- 476 Okunma
- 1 Yorum
- 2 Beğeni
-ANLAMINA VARMAK AMA NASIL?-(2)
“Ayasofya’nın statüsünün değiştirilip aslına rücu edilmesindeki en büyük mutluluk; bu kararın, emperyal dünyaya bir başkaldırı olması değil, onu müze yapanlara bir başkaldırı olmasıdır. Güneş doğuyor, taştan adam eriyor.” Sözleri son günlerin dikkat çekici bir tweet’i olmalı.
Paylaşımın Atatürk’e hakaret içerdiği yönünde tepki alması üzerine söz konusu paylaşım sahibi Atatürk’ü değil de emperyalistleri kastettiğini dillendirmekte. Oysa, Ayasofya’nın tekrar ibadete açılmasının emperyal dünyaya başkaldırı olmadığı, sıkıntının içeride olduğu da vurgulanmakta. Tekrar tekrar okudum ve düşündüm: paylaşımcı, Ayasofya’nın müze yapılmasının müsebbibinin Atatürk olmadığını vurguluyor olabilir mi? Hani söz gelimi sahte imza kullanıldığı bahsi doğrultusunda konuya eğilmek misali.
Hoş o da bir garabet ya! O yıllarda ülkemizde alınan hangi köklü, kritik kararda yahut atılan adımda Atatürk bihaber derecede konunun dışında olabilir ki? Demem şu ki, Atatürk’ü Koruma Kanunundan mülhem, bir Atatürk’ün etrafından dolaşma metodolojisi de gün oluyor iyice sıkboğaz ediyor.
Kanımca üstteki tweet’in sahibi daha pratik bir yaklaşımla taştan adam eriyor demekle “Gardrop Atatürkçülüğü” kavramsallığı üzerinden eleştiride bulunduğunu, Kemalist dogmatizme gönderme yaptığını belirtse, kulağını tersten göstermek misali emperyalistleri hiç karıştırmasa daha inanılır olurdu belki de.
Aslında bu taştan adam eriyor ibaresi rahmetli şair, eğitimci, sendikacı Mehmet Akif İnan tarafından kaleme alınmış bir şiirin mısraını anımsatır bizlere. “Doğ ey güneş erit taştan adamı, Ve kurut taşları diken elleri.” Şiirin bütünü okunursa eğer şairin doğa sevgisini canlandırdığı ve büyük şehirlerin taşlaşmış yüzüne işaret ettiği, bu durumun hüznünü duyduğu anlaşılır. Meğer ki, şairlerin farklı duygulanımların etkisinde kalmaları bağlamında ele alınsın. Dolayısıyla dizede ikincil bir mânâ saklı olsun. Bu noktada dahi kalıplaşmış dogmatik düşünceye gönderme yapılması ancak umulur. Yoksa negatif bir anlayış bir gönül adamının dizesinden esinlenerek tweet atıyorsa, yahut bir üniversite kampüsünde yer alan bir Atatürk heykelinin kenarına bir başkası tarafından bu mısra not düşülüyorsa Allah insaf versin ancak denir.
Şu kadar ki, gardrop yahut büst Atatürkçülüğü tabir edilen hususlar üzerinde öteden beri durulur da, iğneyle kuyu kazmak cinsinden mi netice doğurur bilinmez. Madalyonun diğer yüzünde ise bu çizgideki duyarsızlık ve zaafların tam ters ideolojik politik istikamette komplikasyonlarını duyurması da ülkemizin bir gerçekliği olarak görünür bana öteden beri.
Peki nedir gardrop Atatürkçüsü dediğimiz “kerameti kendinden menkul” insan evladı, nasıl bir yapısı vardır? 1966’da Yön dergisindeki yazısında İlhan Selçuk: “Halkı hor gören, Batı’nın üstünlüğüne körü körüne inanan. Amerikan zencisine, Amerikan beyazından düşman, Batı’nın üstünlüğüne Batı’dan fazla inanan, Kongoluya Belçikalıdan daha hırslı, Çinliden korkan, Cezayir’e kin duyan, Nasır’a İngilizden fazla diş bileyen… Batı toplumunu tenkit ve tahlil eden çağdaş düşünceyi ve akımları küfür sayan…Atatürk’ün milli kurtuluş savaşını, Amerikan kapitalizmine, emperyalizmine satmakta mezat memuru…” demekte. Bıyııırrr diyorsanız eğer sizde de istidat neden olmasın?
