602 - CAN
Onur BİLGE
“Can,
Bu âlem nasıl bir âlem! Canlı cansız, görünür görünmez, iç içe… Gördüklerim tamam da göremediklerim aklımı karıştırıyor. Geçen akşam Melli Çarşısı’ndaki küçük bir kahvehanede buluştuk Mustafa Ağabey ile.
“Haydi bir duvar yık da örelim!” dedi. Konu açmamı istiyordu, konuşmak için. Hazır tarafımdı. Çoktandır aklıma takılıyordu cin şeytan meselesi. Esrarengiz hikâyeler anlatılıyordu onlar hakkında. İnsanları çarptıkları falan söyleniyordu. Bazıları gördüklerini iddia ediyorlar, bazıları da göremedikleri için hayal edip, kendi kendilerine korkular yaratıyor, halüsinasyon görüyorlardı. Melekler de esrarlı varlıklardı.
“İnsan, cin, melek, şeytan birbirine karışmış. İnsan burada da diğerleri nerde?” diye takıldım Kaptan’a.
“Göremediklerimizi yok mu sayacağız? Daha düne kadar mikropları da göremiyorduk. Aslında görünmezlikleriyle o kadar barizler ki! Göremediklerimiz o kadar aşikâr!”
“Şeytan nedir? Nasıl olur? Göremediğimizden farkında değiliz onun. Bana yokmuş gibi geliyor. Verdiğin kitapta aslının nefis olduğu yazıyor. Nefisten ileri geldiğini söyleyenler de varmış.”
“Cinden de olur, insandan da…” Elindeki bardağı göstererek: “Bu bir bardaktır. İçine çay konursa “Çayı ver! Çayı al!” derler, su konursa “Suyu al! Suyu ver!” derler. Bardaktan bahsetmezler bile. İnsanın içi şeytanlaşmışsa şeytan haline gelmiştir, melekleşmişse melek… Ne var bunu bilmeyecek! Bu iki mes’ul yaratık, Kur’an’da “İns-ü Can” olarak geçer. Orada hitap yalnız bize değil, onlara da…” O anlatırken şeytan aldı götürdü beni. Kulağımda Kaptan’ın sesi, aklımda sen… Ne dediğini duyuyordum, anlamıyordum. O konuşadursun, ben seni düşünüyordum.
Acaba sen de mi şeytansın, Can? Görünsen de çok sevildin, görülmesen de… Hatta gittiğinde daha çok hayale gelirdin. Nereye baksam orada belirirdin. Çarşıda pazarda insanların yüzlerinden bakardın bana. Çocukların gözlerinden… Bir gülün içine dolan yağmur damlacıklarından ışıl ışıl gülümserdin. Onlar gülün güzelliğine güzellik katarlardı. Varlığın her şeyde vardı, sayısı yıldızlar kadardı.
Melekler de görünmeyen varlıklar. Yoksa sen melek miydin? Ondan mı uçup gittin? Var sanıyordum, dokunuyordum, saçlarının şampuan kokusunu duyuyordum. Parfümünün kokusunu da biliyordum. Gözlerim yalan mı söylüyordu bana? O kanlı canlı karşımda duran, benimle konuşan, omzuma başını dayayan varlık sen değil miydin? Melek miydin, neydin?
Sonra şeytan mı oldun? Ben garibanın biriyim. Boş ver bana. Dostluktan ve vefadan başka bir şey beklemedim senden. Daha başka bir şey umamazdım, hayal bile edemezdim. Buna hakkım yoktu zaten. İstemli istemsiz hayal dünyamı süslediğinde kendimden utanıyordum. Layık görmüyordum sana.
Kocan da sana ihanet ediyordu, çok kızdırıyordu seni. Sabahlara kadar başkalarıyla beraberdi. Üstelik cenderede sıkıyordu seni. İki taşın arasında eziyordu. Belki de sence çoktan hak etmişti ihaneti. Ya o kucağındaki bebenin suçu neydi? İlişkinin biri bitmeden biri… Kocam da korkunç, cani gibi biri!
