- 552 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
BİRİ BİN OLACAK
Bahar yeni gelmişti. Baharın gelmesiyle sıcaklar artmış, dağların karı erimeye başlamıştı. Eriyen buz gibi kar suları coşkun bir hızla derelerle, dereler de nehirlerle kucaklaşmıştı… Yaprakları henüz açmamış ağaçların sessizliği insanı bir anda korkuyla baş başa bırakıyordu.
Anadolu’da dağın eteğine kurulmuş iki yüz hanelik bir köydeki hareketlilik insanları mutlu ediyordu. Köyün etrafını süsleyen, bahçeler, bu bahçelerde bulunan çeşitli meyveler, göklere doğru uzayıp giden kavak ağaçları, dere kenarlarının hükümranı olan söğüt ağaçları ve sıra sıra dizili bağlar köyü daha da güzel kılıyordu. Bahçelere ekilen sebzeler, göz göz olmuş toprağı yırtarak cesaretle özgürlük nidaları atarak mavi gökyüzüne merhaba diyordu…
Bağlar, güzel kokulu bağlar, sevginin yumak yumak dolaştığı bağlar. Bağlar, Anadolu’da köylüler için çok anlamlıdır. Bakım ister, bebek ve çocuk gibi. Mama ister, su ister ve sevgi ister… Bağların ana babaları sahipleridir, onların sıcaklıklarını her dem iliklerinde hissederler. Duygularını yapraklarıyla dile getirirler. Yapraklarının güzelim dolmaları Anadolu mutfağını süsler durur. Tadı damağınızdan hiç eksilmez.
Bağların her yıl düzenli olarak bakımı yapılır. Sulanması için hendekler kazılır, kanıncaya kadar sulanır ve kazma, çapa ile gözleri açılır. San düşmesin diye zamanında kükürdü saçılır. Budanma zamanında da erbabınca budanır, bağbozumunda ise üzümleri toplanır güzelim bağların. Bütün bu işlemler yapıldıktan sonra siz üzüme bakın. Hendekler, tefekler üzümlerle dolup taşar…
Anadolu’da bağların budanma zamanı gelmişti. Hani duymuşsunuzdur ya: “Şubat, bağları budat.” Bu söz sıcak iklimler için geçerlidir. Ülkemizde; Akdeniz, Karadeniz, Ege Marmara ve Güneydoğu bölgeleri için geçerlidir. Çünkü karasal iklimin olduğu Anadolu’da bağlar baharın budanır.
Köy sakinlerinden Ahmet bağını budatmak için bir takım girişimde bulundu. Şehirde yaşayan Ahmet, zaman zaman köyüne gelir, bağ bahçenin bakımını yaptırırdı. Mezarlığı ziyaret eder ölümü hatırlardı. Vefat eden akrabaları için Kur’an okur ve dualar ederdi. Engin bir tefekküre dalardı.
Ahmet, yükseköğrenim yaparken, kız arkadaşlarının başörtüsü yüzünden çektikleri sıkıntıları, psikolojik baskı ve işkenceleri, görüp yaşamaları onu hep düşündürüyordu. Kız öğrencilerin saçlarından, kollarından tutularak sürüklenmeleri uykularını kaçırıyordu. Okul arkadaşlarıyla kaldığı öğrenci yurdunda gece gündüz demeden hep düşünüyordu. Onun bu düşünceli halini görenler ona Feylesof Ahmet diye takılıyorlardı. Onların kendine takmış olduğu Feylesof Ahmet lakabını normal karşılıyor ve onlara kızmıyordu. O, düşünen adamdı; yemekte, yatakta, derste, teneffüslerde, tirende…
Ahmet, düşünen adam olmanın farkında olmadan yaşamaya devam ediyordu. Etrafındaki insanlar güler, o ise onların gülmelerini izler ve hafifçe gülümserdi. Gülümsediği zaman yanaklarında gamzeler oluşurdu. Çoğu onun kendilerini dinlemediğini zannederdi. Ancak zamanı ve yeri geldikçe onların konuşmalarından pasajlar sunardı. O, çocukken uzun hayaller kurardı. Büyüyünce Avrupa’ya gideceğini, orada zengin bir Türk vatandaşının kızıyla evlenerek rahat bir hayat süreceğini söylerdi. Kendini de bu düşünceye inandırırdı. Yurt dışında kendine göre bir iş bulacak, eşiyle mutluluğun kanatlarına binip uçacaktı. Bakıldığında Avrupa’dan izne gelen insanların konforlu yaşamları, lüks arabalara binmeleri Anadolu’da yaşayan çocukların yurt dışına gitme hayallerini kamçılıyordu. Anadolu’da yaşayan çocuklar, bu hayallerle yatıp kalkıyorlardı…
Bir gün köyde hava aniden bozdu ve kararmaya başladı. Bulut kümeleri yıldırım gibi kaçıyordu. Rüzgâr şiddetli ve deli deli esiyordu. Bu esintiyle ortalık toz dumana karıştı. Gök gürlemeye başladı, şimşekler çaktı. Gecenin tam yarısıydı. Ahmet acaba ne yapmalıydı?
