- 663 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
599 – ZEBUN
Onur BİLGE
“Azametllim,
Azalır zaman… Gider sevilenler. Sevenler mahrum… Dönerler belki bir gün ama neler neler değişir! Geçer günler geceler, bir türlü zaman geçmek bilmiyormuş gibi olsa da… Geçer mi kalbin feryadı, ruhun ahı!..
Şafaklar atar, güneşler batar, her gün kesintisiz. Bir türlü sabah olmuyor, güneş doğmak veya batmak istemiyor gibi gelse de… Beklenen oralı olmasa da bir umut, belki yarın… Göklere çevrilir başlar defalarca… Dua dua… Yalvarış yakarış… Defalarca azalır ve biter zaman nihayetinde, Yalnız ayrılıklar uzar da uzar… Biri bitmeden arsızca diğeri başlar.
Bütün gün ufuklara, yollara bakılır. İnsan da zamanla birlikte eksilir, çürür, canlı cenaze kalır. Çok şey gitti benden seninle beraber. O nasıl bir gelişti süklüm püklüm ve o nasıl bir terk ediş, muzaffer bir komutan edasıyla! Azametle yürüdün, arkana bile bakmadan çıkıp gittin.
Yabancı oldun bana. İyi ettin aslında. Kaptan da sevindi bu işe. Ancak kalbimde kaldın. Oradan da çıkarmalıyım seni. Bir dip temizlik lazım bana. Evi silip süpürdüğüm gibi, her şeyin yerli yerinde olduğu gibi… Kalbimi de dip bucak temizlemeli ve güzel şeylerle dekore etmeliyim. O kadar temizlemeliyim ki En Sevgili gelsin!
“Padişah konmaz saraya, hane mamur olmadan!” diyor, üstüne basa basa Kaptan. Cahil bir adamım ben. Anlamaya çalışıyorum, olmuyor. Padişah kim? Kuş mu? Evin damına mı konacak? Ne olacak? Neden diyor boyuna bana bunu?
Epey bir düşündüm de sonunda dank etti aptal kafama. Hane kalpmiş. Padişahtan kasıt Allah… Kalbimiz temizlenmeden Allah’ı misafir edemezmişiz kalbimizde. Temizlik de sabunla suyla olacak değil ya… Bir sözü daha vardı, böyle bilmece gibi. Onu da bundan önce söylerdi, çözünceye kadar göbeğim çatladı!
“Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk” Yabancı ne varsa çıkar kalbinden, at ki içinde Allah tecelli etsin! Yani başta ve en çok sen Yabancı oluyordun bu durumda ve ben öncelikle seni çıkarıp atmalıydım gönül evimden. Önce başmisafirimi, has dostumu, en kıymetlimi, sonra önem sırasına göre diğerlerini…
Sen kalbimde kalıcı değil miydin? Kaçıcı göçücü müydün? Bense yatılı ve ömürlüksün sanıyordum. Kalbimin sahibi biliyordum. Hem de gerçek sahibi… Bu iş, o evimden çıkıp gidişin gibi kolay olsa keşke! Öyle asice ve serice…
Sudan çıkmış kedi gibi yalımı düşük bir tarzda, süklüm püklüm gelmiştim yanıma. Suçlu olduğunu biliyordun. Kurbanlık koyun gibi kesime gitmekte olduğunun farkında değildin ama kocana ihanetinin bal gibi de farkındaydın. Onu için öyle kolun kanadın düşüktü. Gözlerime bakamıyordun. Yanakların al aldı. Kucağında kader ortağın, el kadar bebe...
Ben de suçluydum kendimce. Sana karşı duymamam gereken duygular içinde olmaktan supsuçlu… Suçumun karşılığı müebbetti, idam kalktığı için. Kalkmamış olsaydı, ipi kendim geçirecektim boynuma.
Aslında ip boynumdaydı bir anlamda. İlmeği imiğime kendi elimle oturtmuştum, yürek gücümle çeke çeke sıkıyordum. İntikam alıyordum kendimden, kaderime isyan ediyor, hayata kahrediyordum.
Bir akrep gibi dışa döndürüp, yay gibi germiştim kuyruğumu… Sırtıma doğrultmuştum iğnemi… Ucu kalbimin tam arkasındaydı olay anında. Bir hışımla yerinden kalkıp, meydan okurcasına şöyle bir süzdükten sonra beni, kararlı bir şekilde kapıya yöneldiğinde iğne kalbimin on ikisindeki yerine öyle bir saplanış saplandı ki benim diyen cengâver dayanamazdı acısına!
Aşk ki sırtı yere gelmeyen pehlivanları tuşa getirdi! Nice babayiğitleri yere serdi! Ben ki aciz, cahil, yoksul bir adamım, kendi halimde. Hayatta kalmaya gücüm kalmamışken, nasıl karşı koysaydım kara sevdaya!