Çok merak ediyorum, acaba o adam ardına düşecek mi senin? Arayıp soracak mı? Kuzeninle beraber yaşayacakmışsın. Gıyabında mı karar verilecek, nasıl boşayacak seni? Ne kadar, nereye kadar kaçacaksınız? Nasıl bir hayat olacak bu? Neyi öğreteceksin oğluna? İlk etapta ikiyüzlülüğü, sonra da ihaneti mi?
Seni meleğe benzettiğimi söylediğimde Kaptan: “Meleklerin kız olduğunu sana kim söyledi Necmettin? Onları gördün mü!..” diye çıkıştı bana. “Onu müşrikler dedi. Oğulları kendilerine layık gördüler, kızları Allah’a… Bilmedikleri şeyler hakkında konuşmayı, ahkâm kesmeyi çok iyi bilirlerdi. Sen de böyle laflar ederek onlardan olma! Mahiyetlerini biz bilemeyiz.”
“O zaman şeytan ya da cin! Fena çarptı beni!” dedim, yalandan kaşlarımı çatarak. Sonra ciddileştim: “Mahvetti beni!.. İleneceğim, dilim varmıyor! Buna hakkım da yok zaten. Bana hiçbir ümit vermedi ki! Hem şeytan olsaydı ne yapabilirdi ki bana! Ne yapar ki şeytan insana?” diye devam ettim.
Onu konuşturmak, zevkle dinlemek istiyordum. Ne kadar sarsarsam o kadar çok döküyordu olgun ve dolgun meyvelerini. Sepet sepet topluyor, canımın çektiklerini afiyetle yiyor, kalanları gençlere dağıtmayı görev biliyordum. Yediklerim, bu bilgilerden unuttuklarımdı.
“Şeytanın, insanlar üzerindeki tesirini görmeyen var mı! Hiç boş duruyor mu! Görevini en iyi şekilde yerine getirmek için titizlikle çalışıyor, ısrarla devam ediyor, hiç aksatmamacasına! Ondan hiç rahatsız olmadığını söyleyebilir misin? İyi düşün ya da beraber düşünelim!
Hangi iyi işi yapmaya niyetlensek, lüzumsuz işleri çok zaruri ve acilmiş gibi göstererek bizi meşgul etmiyor mu! Bugüne kadar hiç fark etmediysen, Kuran okumaya ya da namaz kılmaya niyetlen! Bir türlü, anında kalkıp gerçekleştiremeyeceksin. “Biraz sonra, biraz sonra…” derken, ya namazın değerli olan vaktinde kılma zamanı geçecek ya da Kuran okuma engellenecek, bir şekilde. Ya birisi gelecek ya da hiç hesapta olmayan başka bir iş çıkacak.
Melun, namazda da rahat bırakmaz! Bin bir düşünceyle gelir, dolanır durur beynimizin içinde. Ya okuduğumuzu ya hangi rekâtta olduğumuzu unutturur ya da normalde hiç aklımıza gelmeyen şeyleri arka arkaya sıralatmaya başlar. Hayalinde hiç görmek istemediğin şeyleri seyretmeye başlarsın, farkında olmadan. Bazen kendini sapık falan zannedersin! O kadar acayip şeyler gönderir hayal âlemine. Kime borcun var, kimden alacağın var, mahkemen ne gün, davan hangi aşamada, nasıl kazanılabilir… Ardı arkası gelmeyen düşünceler… Kimin hangi tarafı zayıfsa o tarafından sokulur.
Yaşlı kadının biri, normalde hiç aklının işi ve çöpçatanlık gibi bir âdeti olmadığı halde namaza durduğunda, kimin kızının kimin oğluyla evlenmesinin isabetli olacağını düşünürmüş de nedenini merak edip dururmuş. Sonunda şeytanın işi olduğunda karar kılmış.