Ahmet:
“Evimden çıkıp etrafa şöyle bir bakayım” dedi. Üzerine gecenin ince soğuğuna karşı yün kalın bir hırka aldı ve dışarı çıkarak sokakta sessizce dolaşmaya başladı. Herkesin derin uykuda olduğu, tatlı rüyalar gördüğü bir zamanda, o tek başına dışarda sicim sicim yağmura meydan okuyarak dolaşıyordu.
Ahmet:
“İnsanların böyle muhteşem yağan yağmurlu bir gecede uyumalarına akıl erdiremiyorum” diye mırıldanıyordu. Evinden bir hayli uzaklaşmıştı. Kendini bir kâbusun takip ettiğini fark eder gibi oldu. Bir an durdu, etrafı gözlemledi ve dinlemeye başladı. Oysa hiçbir ses duyulmuyor, bir görüntü de yoktu ortalıkta. Düşünce yumağına saplanan Ahmet gecenin çaresiz karanlığında tekrar düşünmeye başladı. Daha önce kafasında geleceğiyle ilgili kurmuş olduğu hayalleri silip süpürüp bir kenara attı…
O gece, onu için bir milat oldu. Gecenin karanlığında düşünceleri aniden değişti. Yurt dışına gidip zengin olma ve zengin bir Türk vatandaşının kızıyla evlenme hayallerini çöpe attı. Okuyacağına ve büyük bir adam olacağına karar verdi. Bu karar onun için çok önemliydi. Karanlığın geceyi yardığı sırada, korkmadan soluk soluğa hızla koştu koştu. Nefes almakta zorlanıyordu. Heyecan basmıştı gergin bedenini. Sessizce evine girip yatağına uzanarak yattı ve uykunun derinliklerinde kayboldu gitti…
Ahmet, çocukluğundan itibaren gurbete çıkmıştı, okumak ve büyük bir adam olabilmek için. Küçük yaşlarda yatılı okullarda kalarak anne-baba, kardeş, arkadaş ve akraba sevgisine hasret kalmıştı. Aradan yıllar geçmişti, o bu esnada ortaokul, lise ve üniversite derken öğrenim hayatını tamamlamış ve öğretmen olmuştu. Evlenmiş, çoluk çocuk sahibi olmuş ve mutlu bir hayat sürmeye başlamıştı. Şehir kültürüyle köy kültürünü de harmanlayarak özümsemiş, o hem şehirli hem de köylü olmuştu…
Ahmet, yıllar yılı çeşitli köylerde, kasabalarda, ilçelerde ve illerde öğretmenlik yapmıştı. Anadolu’nun her tarafına tohumlar saçmıştı. Tohum deyince Necip Fazıl Kısakürek’in şu dizelerini kendine ilke edinmişti. “Tohum saç, bitmezse toprak utansın! Hedefe varmayan mızrak utansın!” O, bu tohumlardan filizlenen binlerce öğrenciyi yetiştirerek yurdun dört bir yanına göndermişti. Öğrencileri; öğretmen, doktor, mühendis, avukat, hâkim, savcı, asker ve aklınıza gelen bütün mesleklerin sahipleri olmuşlardı. Anadolu’nun dört bir yanında yeşeren bu fidanlar, onun gurur kaynağı olmuştu…