Kaptan’la sohbet ediyorduk yine bir akşamüstü Tophane’de. Denize karşı kahve içiyorduk. Bu konu açıldı. “Ah aşk!..” dedim ve bu bahsettiklerime benzer şeyler söyledim. Selimi’den iki dize sıkıştırmaya kalktım, sözün arasına:
“Yavuz Sultan Selim aynı dertten muzdaripmiş.” diyerek başladım malum aşk hikâyesini nakletmeye. Ballandıra ballandıra anlattıktan sonra “Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân / Beni bir gözleri âhûya zebûn etti felek” diyerek özetlemiş derdini.” diye bitirdim sözümü.
Ne kadar nazik bir insan, Muhterem Kaptan! Anlattıklarımı ilk defa duyuyormuş gibi sabırla sonuna kadar dinledikten sonra dedi ki:
“Bahsi geçen olayı anlatırlar ve dünyanın önüne aslan gibi dikilen, kahredici gücüyle yedi düveli zangır zangır titreten Yavuz Sultan Selim’in bir ahu gözlü tarafından ağır bir hezimete uğratıldığından bahsettiği zannedilir. Güzel bir hikâyesi vardır, naklettiğin gibi ama anlatılanın mantığa uygun olmadığı söylenir. Padişahın hastalığı göz önüne alınarak, işin aslının öyle olmadığı iddia edilir:
“Şir-i Pençe: Aslan pençesi denilen vücutta çok sayıda çıkan kan çıbanları şeklinde ortaya çıkan, bağışıklık sistemini çökerterek ölüme sebebiyet veren bir hastalığın adıymış. Şirpençe denilen bu hastalık aslanpençesine benzetilirmiş. Nasıl aslanın pençesine yakalanan yakasını kurtaramazsa, o hastalığa yakalanan da kurtulamazmış. Şişkinlikleri, şekilleri ve renkleri ceylan gözüne benzetilmiş. Burada bir aşk hikâyesi değil, hastalık hikâyesi vardır.” şeklinde yorumlar.”
“Abi, sen nerden biliyorsun bunları? Tevekkeli değil “Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi?” derler. Boş geçirmemişsin ömrünü. Hiç belli etmiyorsun ama her şeyden az çok haberdarsın. Ben de sana bilgiçlik etmeye yeltendim, iyi mi! Utandım şimdi kendimden. Ne kadar mütevazısın! İmrendim! Ne demiş Hazreti Ali? “Sen, küçük bir cisim olduğunu sanırsın ama en büyük âlem senin içinde gizlidir.”
“Ne demiş Necmettin? “Ve tez’um enneke cirmun sagîrun / Ve fike-n tave-l âlem ul ekberu” demiş. İnsanın kendisini ve kâinattaki yerini idrak etmesi için söylemiş. “Men arefe nefsehû, fekad arefe rabbehû” Bu bir hadistir.Anlamı şudur: “Nefsini bilen Rabbini bilir.” Bu iki sözü birbirine bağlamak lazım… Önce kendini bileceksin. Hem her şeysin, kâinatta, hem hiçbir şeysin Rabb’inin karşısında! O’nun karşısında ne kadar yoksan, o kadar varsın! Ne kadar cüceysen, o kadar yücesin! Bunu birden kavramak kolay değil. Zamanla idrak edeceksin. İşte o zaman seni ulaştırmak istediğimiz makama ereceksin. O makam, makamların en yükseği olan kulluk makamıdır!”
“Büyük büyük laflar bunlar, Abim! Cahil bir adamım ben. Nerden bileyim, ne anlama geldiğini! Yarım yamalak şiir bilgimle çalım satayım derken, zebun ettin beni!” diyerek gülümsedim. O da tebessüm etti.
“Sen de mütevazısın arkadaşım. “Alçak uçan yüce konar, yüce uçan alçak konar.” derler. Zıplamak için çömelir gibi eğilmek gerek. Dizlerini kırmadan yükselemezsin. Uzun atlama esnasında da dimdik durulmaz. Öyle değil mi? Ne demiş Yunus Emre?
“Tevazu ile gelsin, kimde erlik var ise.
Merdivenden iterler, yüksekten bakar ise.
Kim ki yüksekte gezer, er geç yolundan azar
Dış yüzüne o sızar, içinde ne var ise.”
Zebun”
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 599
YORUMLAR
Size nasıl hitap edeceğimi kestiremediğim için "Üstadım" diye seslenmek istedim.
Bir lahza düşünce aleminden sıyrılıp kendimi gönül terazisinde tartınca, henüz bir ırmağı zor bela geçmeye çalışan bu fakir, koca bir deryada yüzer buldum kendimi kaptanın kollarında.
Benzetmeler, edebi açıklamalar karşısında lal oldum, yolunuz açık olsun.