Senden evvel hazır olur, niyet eder etmez işe koyulur. Okuduklarının anlamlarına vakıf değilsen ve ne dediğini bilmiyorsan, başlar filmini göstermeye. Nerde ne varsa dökülür gelir aklına. Çünkü onun, her türlü engelini aşarak namaza başlamışsındır ve o da yanmaya… Can havliyle, namazın değerini azaltmaya çalışır! Buna rağmen, dikkatle ve tam anlamıyla rabıta sağlanarak kılındığı zaman bile son bir hamleyle, sevabını çalmaya yeltenir. İşte onun için namaz bitince, tespih çekmeden önce Ayet-el Kürsi okunur.
En çok namazla uğraşır. Çünkü asıl işi, namazı kıldırtmamaktır. Bunun için, elinden geleni ardına bırakmaz! Adamın biri, yıllarca çalışıp kazandığı ve biriktirdiği bütün serveti olan altınlarını bir yere gömmüş ama nereye gömdüğünü unutmuş. Bir büyüğe derdini anlatmış. O da ona, Allah rızası için beş yüz rekât namaz kılarsa, altınların yerini bulabileceğini söylemiş. İşin içinde tüm serveti var. Kılmaz olur mu hiç! Hemen abdest almış, niyetlenmiş ve namaza başlamış. Daha birkaç rekât namaz kılmış kılmamış ki birden altınların yerini hatırlayıvermiş. Namazı bırakarak koşmuş, gömüyü çıkarmış. Sonra da o akıl danıştığı kişiye gidip durumu anlatmış ve teşekkür etmiş. Fakat bu işin bu kadar hızla, nasıl olduğunu merak etmiş, sırrını sormuş:
“Şeytan hatırlattı. Senin beş yüz rekât namaz kılmanı ister mi hiç! Halbuki Allah katında belki bir rekât namazın değeri senin, hayatın boyunca bir araya getirdiğin altınların değerinden kat be kat fazladır. Hatta o ikisi mukayese bile edilemez! Ya sen ne yaptın? Namazı bıraktığın gibi doğru gömüyü çıkarmaya koştun, öyle değil mi? Ne kadar zararda olduğunu bilemezsin! Allah rızası için yapmaya niyet edilen her şey yapılmalı.”
Şeytan, takipte ve titizlikle işini yapmakta olmasaydı, herkes namaz kılar, kimse iki rekâtı bile kazaya bile bırakmazdı. Oysa namaz kılmayanların bahanelerini bile süslemiş, onlara güzel göstermiştir. Hiçbir şey yapamazsa, nafilelerle meşgul eder, farzları ertelettirir. O kişiler, farzları yerine getiremediklerini ama çok iyi işler yaptıklarını söylerler.
Hacca gitmek yerine: “Arap’ın çölüne para dökeceğime fakirlere şu kadar yardım ettim, şu kadar kız gelin ettim.” derler. Hac için zorunluluk vardır ama o yaptıklarını söyledikleri işler için mecburiyet yoktur. Bu zihniyet, fakirlerin de işlerine geldiği için böyleleri çok taraftar bulurlar. Sadaka nafile, zekât farzdır. Farzların üstünlüğü tartışılmaz! Zekât, milimi milimine hesaplanacak ve çok tutacaktır. İşlerine gelmediği için üç beş kuruş sadakayla olayı kapatmaya çalışırlar.
Oruç ve namaz gibi bedenen yapılan ibadetleri yapmak, böyleleri için kolay gelir. O, parayı vermek var ya parayı vermek!.. Ne kadar zorlarına gider, zekât! Kaçta kaçımız zekâtı hakkıyla veriyor da yoksulluk devam ediyor? Herkes , gerektiği şekilde zekâtını verse, gelir eşitliği kısmen de olsa sağlanır ama ceplerinde akrep var!..
Hac da bedene ve paraya bağlı ibadetlerden. İşin içinde para olmasa, ona da razı olurlar, istemeye istemeye de olsa ama o para işi yok mu o para işi! İşleri bozan hep o! Kazanmak zor, verebilmek zor mu zor!.. Oysa insan, verebildiği kadar insandır.