Ahmet’in babasından kalma öz, bağ ve bahçeleri vardı. Bunlar bakım istiyordu. O, bağ ve bahçe bakımı için köye gelmişti. Köye gelirsin de hiç çalışmadan durulur mu? Bahçedeki ağaçlara bakım yapılacak, boş yerlere yenisi dikilecekti. Ayrıca baba yadigârı bağ hiç ihmale gelmezdi. Bu işler onun için çok önemliydi. Bağ; budanacaktı, gözleri açılacaktı, sulanacaktı, kükürdü saçılacaktı, üzümleri toplanacaktı…
Ahmet bağını budatmak için bu işin erbabı üç usta ayarladı kendi köyünden. Bunlar; Kara Halil, Hacı Doğan ve Bakkal Dursun’du. Kara Halil; iri yapılı, kaşları çatık, sert mizaçlı ancak bir o kadar da insancıl biriydi. Hacı Doğan; kısa boylu, zayıf, avurdu içe çöküktü. O, köyün nesebi hakkında en çok bilgiye sahipti. Bakkal Dursun; zayıf, orta boylu hızlı çalışan biriydi. O, küçükken babasını kaybetmiş, çok çileler çekmiş, ömrünü gurbet ellerde çürütmüştü. Ahmet köyden uzaklaşması dolayısıyla uzun zamandır bağına uğrayamamıştı. Bu zaman zarfında onun bağına başkaları bakmış, pekmezini yapıp üzümlerini yemişlerdi...
Ahmet’in, bağ budatmak için ayarladığı ustalar, sabah erkenden bağa ulaştılar. İşçiler, bağı şöyle göz uçlarıyla süzdükten sonra işlerine koyuldular. Ahmet bağa gitmek için evinden geç ayrıldı. Bağa ulaştığında onlara selam verdi ve biraz dinlendikten sonra ustaları derinden derinden izlemeye başladı. İşçiler bağ budama aleti olan testere, bıçak ve makaslarıyla üzüm çubuklarını ve bağ kütüklerinin kesimlerini yapıyorlardı. Onların çalışmalarını iyice süzdü ve süzdü. Bu arada daldı gitti. Aniden gözüne ilişen bir şey oldu. Kesilen bağ çubukları gözyaşı döküyordu. Âdeta insan gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyor ve gözyaşı döküyordu. Dökülen bu gözyaşları düştüğü toprağı çamur deryasına döndürüyordu…
Bağ çubuklarının hüzünlü gözyaşları, onu mazinin acımasız günlerine götürmüş, yirmi senelik mazisine döndürmüştü. Adeta bu gözü yaşlı çubuklar, gözü yaşlı başörtülü kızları canlandırmıştı gözlerinde. Eğitim ve öğrenimlerini yapmak için çabalayan Anadolu kızlarını hatırlatmıştı. Onun gözünde, gözyaşı döken bütün bağ çubukları başörtüleri yüzünden gözyaşı döken üniversite öğrencileriydi. O, çubukları budayıp gözyaşı döktüren ustalar da onların başörtülerini zorla açmaya çalışan insanlardı. O, maziyi hatırlayınca bir an şuurunu kaybetti. Çünkü bağlara acı çektirip gözyaşı döktüren bu ustalar, üniversite yıllarındaki başörtüsü işkencesini yaptıranlar gibi görünmüştü gözlerinde. İşçiler ise Ahmet’in kafasındaki düşüncelerinin neler olduğunu düşünmeksizin aralıksız harıl harıl çalışıyorlardı. İştahla bağ çubukları kestikçe kesiyorlardı. Yaptıkları işten öylesine zevk alıyorlardı ki aralarında türkü bile söylüyorlardı. Ustaların söyledikleri türkü sözleri, taa uzaktan bile duyuluyordu.