Finalde ise şöyle demekte merhum gazetecimiz: “Gerçek Atatürkçüler Batı mukallitlerinin Türk kurtuluş hareketini nasıl yozlaştırdığını iyice tahlil etmelidirler. Bugün Asya’nın ve Afrika’nın mazlum milletlerinin emperyalizme baş kaldırmasını yeren kişiler, şapka da giyseler, çarşafa karşı da olsalar, yeni yazıya taraftar da olsalar, Atatürkçü sayılmazlar. Onlar devrim hareketlerini gardrop değişikliği sanan zavallılardır.” Evet, anılarda kalanlar köşemizde konuğumuz bugün İlhan Selçuk desem ancak bu kadar olurdu sanırım.
Ne çare ki, pek yıldızım barışmazdı ne hikmetse. Üstte yaptığı mükemmel tarife uymayan ya da tarifin kifayetsiz kaldığı bir yanı, damarı olduğunu düşünürdüm onun. Şüphesiz devrinin sol jargonuna oldukça uyan cuntacı siyasi kimliği de cabası. Ne ki, üstteki pasaj ve ait olduğu yazının bütünlüğü ters köşeye yatırdı beni ne yalan söyleyeyim.
Diğer yandan merkez ile çevre arasında çatışmalı ve kırılgan bir dünyanın altını çizmekte mümkün. Merkezde inceltilmiş, kibar, naif ilişkiler. O ölçüde yapay bir dünya. Çevreye doğru açılım yaptıkça çehre değişir oysa. Daha sert çizgide ancak o ölçüde direk münasebetler tesis olunur. Bizde devletçi seçkinci tabakanın modern, ilerici, çağdaş söylemlerinden ziyade buyurgan tavrı toplumsal kesimler üzerinde derin yarıklar oluşturur. Mustafa Kemal imgesiyle bir biçimde müspet bağ kuran kesimler bunun Atatürkçülük ya da Kemalizm şeklinde kült biçimleri karşısında aynı sıcaklığı duymazlar. Söz gelimi Atatürk milliyetçisi değilim, aynen Atatürk gibi Türk milliyetçisiyim şeklinde dile gelen söylemler bir gerçekliği önümüze koymaktadır. Nihal Atsız’ın “Arkasında olmasaydı şanlı bir mazi, Bu milletten çıkar mıydı bir büyük gazi” dizeleri de bu bakış açısının ürünüdür özünde.
Gerçektende tarihi, siyasi kişiliklerle onların “izm” kılınmaları arasında kalın çizgilerle farklılık vardır. Birincisi büyük adamın bizatihi kendisi iken ikincisi onun daha orta boy insanların idrakinden süzülerek kitlelere sunulması hatta empoze edilmesi halidir. İlki belirli bir özgürlük alanı sunarken diğeri bürokratik ve medyatik katmanlar arasında sıkışmış duyguların, değerlerin sertleşmesiyle temel ifadesini bulan dogmalar.
Bu ise kaçınılmaz olarak küçük hesaplarla da bezeli, arkasına saklanma, kamufle olma, gerçekte sevmeyip dayatma, zapturapt altına alma gibi mekanizmaları işletmektedir.
Hiç şüphesiz salt Atatürk üzerinden okunacak bir durumsallık arz etmez bu. İnsanoğlunun genel putperestlik, ilahlaştırma eğiliminin, kemikleşmiş evrensel bir statükonun parçasıdır özde. Şairin “Beserin böyle delaletleri var, putunu kendi yapar kendi tapar” demesinin hükmüdür gerçekte.
Sözün özü kendimize uyup uymamasına dayalı afra tafralarımızı, trip atmalarımızı bir tarafa bırakır; kavramlar ve kişiliklerin koşullara da sıkı sıkıya bağlı izafi değerleriyle mutlak tanrısal hüviyete bürünmeleri arasındaki hayati çizgi farkını yakalarsak daha özgür, barışçıl bir dünya kurulması yönünde niçin umutlanmayalım?
-DEVAM EDECEK-
L.T.