İbadet etmeyenlerle uğraşmaya gerek duymaz. Hele günahkârı ve kâfirleri çok sever. İbadet edenlere nafileleri süsler, farzları önemsizleştirmelerini ister. Kendisi hiçbir şey yapamaz. İşi gücü vesvese vermektir. Boyuna fısıldar, akıl verir. Başa çıkabilmek için akıllı olmayı gerektirir.
Kıyamete kadar izinlidir. Dosdoğru yolunun üstüne oturur, yoldan çıkarmaya çalışır seni. Önünden yani senden doğanlar, arkandan yani ataların, sağından solundan yani kardeşlerin, yakınların, eşin dostun vasıtasıyla sana sokularak var gücüyle hedefine ulaşmaya çalışır. İmanın ne kadar çoksa, o da o kadar iyi hazırlanır, zırhlanır. Orduyla gelir üstüne, tam teçhizatlı olarak çıkar karşına. Olanca kuvvetiyle yüklenir usanmadan. Çelik gibi irade ister karşı koyabilmek için.”
“O zaman o kız bir cin! Fena yaktı beni! Ah ah!..” diye güldüm.
“Sen de onu yak arkadaşım! Aklına geldikçe Euzü Besmele çek!” O da gülmeye başladı.
Kaptan can ya! Çok seviyorum bu adamı!
İns”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 602
YORUMLAR
Bu kaleme yorum yapamam, belki gücüm yetmez, ama okudum... bir daha okudum , olmadı yenden baştan bir kez daha okudum ve sadece alkışladım ...
Selamlar...
Onur BİLGE
Muhteşem bir yazı muazzzam bir metod Keşke güne gelse herkese ulaşsa dedim.
Allah razı olsun elinize sağlık sadrınıza şifa diledim .
Onur BİLGE
Beş algı, akıl, beden kimyası, coğrafya, iklim, birincil şartlar, hazır kültür...insan kabaca budur.
Sıfırdan hastalıklı ve yukarıdakilerden epeyce eksik halk kitlesi insanlık tarihinin kabaca 40 milyarını oluşturuyor, geriyebeş milyon kalıyor mezhepler akımlar, ekoller, cemaatlere kadar inince bşr kaç yüz milyon insan bile kalmıyor vaat edilen ödüle ulaşacak... Ama cezaya bi dünya dolusu insan....
Yukarıdaki yoksunluklar yetmezmiş gibi bir de insanın insana yaptıkları utanç verici, korku verici eziyet verici. Zenginler, ruhbanlar, politikacılar...
Yani insan; daha doğmadan kaybediyor...sonra Tanrı diyor ki; Yakarım vallahi de takarım derin defalarca soyulana kadar ve sonsuza kadar yakarım... Öyle mi?
Eyvah eyvah...
Söyleyin ben kimim? Suçlu olmak var olmak mıdır? Eksik olmak mıdır? İnsan olmak mıdır?...
Hissedilebilir dünyada metafizik bilgi hem zor hem de bir çok tehlikelerle doludur. Bu bilgiye en yoğun erişme Buzdizm'de vardır. İçrek bir dindir, Hristiyan Mistisizmi, Yahudi Kabalası, İslam Tasavvufu veya batinilik akımları vs... Bireye özgüdür, bunlar üzerinden gidilmez.
Sonuç: Bir yerlerde... bir şeylerde hata var. Bu da insandan kaynaklanıyor.
Onur BİLGE
Yorum ve ilginiz için teşekkürler...
Sevgiler... :)
Çok güzel bir anlatım.
Yalnız, şu hac meselesine katılmadığımı belirtmek isterim. Elbet kişi inancında özgürdür, lakin ben de Afrika'da gerçekten çoğu çocuk açlıktan ölen insanların olduğunu bilerek zengin Arap ülkelerine o parayı veremem.
Ben şahsen bunun mecburiyet olmadığı gòrüşüne katılmıyorum.
Biz sadece kendimizden, sevdiklerimizden yada kan bağı olan yakınlarımızdan sorumlu değiliz.
Canı olan hiçbir varlığı görmezden gelemeyiz.
Bu şeytanın fikri değil merak etme ;-)
Yine de edebiyat adına güzel bir öyküleme olmuş.
Tebrik ederim.