İştahlı türkü sesleri, onun kulaklarında yankılanıp duruyordu. O, bu durum karşısında derin düşünce yumağında ikilemde kalmıştı. Ya adamları dövüp kovacaktı bağdan ya da olduğu yerde kil gibi yığılıp kalacaktı. Çünkü işçiler, ona öyle bir maziyi hatırlatmışlardı ki yaşananlar unutulamazdı. O, ikinci seçeneği kullanarak olduğu yerde kil gibi yığılarak kaldı ve tekrar düşünceye daldı. Bir insana, bir canlıya zarar vermenin ne denli kötü olduğunu biliyordu. Aniden Kur’ân-ı Kerim’in: “Bir insanı öldürmenin bütün insanlığı öldürmek, bir insanı kurtarmanın da bütün insanlığı kurtarmak olduğu” ayeti aklına geldi. Bu ayeti hatırlayınca olduğu yerde çivi misali kaldı kaldı. Düşünce uzayına doğru yolculuğa koyuldu. O da kendine göre haklıydı. Çubuk ve kütüklerin kesilmesiyle bağ neredeyse gözden kaybolmuştu. Adeta Kalem Sûresi’ndeki bağ sahiplerinin ve bağlarının durumunu andırmıştı. Onların durumlarını büyük bir tefekkürle hatırladı. Fakirlere tasadduk edildiğinde, Allah bunun karşılığını kat be kat vereceğini gözleri önüne getirdi.
Ahmet, budanmış bağına baktığında, Kalem Suresi’nde zikredilen bu bağ gibi görünüyordu. Bağın içinde bağ çubuklarından neredeyse eser kalmamıştı. O: “Hele şu bağ bir üzüme dursun, inşallah ihtiyaç sahiplerine tasadduk edeceğim.” diye Yüce Allah’a söz veriyordu. Ancak bağının çubukları, göz göre göre, ağlatıla ağlatıla kesiliyordu. Ahmet bir sarmalık yaprak bulamayacağım diye endişeleniyordu. Sabretmesi gerektiğine inancı ise tamdı. Hz. Muhammed’in, Hz. Eyüb’ün, Hz. Musa, kardeşi Hz. Harun ve diğer peygamberlerin sabırları ona bir uyarıcı ve ilaç gibi geldi…
Zaman hızla geçiyor öğle vakti yaklaşıyordu. İşçilerin karınları çoktan zil çalmaya başlamıştı. Enfes köy yemekleri pişirildi, sofralar kuruldu, tavşankanı çay demlendi. Artık sofraya oturma ve yemek zamanı gelmişti. Sofraya ilk gelen ve ustaların en yaşlı ve tecrübelisi olan Kara Halil’di. O, sırtını bembeyaz çiçek yüklü kayısı ağacına yaslayarak yaptıkları işleri şöyle bir gözden geçirdi. Derken diğer ustalar da geldiler herkes sofraya oturdu. Yemeğe başlamadan öne Kara Halil:
“Ahmet Hoca! Şu budadığımız bağına bak, iyice bak! İki ay sonra burasını yeşil bir örtü ordusuna dönüşecektir. Bu kesilmiş bağ çubuklarından, kütüklerinden ve kollarından taze çubukların yürüdüğünü, her bir çubuktan da binlerce üzümün olacağını göreceksin ve şaşırıp kalacaksın” dedi. Bu güzel sözler endişeli Ahmet’i rahatlatmıştı. Sabretmenin meyvesinin bu kadar tatlı olabileceğini tahmin edememişti…
Feylesof Ahmet düşünmeye ve kıyas yapmaya başladı. Yıllar öncesi okuttuğu ve başörtüsü mücadelesi veren hanım kızların artık biri bin olmuştu. Onların başörtüsü takmalarındaki amacı sadece ve sadece Yüce Allah’ın emretmesi dışında bir durum değildi. Bu hanım kızlar belki çok sıkıntılar çektiler fakat bunun mükâfatı Yüce Allah katında kat be kat fazlaydı. Ahmet yemeğini artık gönül rahatlığı ile yiyebilir ve çayını da yudumlayabilirdi. Derken onu başka bir düşünce sardı. Bağların kaderi belliydi; üzüm vermek. Ama üzümlerin kullanış alanları farklıydı, bu üzümler ya pekmez ya da şarap olacaktı. Kendi kendine; “Üzüm! Faydası ve zararı olan üzüm...” demeye başladı. Bu da ne demekti? Her şey güzel giderken ve tatlıya bağlanmışken bu da nerden çıkmıştı? Düşündü ve yine düşündü. Onun çok sevdiği üzüm pekmez de oluyordu, insanların kanına giren alkollü şarap da. Pekmezi yemek herkese helal iken, Yüce Allah (cc) şarabı Müslümanlara haram kılmıştı. Tıpkı domuz etinin yenmesini haram kıldığı gibi. Şimdi domuz eti de nerden çıkmıştı? Ülkesinin insanlarının garip bir yönü vardı. Domuz etini yemiyorlardı ama bazıları haram olan şarabı içiyorlardı. Oysa ikisi de Müslümanlara haramdı. Ahmet’e bu tarz davranışlar garip geliyor, düşünce deryasına daldıkça dalıyordu. Bütün bunlara da bir anlam veremiyordu…
Ahmet’e bir bardak çay uzatıldı. O ise düşünce yolculuğundan henüz dönmemişti. Oysa o, onlar gibi gülüyor ve konuşuyordu. Fakat aklı hep başka dünyadaydı. Akşam izlemiş olduğu haberlerdeki bir olay gözlerinde canlandı. Şehit ailelerinin başörtülü olmaları sebebiyle oğullarının anma törenine alınmamışlardı. Başörtülü şehit anneleri çok şaşırmışlardı bu olup bitenlere. Başörtülü öğrencilerin okullara, üniversitelere, kamu kurum ve kuruluşlara törenlere vb. yerlere alınmaları yasaktı. Acaba şehit annelerinin bu törene başörtüsü ile katılmaları da mı yasaktı? Başörtülü annelerin çocukları, askerde vatanı korumak için şehit olmaları serbestti. Böyle bir yaman çelişki olabilir miydi? O, bütün bunlarda bir gariplik olduğunu biliyordu ve bu konuyu düşündükçe düşünüyordu…
Ahmet, gariplikleri gördükçe insanlığından utanmaya başlamıştı. Aslında o baktığı her yerde bir gariplik görüyordu ama onu tarif edemiyordu. Tarif etmenin de ne kadar zor ve tehlikeli olduğunu da biliyordu. O, bu düşüncelerin içinde kaybolurken yemekler yenmiş, çaylar içilmiş, öğle namazları eda edilmişti. Ahmet ise kaldığı yerde şaşkınlık içinde kalakalmıştı.
İşçiler tekrar harıl harıl çalışmaya başlamışlardı. O, çalışmanın bir ibadet olduğunu biliyordu. İkindi namazı cemaatle kılındı. Akşama doğru ustalar bağ budama işini tamamlamışlardı. Ustalar:
“Ahmet! Artık toparlan gitme zamanı geldi” diye seslenen oldu. Hava hızla kararmaya başlamış, akşam namazının vakti çoktan girmişti bile. O, yerinden kalktı etrafa söyle bir bakarak süzdü. Nereye baktığını bilmeksizin yürümeye başladı…
Bağın yakınından gür bir çay akıyordu. Çayın yanında durdu ve bir müddet çağlayan suyun sesini dinlemeye başladı. Bu ses onu rahatlatmıştı. Hacı Doğan:
“Ahmet oğlum! Her şeye hayat veren işte bu sudur” dedi. Zaten kendisi de bir damla sudan yaratılmamış mıydı? Ahmet, çaydan geçerken birden tökezleyerek yıkılıverdi ve suda çırpınmaya başladı. Derin olan çay hırçın hırçın akıyordu. O, çayın soğuk suyunda uzun süre uğraşı verdikten sonra ancak kurtulabilmişti. Kurtulmuştu kurtulmasına da tir titriyordu. Ustaların yardımıyla düşe kalka evine ulaşmıştı. Ama o hâlâ tir tir titriyordu. Ateşi de yükselmişti. Hastalanmış, zatürree olmuştu. Onu şehirdeki hastaneye götürecek vasıta bile yoktu. Anlık hastalığı göz önüne geldiğinde, bu dünyanın tadını aldığına pek inanmıyordu…
Kendi kafasına göre ne hayaller kurmuştu. “Bütün bu hayallerime ne oldu?” diye ağlamaya başladı. Gözlerinden akan yaşlar adeta çayla yarışıyordu. Belli bir zaman kaybından sonra bir vesait bulundu ve yakınları tarafından doktora götürüldü. Onu muayene eden doktorlar:
“Ahmet’in çok hasta olduğunu ellerinden geleni yapacaklarını, takdiri ilahiye de hazırlıklı olmalarını” söylediler. Onun yaşaması için bir mucize gerek diyorlardı. Allah’tan ümit kesilmez diye de teselli vermeyi ihmal etmiyorlardı. Köyün dedikoducuları hiç susmak nedir bilmediler ve bu haberi çarçabuk yaydılar:
“Ah yavrum! Çok da gençtin, ömrünün henüz baharındaydın. Çocukları ne olacak? Onlara kim bakacak?” gibi acı yüklü sözler, kulakta kulağa dolaşıp duruyordu. Sıhhatli olduğu zamanlarda ibadetlerini eksiksiz yerine getiren Ahmet, hastalığında da ibadetlerine zerre eksiklik bırakmadan devam ediyordu. Ona göre, ölüm aslında korkulacak bir durum değildi. Öldükten sonra dirilmeye inandığı için ölüm onun için bir yok oluş değil, hayatın ilk basmağı olacaktı. Hasta halinde tefekkür etmeyi asla bırakmıyordu. Ölümü de düşünmüyor değildi. Hasta insanların ayaklarının birinin çukurda olduğunu zaten biliyordu. İnancı gereği şükretmekten de geri durmuyordu…
Ahmet’in eşi ve çocukları onu çok seviyorlardı. Onun başından bir dem ayrılmak istemiyorlardı. Ayrılığına nasıl dayanacaklardı? Ahmet hep şunu düşündü, durdu: “Ölümle başlayan kabir hayatı ve daha sonra dirilişle devam edecek olan ebedî ahiret hayatına acaba hazır mıyım? Beni yaratan benden razı mıdır?” İnsan hayatının üç bölümden oluştuğuna inancı tamdı. Dünya hayatının diğer iki hayatın da aslını oluşturduğunu unutmuyordu. Biliyordu ki bu dünya hayatı oyun ve eğlenceden ibaretti. Ancak bu oyun ve eğlence hayatı asıl ahiret hayatının da bir başlangıcı ve kaynağıydı. Bu dünya hayatını; Allah’ın emirlerine uyarak ve yasaklarından kaçınarak yaşamak iki cihanda da kazanmaktı. O, ölümcül bir hasta olarak beyaz örtülü yatağında hep bunları düşündü durdu... Ancak yaşadığı ülkede düşünce özgürlüğünün olup olmadığını sorgulamaktan da geri durmuyordu. Kendi kendine:
“Ölümcül bir hasta olsam bile düşünüyorum diye belki de yargılanabilirim.” diyordu. İşin garip tarafı o yargılandığı mahkeme salonunda da düşünecekti, düşündüklerini söylemese de…
Onun hastalığının üzerinden tam elli dokuz gün geçmişti. Ahmet, bir sabah erkenden uyandı, sabahın serinliğinde etrafı gözlemledi. Kuş sesleri birbirine karışıyordu. Güneş bir başka yükselmişti, mükemmel bir hava vardı. O, birden bağırmaya başladı:
“Fatma, Mehmet, Ali, Ayşe… Beni derhal bağa götürün! Beni derhal bağa götürün!” Onun bağa götürülmesi için bütün hazırlıklar yapıldı. Eşe, dosta ve köylülere haber verildi. Kurbanlık koçlar alındı, yola koyuldu. Bağa doğru yol alınmaya başlandı. O, suya düştüğü çaya yaklaşınca:
“Durun!” dedi ve yavaşça eğilerek kollarını sıvadı ve abdest aldı. Çay yine delicesine güldür güldür akıyordu, hiç eksilmeksizin. O, çocuklarının ve komşularının yardımıyla yeşil bahçelerdeki ağaçların gölgeleri arasından bağa ulaştırıldı. Bağa ulaştıklarında “Aman Allah’ım!” bir de ne görsünler… Kara Halil Usta’nın söylediği gibi kesilen bağ çubuklarının yerinden yenileri çıkmış, biri bin olmuş hatta binlercesi bağı yapraklarıyla şemsiye gibi sarmıştı. Üzümlere ise diyecek yoktu. Tek kelimeyle muhteşemdi. Rabbim öyle bir bereketli üzüm vermişti ki bütün köy yese üzümünü bitmez, pekmezini dağıtsa tüketemezdi. Bağın yaprakları, kardeşlik sevgisini simgeler vaziyette kardeş kardeşe sarmaş dolaş olmuştu. Yapraklar; üzümlerin üzerine şemsiye olmuş, her birini anne şefkatiyle koruyordu.
Bağ budanırken ağlayan üzüm kütükleri ve bağ çubukları gelenleri gülerek karşıladı. Verilen selamları aldı. Gelen misafirleri bağırlarına bastı. O ağlayan çubuklar ve kütükler hep gülüyor, mutluluktan uçuyordu. Daha iki ay öncesine kadar Kalem Suresi’ndeki bağ sahiplerinin bağları gibi yanmış, yok olmuş görüntüsünde olan sanki bu bağ değildi…
Ahmet’in yaşama gücü kalmamıştı. O gün bütün köylüler, Ahmet’in bağında buluşarak, kenetlendiler. Yediden yetmişe herkes geldi. Burada kardeşlik ve sevgi bağları daha da arttı. Oyun ve eğlenceler çocuklar aynı zamanda gençler için bir fırsattı. Zaman o kadar hızlı akıyordu ki öğle vakti çoktan geçti, ikindi vakti yaklaşıyordu. Akşamın serinliği düşmeye başladı. Yemekler yenmiş, dualar yapılmış, ziyafet sona ermişti. Artık köy halkı yavaş yavaş evlerine dönmeye başlamıştı. Ahmet’in ise köye gitmeye niyeti hiç yoktu. O, hep güneşin hareketini izledi durdu. Onun köyü Ankara’ya çok yakındı. Bu yüzden şehirde onu tanıyanların sayısı da az değildi. Başörtüsü mücadelesinde kız arkadaşlarına desteği dillere destan olmuştu. Gazete ve televizyonlarda boy boy görünmüştü. Bu yüzden birkaç kez tutuklanıp bir müddet hapiste bile yatmıştı. Böyle çilelere maruz kalması onun için bir şerefti…
Güneş süzüldükçe süzülüyordu. Güneşin kızıllığı ile Ahmet’in benzinin kızarıklığı kardeş olmuştu. Güneş batmaya başlamıştı ki güneşin o son kez kızıllığı onun gözlerinin içinde kaybolmaya başladı. Orada bulunan üzümler, yapraklar, çubuklar ve bağ kütükleri Ahmet’e gülüyor, o da onlara gülerken ruhunu yüce yaratıcıya teslim ediyordu.
Ahmet’in vasiyeti üzerine, cenazesini Ankara Hacı Bayram Veli camiine getirdiler. Onun cenazesine tam yüz bin kişi katılmış, cenaze namazını kılmış ve arakasından hayır duada bulunulmuştu. O artık yaşamıyordu. Ancak sevenlerinin kalbinde yaşıyordu. Onun ruhu kalabalıkta ahirete yolculuk yaparken şu sözleri haykırıyordu:
“Bu çubukların biri bin olacak, her bir çubukta binlerce üzüm olacak…”
Ahmet, yaşamının son günlerinde meyvesini görmüştü emeklerinin. Yetiştirmiş olduğu öğrencilerinin ülkesinin dört bir yanında görev yaptığını ve ülkeleri için canları pahasına çalışıp çabaladıklarını biliyordu. O, vatanını sağlam ellere bırakmıştı. Öğrencilerinin biri bin olmuş, bini yüzbinleri aşmıştı. Anadolu’da ekmiş olduğu tohumlar filizlenmiş, büyümüş ve meyveye durmuştu. Yüzbinlere ve milyonlara ulaşan Anadolu gençleri, ülkelerinin kalkınması için gece gündüz demeden çalışıyorlardı. Ahmet artık kabrinde gözleri arkasında kalmadan rahatça uyabilirdi…
18.9.2019
Yozgat
YORUMLAR
Kaleminiz daim olsun değerli hocam.
Var olun.
Selam ve saygılarımla dost yüreğinize
İDRİS ÇETİN
Selam ve saygılar